'' Kalbini huşua alıştırmamış kimseler için esasen namazda huşulu olmak mümkün değildir. Hayatının diğer alanlarında huşua yabancı kalmış bir kimsenin, kalbini huşua alıştırması, dolayısıyla namazda da huşulu olması imkânsızdır.
..........................
Tasavvuf temelde “kalp” ile ilgilenir; kalbî hastalıkların tedavisini amaçlar; her bir hastalığın diğerleriyle ilişkisini dikkatimize sunar. İstikamet, amelde kemal ve imanda yakîn hep kalpte olup biten hususlar olduğuna göre, Tasavvuf’tan bahsettiğimizde bunları kasdetmiş oluyoruz.
O halde Tasavvuf’un hayatımıza etkisi ne kadar yaygın ve derin ise, müslüman birey olarak, “komşu” olarak, “eş” olarak, “ebeveyn” olarak, “işçi” veya “işveren” olarak... kıymetimizin de o kadar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kur’an’da Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e hitaben “Sana yakîn (ölüm) gelene kadar Rabbine ibadete devam et.” (Hicr, 99) buyurulmuştur. Elbette bu, sadece O’na değil, O’nun yüce şahsında bütün Ümmet’e yönelik olan ve nefes aldığımız sürece uymamız gereken bir ilâhî talimattır.
Buradan bir sonuca daha ulaşıyoruz: Nefsin arzu ve ihtiraslarının, şeytanın hile ve desiselerinin hayatımızın sadece belli alanlarında kendisini gösterdiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu iki düşmanla mücadelemizin hayatın her alanında sürdürülmesi gerekmektedir.
Barışı olmayan cenk
Cüneyd-i Bağdâdî k.s. Hazretleri’nin, “barışı olmayan manevî bir cenktir” şeklindeki tarifini esas aldığımızda, Tasavvuf’un, hayatın her alanında her an var olması gereken bir “mücahede” olduğu gerçeğini daha bir yakından idrak ediyoruz. Yaşadığımız sürece ne nefsin arzu, ihtiras ve taleplerinin sonu gelecek, ne de bizim bunları dizginlemek için göstereceğimiz azim ve irade son bulacaktır! '' (yazının tamamını buradan okumak gerek)