28 Şubat 2011 Pazartesi

'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun...'

Mahmud Efendi kuddise sirruh Hazretleri'nden merhûm Necmeddin Erbakan'a tâziye îlâmı.

"Her canlı ölümü tadacaktır" buyuran Allâh-u Te‛âlâ'ya sonsuz hamd-ü senâlardan, "Başınıza bir musîbet gelince benim vefâtımın musîbetini hatırlayın,zira musîbetlerin en büyüğü odur" buyuran Rasûlüllâh(Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Efendimize ve başlarına bir musîbet geldiğinde: "Şüphesiz biz Allâh'ın mülküyüz ve ancak O'na dönücüleriz" diyerek istircâda bulunan âl-i eshâbına sınırsız salât-ü selamlardan sonra!

Çok sevip değer verdiğim, ulemâya ve meşâyıha son derece tâzimde bulunduğunu müşâhede ettiğim, Ehl-i Sünnet îtikadı ve fıkhı üzere istikamet içerisinde hassâten Nakşî tarîkatine bağlı kalma şerefiyle ömür sürmayesini rızâ-i Bârî ve tahsîl-i me'âlî uğrunda vakfettiğine şâhitlik ettiğim, İslam âlemine, özellikle vatanına milletine fedâkarâne gayretler içerisinde son anlarına kadar hizmet ettiğinden şüphe etmediğim merhûm ve mağfûr el-muhtacilâ rahmeti Rabbihi'l-Ğafûr Necmeddin Erbakan kardeşimin vefat haberi bizleri derin bir teessüre sevk etmiş bulunmaktadır.

Allâh-u Zü'l-Celâl ve'l-Kemâl dînimize ve vatanımıza yaptığı bu gayretli ve ihlaslı hizmetlerine mukabil kendisine kabrinde yevmen fe yevmen müzdâd olacak istirahatler,mahşere sevkinde bütün korkularını izâle edecek bişâretler ve akîbetinde cennât-i 'âliyatta yüksek dereceler ihsân eylesin. Geride bıraktığı keder dîde âilesine, ahbâbına ve etbâ'ına sabr-ı cemîl, ecr-i cezîl ve âmâl-i sâlihât içerisinde tûl-u ömürler ikrâm eylesin.

Onun ardından fitnelere düşmekten, Ehl-i Sünnet akîdesine zerre kadar da olsa muhâlefetten ve sırât-ı müstakîmden inhiraf etmekten bütün ümmeti ve bâ husus dâvâsını tâkip edenleri muhâfaza eylesin. Âmîn!
Mahmud Ustaosmanoğlu kuddise sirruh.
(İsmailağa Câmii Emekli İmam Hatîbi)
Milli Gazete

'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun...'


Sözün bittiği yer demeyeceğim. Söylenmesi gereken çok şey var... O bir söz söyledi. Eğip bükmeden söyledi; sözü namus bilerek, sözün namusunu bilerek söyledi.

Hakk'a verdiği sözü tutup, söze hakkını vererek söyledi. Hak bildiğini söyledi, hak olanı söyledi.

O bir söz söyledi. "Kadim söz"ü hatırlattı unutanlara. Unutanları unutmadı, unutulanları unutmadı. Unutmamak ve unutturmamak için söyledi.

Söylediği, "sözler içinde bir söz" değildi; "sözlere karşı bir söz" söyledi. "Kadim söz"e karşı duranlara karşı sözler söyledi.

Tarihin hükmünün geçmediği "Söz"ü söyledi. Söylediklerinin tarihî sözler olması bundandı. Yorulmadan, usanmadan, pes etmeden, söze tarih düşürerek söyledi.

Anlaşılır sözlerdi söylediği. "Söz"e anlam katmak için değil, "Söz"le anlamlanmak için söyledi. Anlamayanlar, anlamı taşıyacak yüreği olmayanlardı aslında. Anlamanın akılla olacağını sananlar...

Sözün bittiği yer demeyeceğim. Söylenmesi gereken çok şey var.

Kadim yürüyüşümüzün yarım asra varan dönemecinde onun izi var. Yolu müstakim yürümenin yolunu öğretenlerdendi o. Yol boyunca istikametten şaşmadı.

Müstakim yaşadı. Bedeller ödedi istikamet uğruna. Sızlanmadı. Her zaferin "başarı", her başarının "muvaffakiyet" olmadığını öğretti. Birlikte yürüdüklerini terk etmedi; hep bırakılan olmak pahasına, tuttuğu hiçbir eli bırakmadı.

"İman" dedi, "cihad" dedi, "izzet" dedi, "ümmet" dedi. "Ağır" sözlerdi bunlar; "emanet"i gönüllü olarak yüklenen, sonra "ağır" bularak omzundan indiren insan için. Biraz da "nisyan" demek olan insan için.

Sözün bittiği yer demeyeceğim. Söylenmesi gereken çok şey var.

Yaşanan herşeyi bilen tarih sır saklamayı bilmez.

Söylenmesi gereken her şeyi söyler kulaklarını tıkamayanlara.

Herşeyin yıkılmasını göze alarak her şeye anlam katan "Söz"ü ayakta tutmak için konuştu o.

Biz şahidiz, hakkı söyledi, haklı söyledi. Müstakim yaşadı ve "yolda" teslim etti ruhunu.

Ruhun şad, mekânın cennet olsun hocam. Dr. Ebubekir Sifil

26 Şubat 2011 Cumartesi

Taciz meselesi dolayısıyla

''Sözüm, İslam'ı, "tarihsellik" çukurunun içinden anlama gayretkeşliğinde olanlara. Sözüm, İslam'ı, erkeğiyle kadınıyla Sahabe'den daha iyi anladığı iddiasında olan erkek ve kadın yazarlara... Hayat bütünüyle bir imtihan ve ahir zamanda yaşıyoruz. Ehl-i Kitab'ın kendi kitaplarını ve dinlerini tahrif ediş sürecine iyi bakın. Bu din bugüne kadar Allah'ın muradıyla örtüşmeyecek biçimde anlaşılmış ve yaşanmıştır diyorsanız, onu 1400 yıl sonra sizin "olması gerektiği" gibi anlamanız ve yaşamanız asla mümkün değildir. Buna engel aradaki zaman değil, elinizde "din" diye tuttuğunuz, dilinize "din" diye doladığınız her ne varsa size "naklen" gelmiş olduğu gerçeğidir.

Hakikati makul biçimde ve eğip bükmeden dile getiren Prof. Dr. Orhan Çeker hocanın söylediklerinin altına imzamı atıyorum.'' Dr.Ebubekir Sifil

25 Şubat 2011 Cuma

6 milyon dolarlık hediye..

Aslında yazmayı bıraktım. İmam Rabbani kuddise sirruhun buyurduğu gibi; yazılacak şeyler yazılmış..
Okumak, anlayıp idrakle uygulamak zamanı..
Şairin dediği gibi : Toplayın eşyamı işim acele..
Evet zaman az ve çok kıymetli..
Ecelse çok yakın!
Son yaşananlar, Afrika'da ve ortadoğuda yıllardır sömürülen ve sömürenlerin dramıdır..(Sanki örnek gösterilen memleketimizde sömürülmüyormuşuz gibi..)
Gaddarfi'den söz etmeyeceğim..
Dünyanın en zengin 20si içinde 2.sırada 64 yaşındaki sultan Hassan al Bolkiah'ın oğlu 28 yaşındaki Prens Azim'in, şarkıcı Mariah Carey'e 6 milyon dolarlık mücevher hediye edişi ile olan bitenlerin perde ardındaki sırrı anlamamız gerekiyor. 6 milyon dolar..kime ve ne için..?
Örnekler çoğaltılabilir.
İran şahından, Saddama..hepsi bu ümmetin, halka ait olan emanetleri hoyratça harcama şımarıklığı, azgınlığı içinde umursuz yaşadılar, yaşadıklarını sanıyorlar..
Hesap günü şuurundan uzak, saltanat süren bu keneler için en büyük dünyevi ceza koltuklarından olmak..
Görüyoruz Gaddarfi halkına kurşun sıkmakta tereddüt etmiyor.
Darısı inşaallah şu bu kadına milletin parasıyla cömertlik edenlerin de üzerine olsun.
Zalimler için iyiki cehennem var.

21 Şubat 2011 Pazartesi

nur cemaatleri..

BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-26

S-31) "Bugün kaç çeşit nur cemaati vardır ve anlayışları hakkında bilgi verebilir misiniz?"

"Nurculuk" diye ifade edilen yapı içinde gerek Risale-i Nur'a ve siyasete bakışları, gerekse "hizmet" anlayışları, etkinlik... bakımından birbirinden farklı 40 kadar grubun bulunduğu ifade edilmektedir.

Bediüzzaman merhum Nurculuk olarak ifade edilen hareketin başına kendisinden sonra kimin geçeceği konusunda herhangi bir yönlendirmede bulunmadığı için onun 1960 yılındaki vefatından kısa bir süre sonra ilk bölünme yaşandı.

"Yerine birisini bıraksaydı bölünme olmazdı" demenin çok kolay olmadığını da tecrübeler bize gösteriyor. Bölünmenin hiç olmaması gereken tarikatlarda bile (tamamında olmasa da birçoğunda) şeyh efendinin vefatından sonra bölünmelerin yaşaması adeta "adet" haline geldi. Dinî, siyasî, sosyolojik... birçok sebebe dayanan bu vakıa, üzerinde müstakil olarak durmayı hak edecek önemde olmasına ve Müslümanların gündemindeki yerini her zaman korumasına rağmen Müslümanlar tarafından hiçbir zaman ciddi biçimde tahlil edilmeyen, üzerinde kafa yorulmayan bir realite olarak varlığını devam ettiriyor.

Konuya dönelim...

Bediüzzaman merhumun, hareketin liderliği konusunda somut isim telaffuz etmektense, müstesna bir değer atfettiği "Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi"ne işaret ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Ondan sonraki ilk bölünme, Risaleler'in Bediüzzaman'ın hayatında olduğu gibi Osmanlıca olarak yazılıp yayılması gerektiğini savunan ve "en yaşlı abi" durumunda bulunan Hüsrev Altınbaşak, çoğunluk tarafından cemaatin önderi olarak telakki edilen Zübeyir Gündüzalp'ten, dolayısıyla çoğunluktan ayrıldı. "Yazıcılar" olarak anılan bu grup, Risaleler'in orijinal haliyle yazılıp çoğaltılması hassasiyetini halen devam ettirmektedir.

İkinci ve en büyük kopuş 1960'lı yılların sonunda Fethullah Gülen hocaefendinin başında bulunduğu grubunki oldu. Aslında bugün gövdenin büyük kısmını teşkil ettiği için buna "kopuş" demek durumu tam olarak ifade etmiyor. Bilindiği gibi hizmet alanlarının genişliği ve etkinlik bakımından Nurcu grupların en önde geleni hiç şüphesiz Fethullah Gülen hocaefendiye bağlı olandır. Nurcu grupların bir kısmını da etki alanı içine aldığı gözlenen bu yapının, Risale-i Nur ve Bediüzzaman vurgusunu devam ettirmekle birlikte, farklı bir yönelim gösterdiği de dikkat çekmektedir. Bilhassa Dinlerarası Diyalog çalışmaları ve Hocaefendi'nin ABD yılları ile birlikte hayli etkin ve yaygın bir "farklılaşma süreci" yaşandığını gözlemliyoruz. Dünyaya açılma, okullaşma, ekonomik ve sosyal hayattaki faaliyetler alışılagelmiş Nurculuk'tan farklı, "modernleşmiş" bir yapının söz konusu olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Buradaki "modernleşmiş" tesbiti hareketin dünyaya bakan yüzüne olduğu kadar, dine bakan, "din telakkisini" ifade eden yüzüne de işaret etmektedir. Dolayısıyla bu oluşuma "Nurculuğun dönüşümü" demenin daha isabetli olacağını söyleyebiliriz.

Zübeyir Gündüzalp'in vefatından sonra 1970'lerin başında Nurculuk, "Yeni Asya cemaati" olarak anılan yapının karakterize ettiği yapı ve anlayışı sürdürdü. Mustafa Sungur, Mehmet Kırkıncı, Abdullah Yeğin, Tahiri Mutlu... gibi isimlerin önderliğinde 12 Eylül'e kadar kendisini taşıyan bu yapı, siyasette Adalet Partisi'ni desteklemeyi tercih etti. 12 Eylül'den sonra adını andığım isimlerin temsil ettiği çizgi, yeni Asya Grubu'ndan ayrılarak "Meşveret Cemaati" adıyla anılan yeni bir oluşuma vücut verdi.

Meşveret Cemaati'nin ayrılmasından sonra Yeni Asya grubu 1990'ların başlarında yeni bir bölünme daha yaşadı. Bu defa ayrılan grup, "Nesil grubu" olarak anıldı. Entelektüel vasfıyla öne çıkan bu grup, Risale-i Nur dışında başka eserlerin neşrine ve okunmasına verdiği önemle dikkat çekiyor.

Kısaca ifade ettiğim bu gruplar dışında Zehra grubu, Med-Zehra grubu, Kurdoğlu cemaati, Şeyhanzade cemaati isimleriyle anılan grupların varlığı da bilinmektedir. Dr.Ebubekir Sifil

Devam edecek.

14 Şubat 2011 Pazartesi

salavati fatih ile Mevlid kandili idraki..


Gönülde aşk olmadıktan sonra,
Hergünün gecesinde, şu sürgün dünyada, hasretine göz yaşı dökülmedikten sonra..
Mevlid Kandili'nde harabe gönlün kaleminden ancak riya döküleceğine göre,
Başlar öne eğik, mücrim bir lisanla:

Allahümme salli ve sellim, ala seyyidina Muhammedinil fatihi lima uğlika ve'l hatimi lima sebaka ven'nasıril hakkı bil hakkı ve hadi ila siratikel müstekıymi, salllahu aleyhi ve ala alihi ve ashabihi hakka kadrihi ve mikdarihil azıym.. (120 bin selavat sevabı..)

12 Şubat 2011 Cumartesi

Meal yerine ne öneriyoruz?

''A. Selçuk isimli okuyucu sormuş: "Ebu Bekir Bey, "Düşüncelerinizden etkilenen bazı insanların, insanları Kur'an ve meallerini okumaya davet eden bizleri sapkın düşünceli olarak ilan edip iftira ettiklerini bilmenizi istedim. Ve sorumlu olduğunuzu düşünüp bu maili size göndermeye karar verdim. Samimiyetime inanıp inanmamanız sizin meselenizdir.

"Meal, insanların Kur'an'ın kendi mesajlarında anlayabilmesi için yapılmış bir eylemdir ve bir alimin Kur'an'ı arapça okuyup dinleyenin kendi diline çevirerek izah etmesi de mealdir.

"Meal okunmasını önerenler dışlandığına göre ortaya koyduğunuz çözüm nedir? Bu çözümü gerçekten merak ediyorum.

"Kur'an'ı anlamak için yerküredeki insanlar ne yapmalı? Söyleyin ki; size göre sapkın düşüncelere sapmış olmayalım. Hakkımızda müfteri olmayın.

"Mealsiz bir çözümünüzün olması imkansız... Ya Kur'an'ı tamamen saklayacak ve eski usul vaazlarda, vaizlerin okuyup anlayıp, anladığını insanlara anlatması gerektiğine karar vereceksiniz ya da insanlara bir şey okumalarını önereceksiniz.

"Size göre bağımsız Kur'an okuyamayacaklarına göre ne yapmalılar? Ne okumalılar?"

İnsanları niçin meal okumaktan sakındırdığımız sorusunun cevabı, samimiyetinden şüphe etmediğim bu okuyucu tepkisinde gizli. Hemen ilk satırı tekrar okuyalım: "... insanları Kur'an ve meallerini okumaya davet eden bizleri..."

Biz insanları "Kur'an okumaktan" değil, "meal okumaktan" sakındırıyoruz. "Kur'an okumak" ile "meal okumak" arasındaki fark, "Kur'an" ile "meal" arasındaki farktan kaynaklanıyor. Meal okuyan kişi, aslında Kur'an'ı değil, meal yazarının Kur'an'dan anlayıp aktardığı şeyi okuyor.

Mesele sadece bu değil. En az bunun kadar iki önemli nokta daha var:

Meal olgusunun sınırlı imkânları ve en önemlisi de meal üzerine din tasavvuru inşa etme hastalığı.

Şimdi soralım: Meal okuma eylemini ısrarla savunan kardeşlerimizin büyük bir yekûnu niçin Elmalılı, Ö.N.Bilmen veya H.B.Çantay merhumlar adına neşredilen mealleri değil de "yenilik" ve "farklılık" iddiasındaki meal yazarlarının çalışmalarını tercih ediyor?

Meselemizin bu sorunun cevabıyla hayatî bir bağlantısı var. Var, zira insanımızın büyük bir çoğunluğu ne yazık ki meal üzerinden "farklı din anlayışları"nın muhatabı kılınıyor. Türlü çeşit bid'at görüş ve yaklaşımlar insanımıza "meal çalışması" örtüsü altında servis ediliyor. İnsanımız da "Kur'an'ın gereği" zannederek meal yazarlarının (tabii ki hepsini kasdetmiyorum) bid'at düşünce ve yaklaşımlarını benimseyip itikat ediniyor.

Biz insanlara "Meal okumayın, şunu okuyun" derken Allah kelamının yerine başka bir şeyi ikame ediyor değiliz. Zira her şeyden önce meal "Allah kelamı" değildir. Hatta şunu söyleyelim: Arapça yazılmış bir tefsir için dahi "Kur'an'ın Arapça'ya tercüme edilmesidir" diyebiliriz, ancak açıklanarak, şerh, beyan ve tefsir edilerek...

Kur'an'la aramızdaki fıtrî bağ, onu bir "entelektüel bilgi nesnesi" olarak görmemize engel olmalı. Biz onu okurken -Efendimiz (s.a.v)'in tavsiye ve talimatı gereği- ağlayabilmeli, ağlayamıyorsak dahi "ağlar gibi" yapabilmeliyiz.

"Meal okumayın" ile "Kur'an'dan habersiz kalmayın" birbirinin aynısı değildir. Kur'an'dan haberdar olmak, ilahî hitabın muhtevasını mealde aramaya çalışmakla kaim değildir. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermekte acze düşeriz: "Bizden önceki nesiller "meal" olgusunu tanımadıkları halde Kur'an'la irtibatlarını nasıl canlı tuttu?" Onların Kur'an'ı anlamadığını, Kur'an'la irtibatsız yaşadığını söylemenin ciddiye alınır yanı olmadığına göre, bu noktada ciddi bir tefekküre ihtiyacımız var demektir.

Son olarak "illa meal okuyacağım" diyenlere tavsiyem, önce itikad ve amel planında sağlam bir altyapı edinsinler; kendilerini garantiye alsınlar. Bunun üstüne yapacakları meal okumalarında da "farklılık arayışı" olarak ifade ettiğim zihnî sürecin sahte cazibesine kapılmadan, amele ve ihlasa dönüştürebilecekleri pasajlara ağırlık versinler. Meali, entelektüel ukalalık tavrını beslemek için değil, ibret ve öğüt almak, kalp rikkatine ve ruh inceliğine ulaşmak için okusunlar. Ve elbette yanlarında mutlaka -muhtasar da olsa- bir tefsir bulundursunlar...'' Dr. Ebubekir Sifil

8 Şubat 2011 Salı

Tercüme farkı..

Aşağıda Muhterem Ebubekir Hocanın makalesini okuyacaksınız. Tercüme farkının son örneği, birilerinin otorite (!) diye pek övdüğü Karaman'a ait. Allah (cc) kendisinden razı olsun, Ebubekir hoca uyarmasa ve Karaman'ı okuyan biri , Ebubekir hocayı okumasa; Saduddin Teftazani gibi bir alime su'i zan yapmamız işten bile değildi.Bazen cehaletimin imanıma şahit olduğunu düşünüyorum. Ne cesaretle Kur'an ayetlerine, hadislere ya da ulema eserlerine kendi fikirlerini söylettirebiliyorlar.Allah (cc) ümmeti islah etsin.(Amin)

''ET-TEFTÂZÂNÎ VE SAHABE

Milli Gazete - 7 Şubat 2011

"Mu'âviye'yi sevmiyorum" diyen Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın, bu tavrını et-Teftâzânî ile desteklemek amacıyla ondan naklettiği bir pasaja 31 Ocak tarihli yazımda yer vermiştim. et-Teftâzânî'nin genel olarak Sahabe ve özel olarak da Hz. Mu'âviye hakkındaki görüşünü yine aynı yazıda özetle aktarmıştım.

Acaba et-Teftâzânî'nin konu hakkındaki tavrını hangi iktibas gerçek olarak yansıtıyor? "Zahiriyle onlara ta'n etmeyi gerektiren hususları da güzelce tevil etmek ve uygun anlamlara yormak gerekir…", "Hz. Ali'ye muhalif olanlar, hak imama bir şüpheye –Hz. Osman'ın katillerine kısas uygulanmamasına– dayanarak başkaldırdıkları için bağidirler; (…) fasık, kâfir veya zalim değildirler. Çünkü bir tevilden hareket etmişlerdir. Eğer onların bu tevilleri batıl ise, onlar hakkında olsa olsa, ictihadda hata ettikleri söylenebilir. Bu ise –tekfir şöyle dursun– onların fasık olduklarını söylemeyi dahi gerektirmez" diyen et-Teftâzânî, hem de aynı bağlam içinde "Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır. Bunun da sebebi kin, inat, haset, direnme, servet ve iktidar talebi, dünyanın çekiciliğine (lezzet ve şehvete) meyildir" demiş olabilir mi? Eğer böyleyse burada açık bir tutarsızlık yok mudur?

Aslında burada "tutarsızlık" gibi görünen durum, hocanın, et-Teftâzânî'nin ifadesini tercüme ediş tarzı dolayısıyla ortaya çıkıyor. Şöyle ki:

et-Teftâzânî'nin, hocanın alıntı yaptığı yerdeki ifadeleri şöyle başlıyor: "Enne mâ vaka'a beyne's-sahâbe mine'l-muhârebât ve'l-müşâcerât ale'l-vechi'l-mestûr fî kutubi't-târîh ve'l-mezkûr alâ elsineti's-sikât yedullu bizâhirihî alâ enne ba'dahum kad hâde an tarîki'l-hakk ve beleğa hadde'z-zulmi ve'l-fısk (…) İllâ enne'l-ulemâ li husni zannihim bi Ashâbi Resulillâh (s.a.v) zekerû lehâ mahâmîle ve te'vîlâtin bihâ telîku ve zehebû ilâ ennehum mahfûzûne ammâ yûcibu't-tadlîl ve't-tefsîk…"

Hocanın çevirisine bakılırsa yukarıda verdiğim ifadelerinde et-Teftâzânî şöyle diyor: "Sahabe arasında geçen kavgalar ve tartışmalar açıkça gösteriyor ki, onların bir kısmı haktan sapmış, zulüm ve günah sınırına ulaşmıştır…"

Oysa yukarıdaki ifadelerin birebir çevirisi şöyle olmalı: "Tarih kitaplarında kaydedildiği ve güvenilir raviler tarafından zikredildiği şekliyle Sahabe arasında vuku bulan muharebe ve çekişmeler zahiri anlamıyla, Sahabe'den bazılarının hak yolundan saptığını, zulüm ve fısk sınırına ulaştığını gösteriyor. (…) Şu kadar var ki ulema, Hz., Peygamber (s.a.v)'in ashabına olan hüsn-i zanları sebebiyle bu olayları uygun şekillere haml ve tevil etmiş, Sahabe'nin tadlil ve tefsik gerektiren hususlardan mahfuz olduğu görüşünü benimsemiştir…"

Hoca, et-Teftâzânî'nin, "yedullu bi zâhirihî" sözünü, "açıkça gösteriyor" şeklinde çevirmiş. Oysa "zâhir"in delaleti her zaman "açık" olmaz. Hatta zahirin delaletinin uygun şekillerde tevil edilmesini gerekli kılan durumlar vardır. Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez. Tafsilat gerektirdiği için bu noktayı belki başka bir yazıda ele alırız…

Burada dikkat çeken husus, et-Teftâzânî'nin bu ifadelerinin tabir yerindeyse "nötr" olup, kendi adına herhangi bir hüküm ifade etmiyor oluşudur. Burada o, tarih kitaplarının ve ravilerin aktardığı hususların zahiri haliyle birşey ifade ettiğini, ancak bunun ulema tarafından uygun bir şekilde tevil edildiğini söyleyerek bir durum tesbiti yapıyor. Kendisi herhangi bir şey söylemiyor.

et-Teftâzânî'nin konu hakkındaki tutumunu kendisine ait net ifadelerle yukarıda belirttiğim yazıda aktardığım için tekrarına lüzum görmüyorum. Dolayısıyla onun konu hakkındaki ifadeleri arasında herhangi bir çelişki ve tutarsızlık bulunduğunu söylemek doğru değildir. Onun tavrı bellidir: Sahabe'yi uygun olmayan ifadelerle anmak, aralarında geçen olaylar sebebiyle onların bir kısmının fasık, zalim… olduğunu söylemek doğru değildir.

Onun da diğer Ehl-i Sünnet ulemasının da Hz. Ali ile Hz. Mu'âviye'yi bir tutmadığı, aralarında geçen olaylarda Hz. Ali'nin haklı olduğu görüşünü benimsediklerini ise ayrıca belirtmeye gerek yok.'' Dr.Ebubekir Sifil

5 Şubat 2011 Cumartesi

İşte Mübarek'in gerçek serveti

Amerika'nın ünlü ABC kanalı, CIA raporlarına dayandırdığı haberinde Mısır'ın istenmeyen lideri Hüsnü Mübarek'in servetinin toplam 67 milyar dolar olduğunu iddia etti.

72 milyonluk Mısır'ın 2009 yılındaki gayrisafi milli hasılası 218 milyar dolardı. İşte Mübarek ailesinin nakit parası ve şirketleri.

Hüsnü Mübarek'in şahsi hesaplarında toplam 17 milyar doları var. Oğlu Cemal Mübarek'in banka hesaplarında ise toplam 10 milyar dolar var. Sabah'tan Taha Dağlı'nın haberine göre; Mübarek ailesinin nakit parası ise 40 milyar dolar. Bu rakamlar 2010 yılı CIA raporlarında yer alıyor. Raporlarda Mübarek ailesinin toplam 67 milyar dolarlık servete sahip olduğu yazıyor. 67 milyar dolar, Amerika ve İsviçre'deki banka hesaplarına yatırılmış durumda.

Ayrıca Mübarek ailesinin şirketlerinin büyüklüğü de ortaya çıktı. Mısır lideri, ülkesindeki Vodafone, McDonalds, Hyundai, Skoda, Marlboro, Movenpick gibi dünyaca ünlü markaların Mısır'daki hisse ve şirketlerinin de sahibi. McDonalds'ın yanısıra Mısır'daki Chili's restoranları da Mübarek ailesine ait.

Ayrıca Şarm-El Şeyh'de turizm şirketleri ve otelleri var. Tüm bu şirketleri Mübarek'in iki oğlu Cemal ve Alaa Mübarek kardeşler yönetiyor.

Cemal ile Alaa Mübarek'in yatırımları sadece Mısır sınırları içinde değil, yurtdışında da çok önemli yatırımları var. IHS Global Insight'ın kayıtlarına göre iki kardeşin Dubai, Londra, Paris, Madrid, Washington, New York ve Frankfurt'ta uluslararası ticaret şirketleri bulunuyor.

Aile Mısır'ın değişik kentlerinde onlarca ev, malikane ve arsa sahibi.

Mübarek'in serveti saymakla bitmiyor. Nakit para ve şirketler dışında ailenin düzenli gelirleri de var. Cezayir'de yayınlanan bir gazetenin haberine göre tüm bu yıllık gelirler Mısır Devletinin kazançlarından yani devlet kasasından, Mübarek ailesine aktarılan paralardan oluşuyor. Mısır'ın silah anlaşmaları ve turizm gelirlerinden çok ciddi paylar, Mübarek ailesine aktarılıyor. (Haber Vaktim)

4 Şubat 2011 Cuma

''Keşke'' demeyin

''Sevgili Peygamberimiz (sav): "....Her şeyde hayır vardır. Sen sana faydalı olanı yapmaya çalış. Allah'tan yardım iste. Tembellik ederek acizlik gösterme. Başına bir iş geldiğinde "Keşke şöyle yapsaydım böyle olurdu" deme. "Bu Allah'ın takdiridir. O dilediğini yapar"de. Çünkü "Keşke" kelimesi şeytanın eylemine yol açar" buyurmuş.

Müslim, Kader, bab 34, hadis 2664 (Türkçe tercemesi var)

İbniMace hadis 79,4168 (Türkçe tercemesi var)

Ahmet,Müsnet 2/366,370

Bu konuda Tahavi bundan bin yüz sene önce "Müşki-ül-âsâr" isimli eserinde1/100 üç sayfalık bir makale yazar ve "Keşke"nin temenni için söylenebileceğini, pişmanlık için söylenemeyeceğini iki tarafında delillerini Kur'an ve sünnetten getirerek açıklar. ( Keşke şu günahı işlemeseydim diyerek pişman olmak yanlış değildir. CanCenk)

Temenniye örnek olarak Hayali'nin:

Keşke sevdiğimi sevseydi kamu halkı cihan

Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa.

Yani: Keşke benim sevdiğim (Allah'ı) bütün insanlar sevseydi, herkesin anlattığı o olurdu. Der.

Geçen günleri geri getirmek mümkün olmadığından geçmişe pişmanlığın faydası olmadığından "Keşke" demeyelim ve demeyecek işler yapalım.'' Mahmut Toptaş

2 Şubat 2011 Çarşamba

uzun makalenin kısası..



Siyoniste ve Amerika'ya dosttan öte, kölelik ruhuyla bağlı bir gönülden, onurla istifa beklemek sanıldığı gibi kolay değildir. Bu ruhun, İsrail gibi bir beden içinde halkına merhametli davranması da beklenemez!
''Eylül'de aday olmam'' diye zaman kazanmak isteyen bu yapışkan ve onursuz tip, kendisine tam bağlı bir ordu ve dış destek bulduğu anda halkına kurşun sıkmakta da tereddüt göstermez..