25 Şubat 2009 Çarşamba

Guraba 10.sayısı çıktı..

Önsöze Hayrettin Karaman'dan gelen kısa ve küçümseyen cevaba; anlamlı bir cevapla başlayan makalede şu paragraf üzerinde günümüz insanı ne kadar düşünse ve bilgilense azdır:
"Görüldüğü gibi günümüzdeki diyalog kahramanlarının düştüğü hıyânetin târihî temelleri, yakın geçmişteki dayandığı temeller de yine bu üç şövalye ve onları üstâd edinen eskiler… Piyonlarına diyaloglarda Teslîs’i bahis mevzûu etmeyin diye ta’lîmât veren alçakların bu hâinliği de orijinal değilmiş… Pisliklerin tamâmının adresi işte bu zındıklar…
Şu zındıklıkların sâhibine “İslâm âlimi” diyebilenin sıfatı ne olabilir? Bizim ehl-i insâfımıza, nâzik ve kibarlarımıza soruyoruz, bunun vasfı nedir?"


Evet, yeri geldikçe dillendirmeğe çalıştığım bir hakikati Guraba'da görmek bana azim verdi..
Ne zamandan beri zındıklar, mülhidler alim saygısı görüyor? Kıyamet alametlerinden olan bu durum, ümmetin en büyük açmazlarından biridir. İsim isim bu zındık yada dinde reformcularla; ilim kılıncı en iyi şekilde bilenmiş olarak mücadele edilmesi, zamanın en büyük cihadlarından bir cihaddır.
İman hırsızları, ehl-i sünnet kal'asını; ismi, bizim ismimize benzeyen ve fakat sıfatları maymun, sansar, domuz olanlarla yıkmaya cehd ettiği bir garib ahir zaman diliminde Guraba, Rıhle, Semerkand gibi dergilere abone olmak; yayılmasına ve yaşamasına katkıda bulunmak, hayati önem arz etmektedir.Bu dergileri almamak, desteklememek vebaldir! Blog sayfamda sağ tarafta dergi üzerine tıkladığınızda içeriğine ve konularına ulaşmanız mümkün.
Allah (cc) ehl-i sünnet itikadını savunan her ses ve yayına uzun ömürler versin, fahiş hatalardan muhafazaeylesin.Amin.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Bey'at nedir ? Bey'at ile inabe arasında fark

Lügatte:Bey'at; bağlılığını, itimadını bildirmek.Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını açıkça ortaya koymaktır. Bağlılığını tazelemek. Rey vermek. (Biad-ı Rıdvan gibi ) A'raf :172; Taha:115; Al-i İmran: 81; Ahzap : 7; Fetih : 18 nci ayetler Biat/bey'atın delillerinden bazılarıdır.
Peygamberimiz aleyhisselatü vesselamın nübüvvetleri üç bölümdür:
1- İlahi hükümleri olduğu gibi bildirmek,
2- Bu İlahi hükümleri insanlara, tatlı dil ve ince hikmetlerle kabul ettirmek,
3-Aynı İlahi ölçüleri, anlayışsızlara, nadanlara ve nasipsizlere doğrudan doğruya tatbik etmek...

Allah Resulünün vefatlarından sonra, bu üç türlü vazifeyi bir arada yerine getirebilecek yetenekteki insanlar ancak otuz-kırk senelik bir zaman diliminde (dört halife gibi) yaşayabildiler. Ondan sonra İslamiyet ve İslam diyarı o kadar genişledi ki, merkezi nizam bozuldu, fesat ve fitneler çoğaldı ve bu vazifeler taksim edildi. Birinci maddedeki vazife ilim adamlarına, ikinci maddedeki vazife evliyaya, üçüncüsü de hakimlere intikal etmek üzere bölüşüldü. Allah Resulü ve raşid halifelerinden sonra üç ana madde de özetlenen işleri yapabilecek güçte insanlar, geniş İslam aleminde kalmadığı için, vazife taksimine gidildi.[1]

Üçüncü vazifedeki hakimleri, halifeler, ulul emr makamındaki zat olarak anlamak mümkün. Zira İslam'da halife, ulul emr, şeriatin uygulanmasını kontrol eden, şura'ca da kendisi kontrol edilen, imam ve kadılar tayin eden, hadlerin ve cezaların, cuma ve bayram namazlarının, askerlerin teçhizinin, kafir saldırılarına karşı siyaset uygulanmasının, velisi olmayan küçük yaştaki çocukların korunması ve evlendirilmesi, asayiş, ganimetler gibi daha birçok meseleden sorumludur.[2]

Halifeye bey'attan ayrılanlarla ilgili Peygamber efendimizin (SAV) biz ümmetini ikaz ve tehdit eden hadisleri düşünüldüğünde, bey'atın Kitap , Sünnet ve sahabe-i kiram'ın icması ile sabit olan bir husus olduğu, inkarının küfür olduğu, yani insanı din-i İslam'dan çıkardığı iyi kavranmalıdır.[3]

Bugün böyle biri yok. Bilindiği gibi, cihad emiri, imam; ulemanın ittifakıyla kendi içlerinden seçilerek, mü'minlere kadıyı, cuma imamlarını tayin eder.[4] Cihad emiri vasıflarını taşıyacak biri de maalesef yok. Peki "Her kim, boynunda halifeye bey'atı olmayarak ölürse, cahileye ölümü ile ölür." [5] hadis-i şerifi de ortada ..! Bu nokta da başka bir eserden nakil yapmaz isek, bunalmış bir vaziyette yerimizde mıhlanıp, rengimizin atmış olacağı muhakkaktır.!

Bey'at üç kısımdır:
1- Peygamberlere (AS) bey'at
2- Varisül enbiya olan meşayıhın, yani evliyanın bey'atı,
3- Emir sahibi, hükümdar kişilerin bey'atı.
Hakikatta üç kısım da da bey'at edilen Allah-ü Tealadır.. Fetih suresi : 10'da :
"Gerçekte sana bey'at edenler, Allah'a bey'at ederler, Allah'ın kudret eli onların elleri üzerindedir." buyrulmuştur. Cenab-ı Hak peygamberi kendi yerine naib, vekil kılmıştır. Aynen onun gibi, sahabe-i kiram'da Peygamber Efendimizin (SAV) vekilleridir.Bey'atın şartlarından olarak, tâbi olunan zatın, Allah'a isyan olmayan her emrinin yerine getirilmesidir.

Tasavvuf ehli yanında bey'at, Allah'ın yasaklarından zahiren ve batınen kaçınmak için, bir mürşid-i kamil eliyle tövbe etmektir. Bazı kimseler mürşid'e bey'atın bir şey ifade etmediğini, maksadın halife seçimi olduğunu söylemişlerdir.Onların bu sözü gibi, sahabe-i kiram bazen İslam’ın hükümlerini yerine getirmek, bazen de sünnete bağlı kalmak için; bid'atlerden korunmak için ve taatlere istekli olarak devam etmek için Peygamber Efendimiz (SAV)'a bey'at etmişlerdir.

Peygamberimiz (SAV) Ensar kadınlarının bir kısmından, bağırıp çağırarak ağlamamaları, Cerir (RA)'la yaptığı bey'at da özel bir şartla insanlara nasihat etmesini şart koştuğu; Ensar'ın bazılarına, kimsenin kınamasından korkmamalarını ve nerede olurlarsa olsunlar hakkı hakikati söyleyeceklerine dair şart koştuğu; Rıdvan ağacı altında canlarını ve mallarını korudukları gibi, kendisini de koruyacaklarını, ölünceye kadar sözlerinden, ahdlerinden; bu biatlerinden dönmeyeceklerine dair söz almıştı.

Sahabe döneminde herkes takva ipine yapıştığı için, böyle bir bey'at yapmaya ihtiyaç yoktu. Asırların en hayırlısı olan 2. ve 3. asırlarda böyle bir bey'atın olmamasının bir başka sebebi, insanların, bey'atı (inabeyi) halife seçimi ile karıştırarak, fitnenin doğmasına sebep olacağı endişesindendir.Bu asırlarda "hırka" bey'at yerine geçiyordu.Halifeye bey'at etmek sünneti unutulunca bu sünneti canlandırıp günümüze kadar taşıyan sofiler cemaatı olmuştur.Tarikatler bu sünneti tekrar dirilttiler. Şah Veliyullah Dehlevi (KS) bu vakıa ile tasavvuf erbabının, bu sünneti ihya etmekle kıyamete kadar, ecre ortak olduğunu belirtmiştir.[6]

Peygamber ve raşid halifeler, halifelik...iyi insanlar iyi atlara binip gittiler mısraları gibi oldu.Biz ahir zaman Müslümanlarına, Peygamber varisi, hem zahir, hem de batında varis mürşid-i kamillere uymak, onlara bey’at etmek ve böylece mahrum olmamak..

Bu üçüncü kısma inabe deniliyorsa da, mahiyet olarak Peygamber varisi mürşid-i kamile, (şeyhe) uymak, ululemirsiz zamanda Peygambere uymak gibidir.Tabi birinci kısımdaki bey'at edilecek veliyyül emir olan halifenin zaruretini ihmal etmek anlamına gelmez bu söylediklerimiz.

Her mükellef, Müslüman tarikat ehli de olsa, bu farizayı da yerine getirmek için çalışmak mecburiyetindedir. Bu nokta da ümmet; kargaşa, acizlik, bunalımlı, şaşkın, güçsüz ve biçare olabilir.Zulmün yada küfrün baskın olduğu dönemlerde - varisül enbiya olan meşayıhın, yani evliyanın bey'atı- nasiplileri için daima, kıyamete dek mevcut bir makam, açık bir kapıdır.

Başta İmam-ı Rabbani kuddise sirruh efendimizin hayatı olmak üzere Afrika ve Hint illerinde, Kafkaslardaki Nakşi direniş ve cihadı buna en güzel misaldir.Böyle bir devir, tıpkı Allah Resulünün Mekke'deki şirk hükümeti içindeki gizli tebliğ, gizli namaz devrini anımsatıyor.En azından böyle zulüm dönemlerinde Müslüman, Allah dostu, Peygamber sevgilisi bir veliye bey'at ve rabıta yapmış olmakla, Allah ve Resulüne bağlanmanın somut bir gerçekliğini yaşamış, başsız ve bağsız kalmamış olmaktadır. Ahir zaman fitnelerinden kurtulmanın, küfre/tağuta karşı kalbi nefreti canlı tutmanın, büyük nefs cihadına başlamanın, Allah için sevmenin ve nefret etmenin insan kalbinde canlı tutulması hayati bir anlam ifade eder.

Bugün çevremizde gördüğümüz, ulul emr yok ne yapalım diyerek; cihadı, ulul emrin/Mehdi (as)'ın gelmesine bağlamak ve böylece nefsani bir hayatı yaşamak tehlikesi bertaraf edilmiş olur. Yoksa her mürşid-i kamil, bir halifeye bey'at etmek mecburiyetindedir. Halife ve ulemalar topluluğunun seçtiği bir cihad emiri olmadığı zaman, vazife mürşid-i kamillere düşmektedir.

Bu noktada Şeyh Seyyid Muhammed Raşid kuddise sirruh hazretlerinin mükemmel tesbitine katılmamak mümkün mü ?
"-Gavs Hazretlerine sorulmuş :
-Efendimiz, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardı. Şimdi hepsi gevşemişler ve tembellik içindedirler. Bu niçin böyle oluyor ? mübareğin cevabı :
- Evet artık hidayet kalmamış da ondan. Bizimkisi, bu zamanda vallahi bir idaredir, aldatmaca gibi bir şey.. Çünkü tam hidayet şimdi hazreti Mehdi'nin elindedir.Tam manasıyla hidayeti O yapacak.Biz ise çoluk-çocuk nasıl aldatılırsa, eğlenirse öyle yapıyoruz."[7]

Bu mütevazi cümlelerden şunu anlıyoruz: Şeriatın hakim olduğu devirlerde, hemen her sofi veli olur, seyr-ü sülük tamamlardı. Mollalar, alimler çok olurdu. Şeriatin olmadığı devirlerde, tarikat, kişinin şahsında ve birazda evinde İslam'ın emirlerinin, zahirinin nisbeten yaşanmasına sebep olur. Oysa bu, mutlak manada tarikatin hedefi değil, zahir ilmi olan şeriatın hedeflerinden birisidir. Tarikat batını, ahlakı, hal'i güzelleştirir, yakini arttırır. İnsanı Allah'a yakın ve dost yapar.Kişiye namazı, namaz gibi kılmayı öğretir.Takva bir hayat kaçınılmaz olur. Hülasa, Gavs hazretleri demek istiyorlar ki, biz bugün sofileri, sırat-ı müstekıym de tutmaya vesile olduğumuza, ayaklarının kaymadıklarına şükrediyoruz. Uçmak, diye latife yollu söylenen o kerametli hal sahibi sofi nadirattandır. Zaten İslami itikat ile amel-i salih sahibi olmak az bir keramet midir şu ahir zamanda?

Fir'avn sarayında, Hz.Musa (AS)'lar yetişiyor. Hiç değilse insanlar küfre düşmekten, büyük günahlardan uzaklaşmış oluyorlar.Buna rağmen, kitaplarda okuduğumuz, bize inanılmaz gelen şeyler de zuhur etmiyor değil..! Evet, Bey’at, intisab maddi ve manevi bir bağlılıktır. O bey’at sırasında verilen sözlerin yerine getirilmesi için gayret sahibi olmakta “nezir” ve hükmü “vacip” olduğundan meselenin ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışmalıyız.[8] Bir kapıya kapılandıktan sonra, tevbe/inabe/bey'at ile mürşid elinde sözleşme yapan kişi, artık bu işin sorumluluk ve ciddiyetine uygun hayatını düzenlemek zorunda olacaktır.
Şüphesiz bu konu etrafında yazılacak şeyler bundan ibaret değil. Bir dost acele bu konu ile ilgili bilgi paylaşımı beklediği için, pazar günü fazla uzatmamak adına, "Allah'ım bildiklerimizi anlamayı ve yaşamayı nasip eyle" duasıyla noktalayalım.

[1] A.Arvasi, Rabıta-i Şerife/ sadeleştiren N.Fazıl, sh: 127
[2] Ömer Nesefi, Metn-i Akaid
[3] Kelimeler Kavramlar, Y.Kerimoğlu I/ Hilafet mad.
[4] İbn Hümam, Fethül Kadir, Kerimoğlu, Kelimeler-Kavramlar 1/103 ayrıca İmam Ebu’l Hasan Habib el Maverdi’nin “El Ahkamu’s Sultaniye” adlı eseri..
[5] Sahihi Müslim
[6] Mektubat-ı Mevlana Halid (KS) Nakşibendiliğin Şartları başlığı, sh: 63-67
[7] Şeyh Seyyid M.Raşid Erol (KS)'un hayatı, Menzil Yayınevi,sh: 87
[8] Yusuf Kerimoğlu, Fıkhi Meseleler, 5. Kitap, sh: 239

20 Şubat 2009 Cuma

Mehmet Şevket Eygi'nin maksadı aşan bir cümlesi !

Muhterem M.Şevket Eygi bugünkü yazısının bir paragrafında şöyle demiş: "5. Tarikat, iyi adam, iyi insan, iyi ve olgun Müslüman yetiştirme ocağı ve mektebidir. Müridler yıllardan beri tarikat içindeler ve iyileşememişler. Demek ki, orası bir tarikat değil." (!)

Son derece hatalı ve veballi bir söz ! Bu mantıktan yola çıkarak bir müsteşrik de -haşa- "Müslümanlarda yalan, talan, pislik, her türlü sahtekarlık, terör...var, binaenaleyh demek ki, dinlerinde.." diyerek konuşmasını sürdürse yine haşa haklı bir tespitte mi bulunmuş olacak..?

Muhterem yazar, içimizden bazı yozluklara kızmış olabilir. Ben de çok kere, başta kendimi ve içimizdeki bu yobazlıkları ağır tenkit ederim. Ama elmalarla armutları karıştırmamalı..

Mezheplerden hanefi, tarikatlerden de nakşibendiliğin biiznillah kıyamete kadar bozulmadan devam edeceğini büyükler haber vermişlerdir ve söz gelimi nakşibendiliğin bir kolunda her zaman kamil, mükemmil bir irşad edici mürşid var olacaktır.

Nasıl ki, sıffın, cemel, ifk gibi üzüntü veren tarihi hadiseler haşa Kainatın Övüncü sallahü aleyhi vesellem Efendimiz'in terbiyetine en küçük bir halel getirmez ve Allah-ü Tealaya bühtan gibi bir aldanma ve ahmaklıkla neticelendirilemezse; aynen bunun gibi günümüzde kamil bir irşad edicinin kapısına kabul edilmiş mürid adaylarının, adam olmazlıkları kapıya asla mal edilemez..! Muhterem Eygi'nin bunu bildiğini biliyorum, dediğim gibi birilerine öfkelenip klavyenin başına geçince maksadını aşmış olduğunu düşünüyorum.

Bu vesile ile şu gerçeğin altını da kendim, kişisel sohbetlerde hep dillendirmişimdir: Eskiden kaza namazı olanı tarikate almazlardı ve daha pekçok ağır şartlar mevcut idi. İstiharede kabul olunuşa işaret olmaksızın, aylarca kapının müridi/sofisi olması beklenirdi.

Lakin günümüzde şartlar değiştiğinden; tarikatlerin amacı da değişmiştir. Eskiden var olan imanda yakini ve takvayı esas alan tasavvuf büyükleri; "imanın ateşten bir kor" olarak eli ve evleri yaktığı ahir zaman modernitesinde, tevbe ile iman selametini, beş vakit namaz, oruç gibi taatlere devamı sağlamayı (haccı bile değil) birincil gaye ittihaz eylemişlerdir.

"İmanda istikamet üzere olmayı" temel hedef olarak seçen bir mürşidin, bağlılarından elbette, tadil üzere namaz, sünnet üzre sakal, temiz giyim ve ahlak; takva üzere zikirli bir gönül görmeyi istemesi eşyanın tabiatı gereğidir.

İbn-i Abidin'de okumuştum. "Günümüzün takvası şirkten korunmaktır", buyrulmaktaydı..Dini yalnızca Allah'a has kılacak şirksiz bir tevhid inancı ve en son riyadan korunmak..

Eskiler bunları aştığı için, tarikatin konusu da, vera/takva üzere zakirlerin gönül aynalarını parlatıp cilalamaktı. Bu konuda pekçok örnekleme yapılabilir.

Bir kapıya bağlı olan kişi de, kendisini "olmuş" havasına sokmadan; kibir ve riya kontrolü ile, kendisini o kapının sevenlerinden (muhip) saymayı bile-müridlik şöyle dursun- haddi aşmak olarak bilmeli ve "kişi sevdiği iledir" düsturunu sermaye edinerek; kapıya kabul edilişi, Allah Tealanın bir ikramı/merhameti bilmelidir.

Elbette, sakal bırakan; başını tesettüre göre örten bir insan çok daha teyakkuz ve nefsi murakabe altında sosyal yaşam içindeki davranışlarına daha çok özen gösterecektir, göstermelidir.

Namaz zamanı takkeli tespihli, namaz bitip içeri müşteri girince liberal bir cani olarak kimlik değiştirmemelidir! "Bizden-öteki" ayrımı yozluğuna saplanmadan; eski derviş tüccarlar gibi gittiği ülkelerde hep dosdoğru İslamı, tasavvufi boyutu ile yaşayarak örnek kimse olarak, karşısındakileri etkisi ile atmosferine çekebilme potansiyelini her daim taşımalıdır.

Sekülerizm, liberalizm, vahşi kapitalizm, global dünya...yani ahir zaman. Yüz şehid ecri almak sanıldığı kadar kolay değil ama sanıldığı kadar da zor değildir. Aksine şu zamanda beş vakit namzaı "dosdoğru" kılan, oruç ve zenginse zekat/hacc..ve dahi haramı haram bilip kaçınan, helali helal bilip kamil bir Allah dostunu zamanın imamı bilerek biat eden (bey'at da diyebiliriz, zira halifesiz bir toplumdayız) insanın, mürid adayı olarak kamil bir şeyhe intisabı, muhabbeti, (cahiliye ölümünden de) kurtuluş reçetesidir.

Hz.Mevlana'nın (ks) buyurduğu gibi, ahir zaman fitnelerinden kurtulmaının biricik yolu, bir mürşidin nazarına ilişmekten geçmektedir.
Sahte Kalkancı'ların, organize bir şekilde toplum hafızasındaki tahribatı, güneşin önündeki kara bulutlar gibi görünse de, ezelde nasibi yazılı olanlar; bu muhabbet sofrasından nasiptar olmaya ve bir kapının sevdalısı olarak, son nefes kaygısı ile yaşamlarına dikkat etmeye devam edeceklerdir.Zira yeryüzü Allah dostu veliden hiçbir zaman azade ve mahrum olmayacaktır. Mahrumiyet güneşe karşı kafalarını kuma gömenler içindir vesselam.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Sakal-sarık yada 3 türlü vahiy..

Soru: "Sakal ve sarık sünnet midir? Muhalif kaviller olduğu için soruyorum. Mesela Yaşar Nuri Öztürk, "Ebu Cehil de sakallıydı ve sarık sarıyordu; o yüzden sakal ve sarık sünnet değildir. Yörenin ve zamanın adetleridir" diyor."
Cevap: Sakal ve sarık sünnettir. Ebû Cehil'in veya diğer herhangi bir inkârcının sakallı-sarıklı olması, bunları sünnet olmaktan çıkarmaz. Bilindiği gibi vahiy üç türlü ahkâm vaz etmiştir:
1. Önceden hiçbir şekilde bilinmeyen ve uygulanmayan hükümler; ibadetler için niyet şartı, abdest, gusül... gibi ahkâm böyledir.
2. Mevcut uygulamaları kökünden kaldıran hükümler; faizin yasaklanması gibi.
3. Mevcut uygulamaları ıslah eden, daha doğrusu "İslamîleştiren" hükümler; alış-veriş, nikâh, talak, hac, vakıf... ahkâmı gibi. Sakal ve sarık da böyledir. Efendimiz (s.a.v) bu tür uygulamaları belli bir şekil ve içerik değişikliği ile tatbik ettiği için artık bunların inkârcılarla ilgisi kesilmiş demektir.
Cahiliye döneminde müşriklerin Kâbe'yi tavaf ettiğini biliyoruz. Nasıl bu durum hac ibadetinin İslam'a has olduğu gerçeğini değiştirmezse, sakal, sarık vb. uygulamalarda böyledir.Ebubekir Sifil

17 Şubat 2009 Salı

Oryantalizmin gayri meşru çocuğu modernizm

Muhterem Ebubekir Hoca; yine, son zamanların en önemli makalesine imza attı. Hem çok önemli, hem de acı gerçeğimiz..Yazı pek meşhur ilahiyatçılarımızı isim isim sıralamasa da (zaten bilen biliyor) son derece net tarifini yapmış durumda..
Önemine binaen defalarca okunacak ve tez konusu yapılabilecek yazı üzerinde zaman ve uygun ortamım olsaydı can'ca durmak gerekiyordu.İtikat hırsızlarına, bizden gözüken ehl-i sünnet caddesinin kargalarına karşı ümmetin bir kısmı kaybedilmiş durumda! İşte o yazı :

"Modern zamanlar, Yahudisiyle Hristiyanıyla bütün bir Ehl-i Kitab'ın, kadim zamanlardan beri genetik olarak taşıyageldikleri İslam düşmanlığını "kaleyi içeriden fethetme" metoduyla "içimizden" birilerine zerk etmeyi başardıkları zaman dilimi olarak temayüz eder.
O "içimizden" olanların "bizden"liği geneli itibariyle aslında sadece görüntüden ibarettir. Onlar, Müslüman bir bedende gayrimüslim bir ruh taşımaları haysiyetiyle sadece kalıp, isim, görüntü olarak müslümandır.
Muhammed Mustafa el-A'zamî hocanın, dilimize Kur'an Tarihi adıyla çevrilen eserini (İz yay., İstanbul-2006) kaleme almasına sebep, Toby Lester simli bir gazetecinin Kur'an'ın "kaynakları" ve tarihi konusundaki uzunca makalesidir.
Lester o makalesinde İslam dünyasında revizyonculuğun hareket halinde olduğundan sitayişle bahseder ve bu kategoride Nasr Hamid Ebu Zeyd, Taha Hüseyin, Ali Duşti, Muhammed Abduh, Ahmed Emin, Fazlur Rahman ve Muhammed Arkoun'u zikreder. (Bu isimlere daha pek çok kimsenin ilave edilmesi gerektiği açık!) Bir de tavsiyesi vardır: Ortodokslukla "içeriden" savaşmak!
Burada "Ortodoksluk" olarak ifade edilen, Ehl-i Sünnet'tir ve onunla baş etmenin yolu ustaca keşf edilmiştir: İçeriden birilerini temin edip manivela olarak kullanmak. Bu yapıldığında, Oryantalistler adına konuşanlar Ahmet, Mehmet... adını taşıyan ve bizimle aynı dili konuşan, aynı ortamı paylaşan, hatta bizimle camide aynı safta durup aynı imamın arkasında namaz kılan kimselerdir. Ümmet onların söylediklerine ısınmakta, hatta onları benimsemekte yabancılık çekmeyecektir. Aslında söyledikleri Oryantalistler'in söylediklerinden farklı olmadığı halde, Oryantalistler'e gösterilen tepki, sırf "aramızda" olmaları dolayısıyla onlara gösterilmeyecektir.
Aşağıdaki iki alıntı, "içerden" yürütülen savaşın, müsteşriklerin zihniyet beslemesi İslam modernistlerinin, velinimetlerinin izinden nasıl sadakatle yürüdüğünü çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır:
Michael Cook: "Geleneksel İslam, vahyin, zuhur ettiği ortamı yansıttığı düşüncesine direnememiştir... Ama geleneksel İslam, içinden çıktığı toplumu biçimlendiren bir kutsal kitap düşüncesinden, o toplumun ürünü olan bir kitap düşüncesine asla sıçrayamamıştır..."
Nasr Hamid Ebu Zeyd: "Eğer metin, 7. yüzyıl Araplarına gönderilmiş bir mesaj ise tarihsel olarak onların dil ve kültürünün hususi veçhelerini kabul eden bir tarzda biçimlenmiş olmalıydı. Dolayısıyla Kur'an bir insan muhitinde şekillenmişti. O, kültürel bir üründü."
İki metin arasındaki benzerliğin altını çizmeye gerek var mı?
İlginç olan şu ki, bundan fazla değil 50 sene önce bu iddiaların bir "Müslüman" tarafından dile getirileceğini hayal etmek bile mümkün değildi. İslam dünyasında Oryantalistler'e yazılan reddiyelerin büyük bir yekünü, onların Kur'an hakkındaki o bildik iddialarını redd ve tevhin amaçlıydı. Hatta 50-100 sene öncesinin revizyonistleri bile Oryantalistler'in İslam'ın mukaddes değerlerine ve kaynaklarına yönelttiği isnad ve iftiralara tepki göstermede en az "ortodokslar" kadar hassas ve gayretliydi. Nereden nereye!!
Şimdilerde Oryantalistler'e yönelik herhangi bir reddiye görülmemesinin açıklaması tekdir: Evet kale içeriden fethedilmeye başlamıştır!
Prof. E.L.Mascall'ın, Kitab-ı Mukaddes uzmanı Van Buren'den bahsederken kullandığı, "(O) Hristiyanlığın sekülerleştirilmesinin temel ilkelerini genellikle dilbilimsel analiz olarak bilinen felsefi okulda bulmaktadır" ifadesini aktardıktan sonra, "Böyle bir şey Kitab-ı Mukaddes çalışmalarında dilbilimsel tahlillerin amacı ise, bu yöntemi Kur'an'a uygulamadaki temel saik ne olabilir?" diye soran el-A'zamî, cevabı yine kendisi verir: "Bu, Müslümanların tahammül sınırının dışında olduğundan alternatif strateji, kutsal kitabın yerine yerel dillerdeki tercümelerini koymak, sonra da onların konumunu şişirerek orijinal Arapça ile aynı düzeye çıkarmaktır. Bu yolla, üçtebiri Arap olmayan Müslüman toplumlar Allah'ın gerçek vahyinden koparılabilecektir..." Dr.Ebubekir Sifil / Milli Gazete

15 Şubat 2009 Pazar

Saadeti Ebediyye ilmihali konusunda..

Bu blogda makaleler kısmında Muhterem Ebubekir Sifil hocanın okuyucu sorularına cevap olarak yazdığı "Saadeti Ebediyye" isimli makalesini yayınlamıştım.

Osman İslambuli ismiyle aldığım mailde hocanın hatalı görüşlere yer verdiği ifade edilmişti.Blog sahibinin cevaplarını paylaşmamış ve kısa cevap vermek için uygun zaman kollarken, Ebubekir Sifil hocanın aynı konudaki cevabi yazısını az önce okudum..

Şunu peşinen belirtmekte fayda var: Ebubekir Sifil hoca - Allah (cc) kendisinden razı olsun- yalnızca ehl-i sünnet itikadının itidalli savucusu değil; aynı zamanda tasavvufi damarı olan, Allah dostu velinin ne demek olduğunun şuurunda bir alimdir. Dolayısı ile kendisinin İmam-ı Rabbani (ks) yada Abdulkadiri Geylani (ks) gibi büyüklere (Osman Bey'in dediği gibi) kelimenin en hafifi ile "edep dışı/saygısız" olmasına asla ihtimal bile vermem.

Osman Bey, kendi blogunun linkini de vermemi istemiş ama yanı blogda bir süre sonra blogun kapatılacağı belirtildiği için bunu pek anlamlı bulmuyorum.Dediğim gibi nasılsa Ebubekir hoca konunun birinci derecede muhatabı olarak cevabi makale yazmaya başladığına göre; sevmediğim tartışmadan uzak olarak inşallah öğrenci olarak izlemeyi sürdüreceğim.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Zaruri bir açıklama

Muhterem Ebubekir Sifil hocanın yazısını az önce (saat: 17:00) okudum. Müslümanlar nelerle uğraşıyoruz..!
Evet ehl-i sünnet itikadına ters ve zararlı görüşler serdedenlerin -yalnızca bu hatalı görüşlerini- tenkit etmek hem emr-i bi'l ma'ruf adına bir vazife, hem de ehl-i sünnet itikadına aidiyetin tabi bir neticesidir.

Bu noktada sapla saman birbirine karıştırılıyor.Kaş yapayım derken, gözler çıkarılıyor.

Biri Efendimiz sallahü aleyhi vesellem ve güzide ashabına (talihsizce yada alçakça dil uzatıp) tenkit ettiğini ileri sürüyorsa; bizlerin bu noktada alim olmamız gerekmiyor. Müslüman olmak ve ümmeti olduğumuz Alemlerin Övüncünü (sav) ve övdüğü ashabını bizlere savunduran bizatihi imanın kendisidir.

Bunun dışında ehl-i sünnet itikadına karşı bilerek yada bilmeyerek saldıranların beni ilgilendiren, yalnızca görüşleridir. Yukarıdaki başlık muhterem Ebubekir Sifil hocanın bugünkü Milli Gazete'deki makalesinin başlığıdır.

Yazısındaki şu satırlara aynen uymaya çalışmışımdır : "İnsanların özel hayatıyla, aile yaşantısıyla, niyetiyle, karakter yapısıyla, geliriyle-gideriyle... ilgilenmeyi, bu ve benzeri hususlar hakkında beyanlarda bulunmayı, bunlar üzerinden eleştiri yapmayı, karalama ve yıpratma kampanyası yürütmeyi çirkin ve ahlak dışı bulurum. Bu türlü "kirli" oyunlara tevessül etmeye hiçbir zaman prim vermedim, ihtiyaç duymadım. İnsanların izzet-i nefsinin rencide edilmesini hiçbir zaman onaylamadım."

Yazının tamamını okuyan, "vasat ümmet" çizgisinin neresinde olduğumuzu tekrar sorgular.
"A" şahsı reformcu görüşünden dolayı tenkit etmek başka şey, "bel altı" vurmak gibi bir çirkinlik başka şey..Hele özel yaşantısından, ahlaki durumundan bize ne..!

Ebubekir Sifil hoca gibi naif, yumuşak huylu, sabırlı, geçimli ve ism-i haslar konusunda son derece özenli/dikkatli biri için bir sitedeki uydurma yorumun sahibi; hocayı hiç tanımamış..
İşte kaş yaparken göz/gönül yıkmak tam da bu oluyor..Vebale bakar mısınız?Güya ehl-i sünneti savunuyor..

Bir şey daha var : Bu blogda da, pekçok blog gibi, bazı yazarların ismen, ehl-i sünnete uymayan görüşlerinin tenkidinden oluşan bir yekun göze çarpmaktadır. Zaten blogun amacı bu. Yani Müslümanları Allah (cc) rızası için uyarmak. Ama bu konu, hastalık derecesinde hayatımızın merkezi olmamalı ve ifrat/tefrit çizgisine ulaşmadan yapılırsa fayda sağlar diye düşünenlerdenim.

Zaten bu sebeplerden blogu yorumlara kapadım ya..Uzun tartışmaya ne zaman nede ihtiyaç var. Her görüşün müşterisi vardır. Herkese dualar ederim.Allah cümlemizi hidayet ve istikamet üzere eylesin.Amin.

13 Şubat 2009 Cuma

'Türk-İsrail derin devleti' Kişisel bilgilerimiz İsrail'de / İbrahim Karagül

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Davos'da İşgal devletinin başına çıkışı gönüllere güzel geldi ama, yağmalanan bir ülke adına yapılması gereken o kadar çok şey var ki..Bakkal dükkanı yönetmiyoruz ve derinlerle de mücadele ediyoruz ama; sürünün çobanı olarak, güttüğümüzün sorumluluğu konusunu da hatırda tutmak gerekiyor.Aşağıdaki yazı baştan sona okununca, dediğim örneklenmiş olacak.
"1- RADWIN adlı şirket, Milli Eğitim Bakanlığı'nın okullarda internet ağı kurmak, okulları birbirine bağlamak, sistem satmak için, üç-dört aydır Milli Eğitim Bakanlığı'na baskı yapıyor mu? Bu şirketin merkezi Tel Aviv değil mi? Şirket, Ankara'daki İsrail Büyükelçisi üzerinden ne tür girişimlerde bulundu? Amacına ulaşırsa, bütün çocuklarımızın kişisel bilgileri Tel Aviv'de depolanmış olmayacak mı? Aynı şirket bir ay önce bir devlet bankasının ve bir ilaç firmasının sistemlerini hazırladı mı? Öyleyse bu bankanın bütün müşterilerinin verileri İsrail'e aktarılmış olmadı mı?"

12 Şubat 2009 Perşembe

Hıfz etmek 'muhafaza etmek'tir

Ezbercilikten şikayet edenlerin baştan sona okuması gereken Dr.Ebubekir Sifil'in yazısından bir alıntı.
"Bu durum eşyayla ilişkimizi son derece olumsuz biçimde etkilemiştir. Tüketim toplumu olmanın vazgeçilmez şartı olan “kullan ve at” ilkesine hepimiz titizlikle riayet ediyoruz! Hafızasız bir toplum haline gelmiş olmamız bundandır; muhafaza etmeye değer bir şeyi kalmayanlarımızın sayısının gitgide artıyor olması bundandır.
Aynı durum hıfz ederek muhafaza etme konusunda da geçerli. Eğitim sisteminde “ezberlemek”, modası geçmiş, hatta yanlış bir metot olarak görülüyor artık. Sanki ezberlemek öğrenmeye mani imiş gibi, ilgililerin ağzından “eğitimde ezberciliğe dayalı metot günümüzde geçerliliğini yitirmiştir” tarzındaki cümleleri duymak kimseyi şaşırtmıyor. Oysa biz, ilmin sadırlardan (hafızalardan) satırlara geçtiğinde kaybolmakla yüz yüze geldiğine inananların kurduğu bir medeniyetten geliyoruz."

7 Şubat 2009 Cumartesi

Namazla Diriliş..

"Kur’an’da namaz konusuna hassasiyet göstermemizi emir ve tavsiye eden hayli ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan birisinde “Namazlarınızı ve orta namazını muhafaza edin” (Bakara, 238) buyurulur. Başka ayetlerde de müminlerin özellikleri bağlamında, “Onlar namazlarını muhafaza ederler” (En’am, 92; Mü’minûn, 9; Me’âric, 34) buyurulmuştur. Bu ayetlerde kastedilen, namazların vaktinde ve ta’dil ve erkâna riayet edilerek kılınması olduğu halde, ayetlerin “muhafaza edin” kelimeleriyle gelmiş olması şüphesiz son derece anlamlıdır."Ebubekir Sifil

Geçen akşam Namaz Gönüllüleri Platformunun bir konferansındaydım. Cemil Tokpınar, Ahmet Bulut hocaların akıcı sohbetlerini dinledik. İlk olarak Ahmet Bulut, yağmaya hazır yağmur bulutu gibi hem ağladı, hem ağlattı; derinliğe yakın ve güzel yüzünden çıkan etkili ses tonu ile..
1400 yıl öncesine ait bazı tabloları adeta yaşattı bizlere..
Cemil Tokpınar ise, uyutmamak için bazı trajikomik mizansanler sergiledi ve güldürerek düşündürdü tıkabasa dolu salonu.

Ebubekir Sifil hocanın yukarıda alıntıladığım yazısını ile namazla diriliş konferansı bir araya gelince, biz Müslümanların -kılmamıza rağmen- namazı ne kadar az anladığımız üzerinde ne yazılsa, ne anlatılsa, ne kadar düşünülse azdır diye iç geçirdim.

Ne namazlarımız bizi kötülüklerden alıkoyuyor, nede namaz kılmak için bu dünyaya geldiğimiz şuuru ile ahlakımız namazlaşıyor..

Sanırım Kur'anda 70 yerde "namazı dosdoğru" kılmamız buyruluyor ve sayısız hadis-i şerifler.. Namazın iç ve dış şartlarının da yine kabuğu/kışrı sayılacak ama olmazsa olmazlarından tadil-i erkan (vacip) gibi hayati konular yinede özü değil..

Özü, hayatı namaz yapabilmekte ve namazı Efendimiz sallahü aleyhi vesellem gibi sürekli özleyebilmek. Asra and olsunki insanlık buhranda/bunalımda..O, sallahü aleyhi vesellem en sıkıntılı anlarında hemen namaza koşardı..Bizse geciktirerek ve daha da kısaltarak..

Allah Teala, bizi kendisine ibadet/itaat için yeryüzüne gönderdi.Bir anlamda namaz kılmak ve bir anlamda "sadıklarla birlikte olunuz" ayetince mürşid-i kamil olan zatı bulmak için denilse sanırım yanlış olmaz.

O'nun sallahü aleyhi vesellem gözünün nuru idi namaz. O'ndan sonra gelenler tahiyyatta O'nu sallahü aleyhi vesellem baş gözleri ile göremedikleri namazları tekrar kılarlardı.

Namazla Diriliş, "kıl beni ey namaz" diye bakışımızı ve düşüncemizi yenileme mesajı veriyor aslında..Namazı "dosdoğru kılma"nın, "muhafaza etmenin" ne olduğunu anladığımız ve uyguladığımız gün, mahşer bizim nurumuzla aydınlanır.

Namaz üzerinde ne kadar çok tefekkür etsek azdır.Çünkü o sağlam bir kulp ve kurtuluşun anahtarı.

HABERÎ SIFATLAR VE İTİKADIMIZ

"Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala'ya havale etmek ve bunu "tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek" yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu'l-Merâm sahibinin de el-Mevâkıf'tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki "el"den, "göz"den, "yüz"den… herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse, "Buradaki "el", bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur" dememiştir"Ebubekir Sifil

3 Şubat 2009 Salı

Türkiye oyun bozdu, İsrail darbe istiyor!

"Şimon Peres hemen özür diliyor. Bir gün sonra tekrar arıyor. Başbakan Ehud Olmert, Türkiye'ye karşı sert konuşanları uyarıyor. Gerilimi düşürmek için Ankara'ya temsilci gönderiyor. Neden? Türkiye'nin İsrail'den teknoloji transferine ihtiyacı yok. İsrail savunma sanayini ihya eden Türkiye değil mi? İsrailli turist gelmiyorsa üç yüz milyon Arap potansiyel turist var, Türkiye daha çok kazanır.
Yediot Ahranot; “İsrail'in Türkiye'ye zarar verme imkanları Türkiye'nin İsrail'e karşı kozlarından daha fazla” olduğunu iddia ederek, “Günümüzde Kürtler, Ermeniler, Rumlar, ABD ve Avrupa var. Sizin dükkan bizimkine nazaran kırılıp dökülecek daha fazla eşya ile dolu” şeklinde küstahça yayınlar yapıyor.
Şu cümlelere bakın! Birilerinin stratejik ortak gördüğü ülkeye bakın! "İbrahim Karagül

2 Şubat 2009 Pazartesi

EHL-İ SÜNNET GÜNÜMÜZE NE SÖYLER?

*Bir kimse, herhangi bir makbul hadis hakkında veya sahabeden herhangi birisi konusunda küçümseyici bir tavır takınıyor, kendisini onları yargılayıcı/sorgulayıcı mevkide görüyorsa, Ehl-i Sünnet çizginin dışına düşmüş demektir.

*Burada bir noktayı açıklığa kavuşturalım: "Delil olmaları", "bilgi ifade etmeleri" noktasında hadislere burun kıvırmak başka şeydir, Usul-i Fıkıh sistemi doğrultusunda hadisler arasında tercihte bulunmak başka şeydir. Aynı şekilde Sahabe nesline karşı herhangi bir hassasiyet göstermemekle, tearuz esnasında sahabîlerin rivayetleri ve kabulleri arasında tercih yapmak da birbirine karıştırılmamalıdır…

*Hadislerin dinde/itikadda delil olamayacağını söylemek, Kur'an'ı sırf kendi görüşüne veya günün revaçta olan telakkilerine uygun tarzda tefsir etmek, hatta amelde herhangi bir mezhebi taklid etmediği iddiasında bulunmak, Selef'e, ulemaya sulehaya burun kıvırarak bakmak Ehl-i Sünnet dışı tutumların tezahür ettiği başlıca alanlardır. Bir kimseden bunların sadır olduğunu müşahede ederseniz, tereddüt etmeden anlayın ve bilin ki o kimse Ehl-i Sünnet değildir. İstediği kadar bizimle aynı safta namaz kılsın, istediği kadar başörtüsüne özgürlük mücadelesi versin, istediği kadar "Gazze" desin…

*O hassas gündemleri öne sürüp, itikadî hassasiyeti "mezhepçilik" olarak takdim edenler, aslında kendi mezheplerinin propagandasını yapıyorlar. Bu nokta hakkında uyanık olmak gerekir." Ebubekir Sifil (yazının tamamını buradan okumalısınız)