22 Nisan 2010 Perşembe

4 şey..

" Hâtem-i Esam rahmetüllâhi aleyh buyurdu ki:
“4 şey olmadan 4 şeyin varlığını iddia edenin iddiası yalandır:
Allah’ı sevdiğini iddia ettiği halde haramlardan kaçınmayanın, Resûlüllah’ı sevdiğini iddia ettiği halde fakir ve yoksulları sevmeyenin, cenneti sevdiğini iddia ettiği halde sadaka vermeyenin, cehennemden korktuğunu iddia ettiği halde, günah işlemeye devam edenin iddiası yalandır."

19 Nisan 2010 Pazartesi

Ahir zaman deyip geçmeyin!

"Rıhle'nin son (8.) sayısı, dosya konusu olarak "ahir zaman"ı seçmişti. Ahir zaman dendiğinde akla gelen hususları -herhangi bir noktayı dışarıda bırakmamaya özen göstererek- ele almaya gayret ettik. Vurgulamaya çalıştığımız temel nokta şuydu: Ahir zaman öyle bir zaman dilimidir ki, anormalliklerin normal, normalliğin anormal olarak algılanması bu zaman diliminin en önemli özelliklerindendir. Efendimiz (s.a.v)'den, bu noktayı dikkatlerimize sunan pek çok hadis nakledilmiştir. Bunlardan birisinde "kişinin mü'min olarak sabahlayıp kâfir olarak akşama gireceği ve mü'min olarak akşamlayıp kâfir olarak sabahlayacağı" ifade buyurulmuştur.1

Anormalliklerin normal karşılanmadığı bir ortamda böyle bir durumun vuku bulabilmesi mümkün müdür?

Vatan gazetesindeki köşesinde Prof. Dr. Süleyman Ateş hoca, kıyamet alametleriyle ilgili bir soruya cevap sadedinde şunları söylemiş:" Dr.Ebubekir Sifil

18 Nisan 2010 Pazar

Belden sıkma pardösüler, avuç içi eşarplar..


28 şubat dışardan, para pul içeriden vurdu

Bazen seksenli, doksanlı yılları özlüyorum. Lise ve üniversiteye talim ettiğim zamana tekabül eden yılları yani.

O yılları ama o yıllarda, hala uçup gitmemiş gençliğimi değil..

Saçma sapan lise müfredatını veya bir sömestrde kapısını ancak dört, beş kere açtığım kampusları da..

O günün heyecanlı, azimli ve takva sahibi insanları tütüyor burnumda.

Ha bre okuyan gençleri, dolu dolu sohbetleri, tarih dolu, bilgi dolu konferans ve seminerleri özlüyorum..

Şiir gecelerini.

Kimsenin, dini kendi saçma sapan yaşayışıyla tevil etmeye kalkışmadığı zamanları..

'Şekilci olmayın!' diye diye Müslüman'ın kızını, erkeğini halden hale sokan şekilsizlerin, bu günün 'ucubelerini' hazırlayan melanetlerin türemediği çağları..

O yıllarda 'hayat iman ve cihattı' yalnızca.

Sade ve etkileyiciydi.

ABD adına, tüm emperyalistler adına 'Mardin Fetvasını' gürültüye getirmek için komisyonlar kurulmamıştı daha.

Alengirli ve akçeli işler daha patlamamıştı.

'Bir ideal sahibi olmak' kifayet ediyordu.

Onun için solcu, faşist fark etmez; bir tek 'davası olan' muteberdi insanların gözünde.

Herkes, mücadelesini verdiği fikrin 'yaftasını' taşımaktan gurur duyardı.

Yalnızca 'eyyamcılardı' insandan sayılmayanlar.

İnkâr furyası hâlâ başlamamıştı.

Her gün yeni bir saza şarkı olmak yoktu.

'Hem öyleyim, hem böyle' sezonu daha açılmamıştı.

Yamukluk, 'her ortama ayak uydurma' övünülecek bir şey değildi.

..

Artık dünyaperestliğin muteber olduğu günlerdeyiz..

'Her yol uyar' aforizmasının dillere pelesenk olduğu zamanlarda..

'Hayat para ve makamdır'

Yeni trendin Müslüman camiayı getirdiği son noktaydı bu.

Ne mücahitlik kaldı, ne adam gibi sakal, ne eşarp, ne pardösü.

Hele 'bıyık bırakmak' İslami camia içinde kerih bir şey gibi algılanır oldu.

Mücahit, Enes, Şeyma, Esma, Talha gibi Ashap-ı hatırlatan, İslami kökleri işaret eden isimler yerlerini daha modernlere bıraktı.

Daha açık gözler, bu 'ağır' isimlerin ya başına ya sonuna modern/uyduruk isimler eklediler.

Böylece yeni trent, 28 Şubat ürküsünü de arkasına alıp, mücahitliğin mahiyeti kadar, onu çağrıştıran isimleri, sembolleri de büyük ölçüde sildi.

Belden sıkma pardösüler, avuç içi eşarplar..

Kadınların hali pür melâli de aynı oldu.

Nerede o seksenli yıllarda ki çarşaf gibi başörtüler!

Nerede o, giyildiği zaman insanı içinde kaybeden pardösüler!

Artık sohbetten sohbete, kitaptan kitaba koşturan şuurlu kızların yerini, vizyon filmleri ve moda da son trendi kovalayan 'avareler' aldı.

Yeni moda tesettür de bu yeni jenerasyonun omuzlarında yükseldi.

Bu trent ilkti.

Bin dört yüz yıldır ilk: Ne yapsan, ne etsen tesettürlü sayılıyordun.

Tesettür, tesettür olalı böyle bir acayiplik görmemişti ya..

Artık kızlar başlarını bağlıyor ama makyajsız çıkmıyorlardı.

Eşarpları vardı ama avuç içi kadarlardı.

Başörtüsünü, pardösünün ön ve arkasından sarkıtmak arkaik bulunuyordu.

Kaldı ki, öyle bir şey isteseler de mevcut eşarplarla mümkün değildi.

Dünün mağduru, mücahit müteahhitlerin çocukları, artık ulu orta yerlerde mücahide sevgilileri ile kol kola gezip tozuyorlardı.

Artık onların da kendi içlerinde gericileri, ilericileri vardı.

Kadınla tokalaşmayana dudak bükülüyordu.

Ortama ayak uyduramayıp kızlı erkekli gezilerde, eğlencelerde görünmek istemeyenler dışlanıyordu.

Bazıları, bazılarına giyiminden, tavır ve hareketlerinden dolayı yobaz muamelesi çekiyordu.

Bir yaman çelişki yaşanıyordu ki hafazanallah.

'Hayat iman ve cihattır', 'mülk Allah'ındır' çıkmalarını hiç bir araba, dükkan veya evde rastlamak imkansızdı artık.

İman ve cihat kesmez olmuştu mustazafları.

Para onları, tek kelimeyle, bozmuştu.

Dünün, mağdur ama mağrur kesiminin üzerinde odaklandığı iki nokta kalmıştı.

Bir; 'Müslüman iyi giyinmeli' mottosu.

İki; 'Müslüman'a zengin olmayı yasaklayan bir ayet yok' aforizması.

Kendini, giyinmeye ve para biriktirmeye fetva devşirmek için paralayan yepyeni bir kitle var artık.

..

Bir gençlik, bir gençlik..

Gerisini biliyorsunuz zaten.

Üzgünüz...Hem de çook.

timeturk

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bir zındık fikirli adam daha..Ömer Özsoy

"HANGİ DİYANET / Dr. Ebubekir Sifil

Konuya girmeden önce İslam anlayışında "kutsal metin" ve "Allah kelamı" hakkında şunları belirtmek isterim: İslam anlayışında tartışmasız tek kutsal, uluhiyettir. Ancak Kur'an'ın Allah kelamı mı, yoksa Allah kelamının yansıması mı olduğu son derece tartışmalı olduğundan Kur'an'ı kutsal kitap olarak nitelendirmek daima sorunludur." (...)

"Modernizm kendi kural ve değerlerini yerleştirerek her şeyi tersine çevirdi. Müslümanların ek olarak Kur'an'la alakalı değişim ve yenilik fenomeni üzerinde düşünmeleri gerekti. Çünkü Kur'an vahyi hayatın hiçbir alanında güne uymuyordu. Kur'an ne güncel kavramlarla konuşmakta ne de güncel sorunları irdelemekte. Bu nedenle Kur'an'ın vahyi ile güncel dış dünya arasında birebir bağlantı bulunmamakta..."

Yukarıdaki paragraflar, Prof. Dr. Ömer Özsoy'un Almanya'nın Frankfurt şehrinde 2008 Haziran'ında düzenlenen bir sempozyumda sunduğu tebliğde geçiyor.1 Özsoy, Ankara İlahiyat'ta görev yaparken 2006 yılında şimdiki Diyanet yönetimi tarafından Frankfurt Üniversitesi'ne bağlı İslam Dini Vakıf Profesörlüğü'ne atanmış. Liberal Frankfurt Üniversitesi'nin mezhepler üstü geleneğini sürdüreceği belirtilen bu kurum, 2003 yılında Frankfurt Üniversitesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan bir protokol doğrultusunda Almanya'da İslam Din Dersi Öğretmenliği, İmamlık... gibi görevleri deruhte edecek gençlerin eğitilmesi/yetiştirilmesi amacıyla oluşturulmuş. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından finanse edilen bu kuruma bağlı İslam Din Bilimi bölümünde halen 100 civarında Müslüman öğrenci eğitim alıyor.

Yukarıda sözünü ettiğim sempozyum tebliğinde tam bir müsteşrik edasıyla konuşan Özsoy, "Anlaşılan Hz. Muhammed Kur'an'ı yazılı hale getirmeyi kendi ödevi olarak görmedi" demiş. Özsoy'a göre bu şekilde düşününce kendiliğinden şu soru ortaya çıkıyor: Tanrı gerçekten yazılı bir metin mi istiyordu, yoksa inananlarla olan esnek iletişimini korumak için tam tersini mi?2

Din'in, kurumsallaşması halinde mesajını kaybedeceğini söyleyen Özsoy'un görüşlerine başvurulan yarı resmi qantara.de sitesinde şu satırlarla karşılaşıyoruz: "Özsoy'a göre Kur'an'da anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10'u Kuran'ın ayetlerinde bulunabiliyor. Geri kalan kısım, tarihsel bağlamda yorum gerektiriyor. Dolayısıyla Özsoy Kur'an'ı ne ebediyen geçerli, ne de evrensel bir belge olarak kabul ediyor. Bu tarihsel-eleştirel görüşleriyle, Kur'an'ın emirlerini günümüzde de bağlayıcı olarak gören muhafazakar Müslümanların tepkisine neden oluyor."3

Burada mesele Ömer Özsoy'un görüşlerinin mahiyeti değil. Türkiye'deyken de katıldığı ilmî toplantılarda, kaleme aldığı metinlerde benzeri görüşleri dillendirdiğini biliyoruz. Burada bizim için önem arz eden soru şu: Diyanet İşleri Başkanlığı Prof. Dr. Ömer Özsoy'un bu görüşlerini paylaşıyor mu?

"Evet"se Diyanet yönetimi bu görüşleri paylaştığını ve onayladığını dürüstlük ve açık yüreklilik örneği göstererek millete duyursun.

"Hayır"sa Prof. Özsoy'u -görev süresini uzatmak suretiyle- niçin ısrarla o makamda tutuyorlar?

Siyasî, ideolojik vb. mülahazaların tamamını devre dışı tutarak soralım: Diyanet İşleri Başkanlığı, yukarıdaki görüşleri, vergileriyle iş yaptığı Müslüman millete izah edebilecek durumda mıdır? Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın, tamamının Ehl-i Sünnet olduğunu söylediği Din İşleri Yüksek Kurulu, Özsoy'un bu ve benzeri görüşlerinin -Ehl-i Sünnet bir yana- herhangi bir İslam içi fırka tarafından tensip edildiğini söyleyebilecek midir?

Alman toplumu içinde sayısız problemle boğuşarak ayakta durmaya ve kimliğini muhafaza etmeye çalışan insanımız, çocuklarının İslam'a oryantalist bakış açısıyla yaklaşmasını onaylıyor mu? O genç beyinlere bu düşünceleri zerk ederken oradaki insanımızın onayını aldılar mı?

Diyelim ki bir yolunu bulup bu skandalı millete izah ettiler. Peki Allah'a nasıl hesap verecekler?

Konuyla ilgili yazıma buradan ulaşabilirsiniz.

_________________________________________________

1 Sempozyum hakkında özet bir değerlendirme için bkz. http://www.tumgazeteler.com/?Bağlantıa=3925522

2 http://tr.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-674/_nr-226/i.html. Bu siteyi Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği biliniyor.

3 http://tr.qantara.de/webcom/show_article.php/_c-678/_nr-14/i.html ''

____________________________________________________

Konuyla ilgili bu yazı da okunabilir. (C.Cenk)

5 Nisan 2010 Pazartesi

Fetva kültürü / Dr. Ebubekir Sifil

Bu köşede zaman zaman "fetva" meselesi üzerinde duruyoruz. Fetvanın ne olduğu, fetva sormanın ve vermenin mahiyeti, önemi, hassasiyeti... gibi hususlar fetva kültürünün kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde daha bir önemle kavranmak durumunda. Yaptığı işin fetva sormak ve fetva vermek olduğunu bilerek ya da bilmeyerek fetva soranların da verenlerin de sayısının hayli arttığı bir vakıa.

En temel ve teknik meselelerde bile hayli "rahat" cümleler kuran insanların sayısındaki artış -genellikle takdim edildiği gibi- sadece "okuyan, düşün, araştıran" insanların sayısındaki artışı mı gösteriyor, yoksa dindarlığımızdaki bir "gevşeme"nin, hatta "çözülme"nin işareti olarak mı algılanmalı?

Mardin'de yapılan toplantı -ki "ne söylendiği"nden çok "nasıl takdim edildiği" ile hafızalarda kalacağı kesin-, fetva kültürü dediğimiz şeyin önemini bir kere daha ortaya koydu. O toplantıya katılan insanlar fiilen ve doğrudan söylememiş olsa bile, hasıl olan neticeye baktığımızda, elde kalan, "bir fetvanın kaldırılması" oldu.

Katolik dünyada kilise konsilleri toplanır, kararlar alır ve uygular. Bu kararlar dinî açıdan -kilisenin günahsızlığı (!) ve yanılmazlığı (!) dolayısıyla- tartışma dışıdır. Bizim için dikkat çekici olan şu nokta: Her bir konsil, daha önceki konsil-ler-de alınmış kararları onaylayıcı mahiyette karar alabileceği gibi, onu ortadan kaldırıcı mahiyette de karar alabilir.

Mardin toplantısının yaptığı en büyük tahribat bana göre dilimize ve bilincimize "fetva kaldırma" olgusunu yerleştirmesi oldu. Fetva, birilerinin yürürlüğe koyduğu ve başka birilerinin de yürürlükten kaldırdığı bir olgu değil oysa. Konsil kararlarını andıran bu takdim ve algı durumu, fetva bilincinde büyük bir tahribat yaptı gerçekten. En azından dilimize öyle bir kalıp yerleştirmekle yaptı bunu...

Yeni Şafak'tan Hakan Albayrak'ın, Rusya'daki metro eylemi dolayımında ortaya koyduğu tavır hayli ilgi çekici. İki hususta söylediklerini yan yana koyduğumuzda net olarak görülüyor ilginçlik:

"HAMAS, İslami Cihad yahut Lübnan Hizbullahı, işgal altındaki Filistin topraklarında sıradan İsraillileri hedef alan eylemler gerçekleştirirken, "Burada bir işgalin ve işgale karşı savaşın yaşanmakta olduğunu bile bile dünyanın dört bir yanından gelip Filistinlilerden gasp edilmiş topraklar üzerinde yaşamayı seçen her Yahudi işgalci statüsündedir ve bizim tarafımızdan hedef alınmayı peşinen kabul etmiştir" mantığıyla hareket ediyor; ama Moskova Metrosu'nu kana bulayanlar böyle bir mantığa da sığınamazlar."

Böyle diyor Albayrak. Paragrafın ilk kısmını dikkatle okursanız, Hamas ve diğerlerinin mücadele tarzını ifade ederken "tarafsız taraflı bir Batılı gözlemci"nin kaleminden çıkmış gibi bir intiba oluşturduğunu fark edeceksiniz.

Ve asıl önemlisi, ikinci kısım:

"Moskova Metrosu'na dönecek olursak... Çeçen direniş lideri Dokka Umarov, saldırıları üstlendi. Emri bizzat kendisinin verdiğini açıkladı. Gerekçesi özetle şöyle: 'Onlar bizim sivillerimizi katlettiler, biz de onların sivillerini katlettik.' Çok acayip bir cihad anlayışı..."

Karar önceden verilmiş. Son cümle bunu ifade ediyor. Bu "çok acayip bir cihad anlayışı." Sonra da Albayrak, bu "acayip cihad anlayışı"nın ortadan kaldırılmasına yönelik bir fetva istiyor el-Karadâvî ve benzeri isimlerden. Aslında fetvayı kendisi vermiş de, onlardan teyit istiyor.

Oysa Müslüman bilinci, bu meselenin hükmü neyse otoriteler tarafından araştırılıp ortaya konulmasını talep etmeli; bu istikamette şekillenmeli. Moskova metrosundaki eylemleri savunmak ya da kınamak değil mesele. Bu olay da -tıpkı Mardin toplantısı gibi- fetva bilincimizdeki çarpılmayı ortaya koyan bir ayna vazifesi görüyor...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Mardin fetvası / Dr.Ebubekir Sifil

Son zamanlarda gereksiz yere gündemde olan, sakat/sapkın görüşleri olan İbn-i Teymiyye reklamı üzerinden oynanan ''Mardin Fetvası'' oyununu yerle bir eden; Muhterem Ebubekir Sifil hocanın firasetine son örnek mükemmel tespitler içermesi bakımından dikkatle okunması ve hafızalara kaydedilmesi gereken yazıyı aynen sunuyorum:

''Hangi aklı başında ve ruhunu satılığa çıkarmamış kişi, yaşadığı memleket işgal ve istila edildiği zaman buna bütün gücüyle karşı koymaz? Vatan müdafaası, insanın tabii ve refleksif olarak yerine getirdiği bir görev değil midir?

Başkalarını bir kenara koyalım; İslam dünyasında kâfir tasallutuna çanak tutulabileceğini, yardım edilebileceğini Nasîruddîn et-Tûsî dışında söyleyen bir Allah kulu olmuş mudur? (1)

Soru şu: Herhangi bir mufassal Fıkıh kitabında, "Kâfir tasallutuna maruz kalmış herhangi bir İslam toprağında "nefîr-i âmm" (umumî seferberlik) durumu çerçevesinde cihada iştirak etmek ve vatan savunmasına gücü yettiğince katkıda bulunmak her Müslüman üzerine farz-ı ayndır" hükmünü görmek mümkün iken,(2) İbn Teymiyye'nin "Mardin fetvası" adı altında gündeme getirilen tavrı niçin özellikle seçilmiştir?

Birtakım şazz görüşleri sebebiyle İbn Teymiyye'nin amansız muhalifi olan ulema da dahil olmak üzere Moğol istilasını onaylayan/tecviz eden kimse olmadığına göre burada şunu görmek durumundayız: "Ortadan kaldırılacağı" söylenen (bu her nasıl olacaksa?!) o fetva ile aslında "kâfir tasallutu vuku bulduğunda vatan müdafaasına iştirak etmek her mü'mine farz-ı ayn olur" hükmünü veren ulemanın tamamı hedef tahtasına oturtulmuş olmaktadır.

Bir adım daha ileriye gidelim: Düşman tasallutu karşısında mü'minleri direnmeye ve müdafaaya çağıran fetvalar, hiç şüphesiz kaynağını, ilgili ayet ve hadislerden almaktadır. Bu durumda bu ayet ve hadisler de hedef tahtasına -dolaylı da olsa- oturtulmuş olacaktır...

Mardin Moğollar tarafından işgal edilene kadar İslam dünyasında Moğol istilasına yahut daha genelde "kâfir istilasına" karşı herhangi bir fetva yok mudur da aslında Moğollar'a her hal-u kârda karşı konulması gibi bir hüküm de ihtiva etmeyen o fetva bayraklaştırılmaktadır?

İşin gerçeği şu ki, yapılmak istenen, "İbn Teymiyye" üzerinden bir taşla birkaç kuş vurmaktır:

1. İslam dünyasındaki "cihad" hareketlerinin İbn Teymiyye ile ilişkini köpürtüp, İbn Teymiyye'ye şazz görüşlerinde muhalif tutum benimsemiş Ehl-i Sünnet ulemanın aslında "uyumlu ve ılımlı" bir çizgi izlediği şeklinde bir "kara propaganda" yapmak.

2. Meseleyi sadece İbn Teymiyye ile sınırlandırmak suretiyle (nitekim yukarıda da belirttiğim gibi o dönemde yaşamış ulemanın tamamı Moğol istilasına karşı durulması gerektiği noktasında İbn Teymiyye ile paralel düşünmektedir) İbn Teymiyye'nin tersinden propagandasını yapmak ve küresel emperyalizmin işgallerine karşı duruş potansiyellerini marjinalize etmek.

3. İslam dünyasının "düşman tasallutu" karşısında yeri geldiğinde eli silah tutan herkesin seferber olması hadisesiyle tanışması İbn Teymiyye ve Moğol istilasıyla başlamış değildir. Öncesinde, asırlardan beri süren bir "Haçlı tasallutu" vardır ve İslam dünyası bu tasalluta karşı topyekün direnmiştir. Dolayısıyla meseleyi "İbn Teymiyye ve Moğol istilası" başlığına sıkıştırıp, İslam dünyasında Haçlı tasallutuna duyulan tepki ve nefretin, aynı tasallutun çağdaş versiyonuna da gösterilmesinin önüne geçilmesini dolaylı da olsa mümkün kılmak...

Her hal-u kârda bizim gündemimize bu meseleyi sokanlar bir şeyler umuyor ve umduklarını elde ediyor. Söz konusu fetvayı "devre dışı" bıraksalar da, bırakamasalar da bizim gündemimize böyle bir mesele hediye etmiş oluyorlar: İbn Teymiyye devre dışı bırakılırsa geri kalanlarla küresel emperyalizm anlaşabilir!! Belki en büyük kazançları böyle bir düşüncenin kafalarda yer etmesini sağlamak olacak?!

1- Bkz. http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay ''