21 Şubat 2012 Salı

Hafızlık müessesesi / Dr.Ebubekir Sifil


Hemen hepimiz hemen hergün Kur'an-ı Kerim'in ilahî koruma altında olduğunu dile getiren konuşmalar yapar ya da bu tarz konuşmalara şahit oluruz. Yüce Kitabımız'da "Muhakkak ki Zikr'i biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz"  buyurulduğu gerçeğinden hareketle Kur'an-ı Mübin'in korunmuşluğunu dile getirirken genellikle iki bağlam söz konusudur: Ya Tevrat ve İncil metinlerinin tahrif edildiğini konuşuyoruzdur ya da -ve daha yaygın olarak- Kur'an'dan başka güvenebileceğimiz bir başka kaynağa sahip olmadığımız iddiası gündemimizdedir.

Daha önce de defaatle dile getirmiştim; Kur'an-ı Kerim'in korunması, söz gelimi meleklerin gökten inip Mushaf nüshalarını kanatlarına alarak insanların müdahalesine karşı el değmez yerlere çıkarmaları şeklinde olmuyor. Allah Teala Kur'an'ı, bizzat Ümmet-i Muhammed vasıtasıyla koruyor. (Ve Ümmet-i Muhammed Kur'an-ı Kerim'i hangi suretle koruyorsa, Sünnet-i Seniyye'yi ve hadis-i şerifleri de aynı suretle koruyor...)

Hiç şüphesiz Kur'an'ın korunması, bidayetten beri onu hafızasına alarak kendisinden sonraki neslin hafızasına emanet eden "hafızlar kitlesi" vasıtasıyla gerçekleşiyor. Bu ameliye her kuşakta bu şekilde "tevatüren nakil" tarzında gerçekleştiği için Kur'an'ın tek harfinde bile değişiklik söz konusu olmaksızın bugüne kadar geldiğinden hiç birimiz şüphe etmiyor...

Çoğu kimse Kur'an'ı Kerim'in mevcut matbu Mushaflar vasıtasıyla gelecek nesillere aktarıldığını düşünse de gerçek öyle değil. Kur'an'ın naklinde "ezber" unsuru, yani "hafızlık" müessesesi o kadar önemli ve temel bir yer tutuyor ki, söz gelimi ülkemizde yeni bir Mushaf basılacağı zaman, prova baskılar Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bulunan Mushafları İnceleme Kurulu'na gönderilir; orada görevli hafızlar o prova baskıları kontrol ederler. İşte bu kontrol, basılacak olan mushaf nüshasının bir başka Mushaf nüshasıyla karşılaştırılması şeklinde değil, onu kontrol eden hafızın ezberiyle karşılaştırılması şeklinde gerçekleşiyor.

Dolayısıyla Hz. Ebû Bekr (r.a)'ın iki kapak arasında topladığı ya da Hz. Osman (r.a)'ın çoğalttığı Mushaf nüshalarının orijinalleri şu anda elimizde değil diye hiç birimiz kur'an-ı Mübin'in korunmuşluğundan şüphe etmiyorsak, bunu bu ümmetin hafızlarına borçluyuz. (Aynı durum Hadis metinleri için de böyledir. Temel Hadis kitaplarının orijinal müelliif nüshaları şu anda elimizde olmasa bile, "Hadis hafızlığı" müessesesi elimizdeki hadis kitaplarının otantikliğinden şüphe edilmesine mahal bırakmıyor.)

Peki hiç düşünüyor muyuz, en temel varoluş alanımızı teşkil eden vahyi bu şekilde muhafaza eden o mübarek insanlar ne yer, ne içer, hangi şartlarda yaşarlar; toplumsal statüleri ne durumdadır, bir "özlük hakları" var mıdır mesela?

Yıllar yılı binbir fedakârlıkla yetiştirilen hafızların, ezberlerinde taşıdıkları Kelam-ı İlahî'ye hürmeten gönlümüzde ve dünyamızda mutlaka farklı bir yerde bulunması/tutulması gerekir. Bunun için mesela Hafızların Özlük Haklarını Savunma ve Geliştirme Derneği" gibi bir dernek kurulacak olsa, bunun ayıbı ve vebali bile bize fazlasıyla yeter...

Bir soru: Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan imamlık yahut müezzinlik imtihanlarında iki yıllık ilahiyat ön lisans bitiren ve hafız olmayan bir adayla, hafızlığını bitirmiş ancak ön lisans okumamış bir adayın puanları eşit olduğunda hangisi tercih edilir?

Doğrusu bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama bir husustan eminim: Eğer bu ülkede ilahiyat ön lisans bitirmiş bir adayla hafızlığını bitirmiş, hatta kıraat eğitimi almış bir aday eşit seviyede tutuluyorsa, burada yanlış kriterlerin esas alındığını söylememiz yetmez; aynı zamanda büyük bir vebalin muhatabı olduğumuzun da vurgulanması gerekir...

Yine bu köşede daha önce farklı bağlamlarda söz konusu ettiğimizi hatırlıyorum; Osmanlı'nın son dönemlerinde içine girdiğimiz sıkıntılı sürecin atlatılabilmesi için dirayet ehli alimler tarafından hazırlanan raporlarda birtakım ekonomik, askeri... tedbirler sıralandıktan sonra gözetilmesi, gönlünün hoş tutulup dualarının alınması gereken kesimler zikredilir ki Kur'an hafızları da bunlar arasındadır.

Dolayısıyla hafızlığı, sadece gönlü zengin hayır sahiplerinin -Allah onların eksikliğini vermesin- gayretiyle yürümek zorunda bulunan bir müessese olmak durumunda bırakırsak, hafızları hiçbir özelliği bulunmayan, kaale alınması gerekmeyen, hatta varlıklarına çok da ihtiyaç olmayan... insanlar olarak görmeye devam edersek bunun gayret-i ilahiyyeye dokunacağından asla şüpheniz olmasın.

14 Şubat 2012 Salı

Hoşgeldin sevgililer gününün En Sevgilisi..



Güle o muhteşem kokundan düştü bir zerre, dikeni gözümüze gözükmedi sarhoşluğumuzdan..

En kıymetlimiz oldu, günahkar burunlarımızdan aldık onu, müflis gönlümüzde ''yar'' diye sakladık sevdamızdan.

Sevgili,

En Sevgili..

Bugün ''levlake'' sırrından gafil insanlık senin var oluşunu; var olmasaydın, varlığa gelinemeyeceğinden gafil insanlık, yanlış adreste ''sevgililer günü'' kutluyor..

Aslında seni kutluyor tüm insanlık..Her şey senin nurundan halkedildiğine göre, sevgi de senden olduğuna göre..

Sevgili..

Sana sevgili olmayı beceremeyen bendimizle; sahte bendlerimizi yıkmayı başaramasak da, sana iman etmekle bahtiyar; layık olamamakla mahçup bir utangaçlık içinde başlarımız eğik..

Gözlerimiz senin için akıtılan yaşlarla henüz tanışamasa da, sen bizim cahilliğimize verir, kerem eylersin..

Bugün ve yarın..hep ve tek..Sevgili Günü, biliriz ki sana adanmıştır..

Bugün bir kadını/erkeği sevebilen, umulur ki, seni sevmenin hakiki ve vazgeçilmez lezzetini tattığında, dünya ve içinde ki hiç bir şeye değişmeyecektir..

Güle kokusundan zerre ikram eden Sevgili,

Seni görmek için uyumayı unutmuşlara,

Gönlümüze aşkından  cömert bir gül yaprağı bırak da öyle git..

Giderken hasretleri ardına bırak, gül yaprakları ve gözyaşlarımızı mübarek kademi saadetinize biz dökelim..

Bugün sevgililer günü..

Bugün Şems'in kamerleri kendisine aşık ettiği gün..Bugün ve yarın..hep..

Yüreğinde seni taşıyan, kim ne derse desin; kime sevgili derse desin..

Alemde bir tek sevgili var: O'da sensin Ya Rasulallah..

                              Allahümme salli ala seyyidina Muhammed..






9 Şubat 2012 Perşembe

Nasıl İnanmazsın..?



''Cemal Safi'nin ''Ezan Çiçekleri'' isimli nefis şiirini Bedirhan Gökçe'den dinlerken, mübarek ezan çiçeklerine ilişti gözüm..

Tam akşam ezanı vakti,akşam ezanıyla ''açan'' çiçekler..

Malum akşam ezanı, kıyamet saatidir aynı zamanda..Ve akşam ezanı bir insanın yaşlılık zamanına yakın evreyi de temsil eder..(Yatsı ise yaşlılık, piri fani oluş.)

Bu açıdan üstadın şiirinde ''Son fırsat elimden kaçarken geldin / Ezan çiçekleri açarken geldin'' demesi ne kadar manidar ve can yakıcıdır..

İkindi vaktine güzel dinimizin ''orta'' zaman dilimi demesi de, düşündürücüdür..

Günün ortası, ömrümüzün de olgunluk zamanını temsil eder..

Ama ezan çiçeklerinin açma mevsimi, bir yolcunun valizine sık sık baktığı ve merakla (gidiş nasıl olacak diye) hayıflandığı demlerdir..

Hele o demlere yakın bir de ezan çiçeklerinin açtığı zamanlarda bir dilbere aşık olunmuşsa ve şiire göre arada yaş farkı da varsa; şair efkarlanmasın da, bu duruma yanmasın da ne yapsın..

Akşam ezanı vakti ''açan'' şu mübarek ezan çiçekleri ile ilgili onlarca video var izleyin.

Son bir şey daha, ''açan'' diye özellikle tırnak içinde belirtişim; yani ey insan şu ezan çiçeğine bak da ibret al, ömrünün akşam vaktine geldiğinde hala iyiliklerin kötülüklerinden fazla değilse; bırak sevgiliye yanmayı, dünyaya aldanmayı; kendi derdine/hesabına yan; hala ezan çiçekleri gibi açamıyor, nurlanamıyorsan sen iş işten geçerek göçüyorsun..Ezan çiçekleri akşam namazına durdu da, sen gafilsin; denilerek, insanlığa mesaj verilmektedir..

İçinizin çiçekleri hiç solmasın..

8 Şubat 2012 Çarşamba

İki uç arasında



Gün geçmiyor ki Şiilik ya da Vehhabilik propagandasıyla kafası karıştırılmış gençlerle muhatap olmayalım. Bu toprakların dinî hassasiyet sahibi gençlerinin kaderi oldu sanki bir uçtan öbürüne savrulmak…
Bu toprakların ilmî geçmişi ve müktesebatı hangi noktalarda bu gençleri tatmin etmekten aciz kalıyor ki, ifrat ile tefrit arasındaki bu savrulma gün geçtikçe ivme kazanıyor? Bu gençler bu ümmetin ana gövdesini oluşturan Ehl-i Sünnet'in hangi delilini ciddi olarak tartışıp çürüttükleri için o ya da bu marjinal çizgiye savruluyor?
Biri "Selef" adına, diğeri "Ümmet'in birliği" söylemini maske edinerek ayağımızın altındaki zemini kaydırıyor. Yanlış yaptıklarını söyleyenleri biri Kur'an ve Sünnet'e muhalefetle, diğeri Ümmet'i bölüp parçalamakla, "mezhepçilik" yapmakla suçluyor.
Nerede hata yapıyoruz?
Kestirmeden söyleyeyim: Yüzyıllar boyunca bu ümmeti her türlü savrulmadan muhafaza ederek istikamet üzere tutan Ehl-i Sünnet çizgi bize "ağır" geliyor. Bu terazi bu sıkleti çekmiyor. Ehl-i Sünnet itikadının bugünün problemleriyle ilgili olarak ne söylediği konusunda bu ülkede neşredilmiş kaç ilmî eser sayabilirsiniz? Ehl -i Sünnet geçmişte bütün bid'at fırkaların söylemlerini tarihe gömmüşken bugün dikkat çeken bu "acziyet" görüntüsü, Ehl-i Sünnet'in mi, yoksa bu çizginin temsilcisi durumundaki kişi, kesim ve cemaatlerin mi?
Aslında yazının başlığını "Üç uç arasında" koyup, bir de "türedi/modern" söylemin rüzgârına eteğini kaptırmış gençlerden söz etmeliydim. Zira modern söylemin tahribatı olmadan bu iki uç akımın bu kadar gelişip kök salmasını açıklamak mümkün değil. Vehhabi söylem de Şii söylem de modern söylemin bir ucu siyasete diğeri akideye çıkan tahripkâr etkisini gençlerin gözüne sokarak propaganda yapıyor.
Bütün bu oluşumlar, yükümüzün ne kadar ağır olduğunu, ne büyük bir vebal altında bulunduğumuzu ortaya koyuyor. Fildişi kulelerimizden başımızı çıkarıp dış dünyada neler olup bittiğine bakabilirsek eğer, Ehl-i Sünnet dışındaki her kesimin, devasa bütçelerle propaganda faaliyeti yaptığını ve "dip dalgalar" halinde ilerlediğini göreceğiz. Bir süre sonra bu topraklarda "bize ait" olmayan bir mücadelenin aleniyet kazanarak meydanı ele geçirdiğini görürseniz şaşmayın.
"Toplumlar nasıl dönüşür?" sorusunun cevabını okullarda, ev sohbetlerinde, İslamî kitabevlerinde gençlerin gündemini nelerin oluşturduğuna bakarak vermek mümkün. Onların her biri kendi bulunduğu konumda Ehl-i Sünnet'i, yani bu topraklara kimliğini veren en aslî unsuru mahkûm ederek kendisine alan açıyor. Çok görünür değil, çok dikkat çekmiyor; ama hızla yayılıyor bu akımlar.
Ya bizi biz yapan temel değerleri bu topluma hakim kılmanın, yani bu toplumun kimliğini muhafaza etmenin çaresi neyse ona bakacağız, ya da bir süre sonra 70'lerde bir örneğini gördüğümüz türden aile içi çatışmalara kadar varak bir kırılma süreciyle yüzyüze geleceğiz.
Bunun en temel yolu, nesilleri kendi kimlik kodları konusunda bilgi ve bilinç sahibi yapmaktır. Yani "İslamî ilimler" meselesi. Mevcut yapının bu probleme çözüm üretmek yerine, tam tersine problemi besleyen, büyüten ve tahkim eden bir hususiyete sahip olduğu açık. Dolayısıyla İslamî ilimlerin öğretimi konusunda ciddi alternatiflere yönelmek durumundayız.
Bu akımlar bizi biz yapan en temel kimlik kodlarını tahrip eden ve gençlerimizi kendi kimlik kodlarına yabancılaştıran "yapı-bozumcu" bir işlev görüyor. Bu durumun böyle devam edemeyeceği ne kadar açıksa, bu durumu dengelemenin ve işi aslına irca etmenin, sözünü ettiğim "alternatif" eğitim tarzını uygulamaya koymaktan başka bir yolu da mevcut değil.  Dr.Ebubekir Sifil / Milli Gazete - 5 Ocak 2012

Allah'a hamd, kula teşekkür / Ebubekir Sifil



Ramazan ayı içindeki yazıları Ramazan'a inhisar ettirmek amacıyla başka yazı yazmadım. Dolayısıyla yazmak istediğim birçok husus Ramazan ayı dışına ertelenmiş oldu. Artık sırayı onlara verme zamanı.

Ancak bu yazıyı parantez içi bir açıklama olarak görmenizi istiyorum. Zira benim için önemli bir meseleyi sizlere taşıyacak.

Bundan epeyce bir zaman önce bu köşede okuduğunuz kimi yazılarda yer alan bilgi ve atıf hataları gibi hususlarla ilgili bir yazı yazmış ve sizden o yazıyı olabildiğince yaymanızı talip etmiştim. Amacım değindiğim yazılardaki arızaların olabildiğince fazla sayıda insana ulaşması ve olabildiğince fazla sayıdaki insanın o hatalı noktaların farkında varmasını bağlamaktı ki yanlışlar kalıcı olmasın.

Yine o yazıda, yazılarımdaki hataları tarafıma ileten kardeşlerimin duacısı olacağımı söylemiş ve kendilerine dua etmiştim.

Ramazanda kaleme aldığım bir yazıdaki hataların farkına varıp bir mail göndererek beni uyaran Dursun Ali Yılmaz kardeşime de huzurunuzda teşekkür ediyorum. Allah kendisinden razı olsun ki beni o hatalarımı düzeltme imkânına kavuşturdu.

İki noktada nata ihtiva eden "Oruç Keffareti" başlıklı 22 Ağustos tarihli yazıda şöyle demiştim:

"... Aynı şekilde bir fakire 60 gün süreyle sabahlı-akşamlı karnını doyurabileceği miktarı her gün ayrı ayrı vermek de, 60 günlük yiyecek miktarını bir kerede vermek de mümkündür..."

Bu doğru değil. Doğrusu, fakir doyurma işinin ya bir fakiri 60 gün süreyle veya 60 fakiri bir gün doyurmak şeklinde olmalıydı.

İkinci hatalı ifadem:

"... Araya Ramazan orucunun veya bayramın girmesi de bu hükmün istisnasıdır. Yani başlamış bir keffaret orucu bir miktar tutulduktan sonra araya Kurban bayramı veya Ramazan girse mecburen ara verileceği için keffaret orucuna baştan başlamak gerekmez...."

Doğrusu, evvelden başlanmış ve araya Ramazan veya bayram girdiği için kesintiye uğramış kefaret orucunun baştan tutulması gerektiğidir. Zira kefaret orucunu Ramazan veya bayram dolayısıyla ara vermek durumunda kalmadan başka zamanlarda tutmak mümkündür. Ramazanın veya bayramın araya girmiş olması kaçınılmaz bir durum (özür) değildir.

Bu vesileyle Düzce'den aziz kardeşim Ali hocaya da Sana Din'den Sorarlar'daki bir muğlaklığın giderilmesine vesile olduğu için huzurunuzda teşekkür edeyim. "Akaid/Kelam Meseleleri" bölümünde yer alan "Müslümanı Küfre Düşüren Şeyler, Büyük ve Küçük Günahlar" başlığı altında başlıklı sorunun cevabında yer alan -"çıplak"lıkla ilgili- ifadelerim gerçekten de yanlış anlaşılmaya müsait idi; düzelttim.

İslam Ve Modern Çağ'ın I. cildinde "Müteferrik Yazılar" bölümünde yar alan "İslamî Tahrifat" başlıklı 3. yazıda Allame el-Âlûsî'nin Rûhu'l-Ma'ânî isimli meşhur eserine, oğlu Nu'mân el-Âlûsî tarafından sokuşturmalar yapıldığı konusunu işlerken, Rûhu'l-Ma'ânî'nin bizzat müellifin kendi hattıyla yazıp Sultan Abdülhamîd Han'a hediye edilmiş nüshasıyla karşılaştırma yapıldığı takdirde yeterli fikir edinilebileceğini yazmıştım. (Bizi bu durumdan haberdar eden, İmam el-Kevserî (rh.a)'dir.)

Bu ifade de hatalıdır. Doğrusu, Allame el-Âlûsî'nin tefsirini hediye ettiği padişahın Sultan Abdülmecîd Han olduğudur. İmam el-Kevserî'den okuduğum bu bilgi hafızamda hatalı olarak kaldığı için mezkûr kitaba da hatalı olarak geçmiş. (Bu hatamın ortaya konulduğu sitenin adresi: http://www.delikanforum.net/konu/93171-e-sifil-ve-ruhul-maani-hakkindaki-bir-bilgi.html)

Bu hataların düzeltilmesine vesile olan herkesten Allah razı olsun. Allah için hakkı söylemekten geri durmayan aziz insanlar, bizim gibi hayatı yazı üzerine kurgulanmışlar için ilahî birer lütuftur. Onlar olmasa yazıp kalıcılaştırdığımız hataların doğrusunu kim gösterir ve bizim bu vebalden -kısmen de olsa- kurtulmamıza kim vesile olur?

Not: Bu yazıyı okuyanları eğer imkânları varsa özellikle internet üzerinden mümkün olduğunca fazla sayıda insana ulaştırmaları hususi ricam ve istirhamımdır. Bu konuda katkısını esirgemeyenlerden de Allah razı olsun.