25 Aralık 2009 Cuma

Büyük Randevu



Büyük randevu... Bilsem nerede, saat kaçta?
Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?

Necip Fazıl Kısakürek


11 Aralık 2009 Cuma

Aylar sonra..

Haziran ayından beri internetten uzaktım ve galiba bu kimilerinin aksine nefsime de iyi geldi. Emin olmadığım bir duyum yüzünden zar-zor bloguma giriş yapabildim. Uzun zaman kullanılmayan bloga byte mezarlığı yolu gözüküyormuş! Bu sebeple arada-sırada ilgilenmem gerekiyor..

Burada yokken, Karaman'dan, F.Gülen'e değişen bir şey yok. Gureba ve Rıhle okumaya devam. Kendileri ile ilgili yeni güncellenmiş felaketler okuyoruz !

Yazdığı gazete -Karaman konusunda kendisi ile örtüşmeyen bir çizgide olsa da- Ebubekir Sifil hocamız elhamdülillah eskisine göre yurtdışına da uzanan bir yelpazede ehl-i sünneti savunarak ümmeti uyarmayı sürdürüyor.

Hüsnü Aktaş hocayı da uzun zaman sonra Rıhle son sayısında huzurla okudum. Tağuta karşı bilenmiş bir şuurun izleri..

Açılımlar, provokasyonlar, şehidler; otobüste yakılan masum insanlar..Soğukların başladığı şu günlerde ''aman efendim aman, galiba ahir zaman'' diyen rahmetli Necip Fazıl üstadı anımsattı.

1980'den sonra tağuta karşı İslami direniş ve bilincin köreldiği, kafire kafir demekten korkan ilahiyatçıların reformist fikirleri zehir gibi bazı kesimlerde rağbet görürken; Müslüman olmanın insana yüklediği sorumluluk ve veballe her nefesle hesap gününe doğru yolculuğumuz sürüyor!

Uzunca bir zamandan sonra, bu blogu takip edenlerden özür diler, dualar eder, dua beklerim.

18 Haziran 2009 Perşembe

zamansızlık

Ne kadar süreceğini bilmediğim bir zamana kadar blog faaliyetlerine noktalı virgül..
Zaman büyük bir nimet (kazanım) ve bazen, bazı işler için yeterli olmayabiliyor.
Şimdilerde öyle günleri yaşıyorum.

8 Haziran 2009 Pazartesi

sigaraya haram diyenleri duymuştuk da..

"Düşünen beyin" ile ilgili uzunca yazacak değilim. Birazcık fıkıh ve usulü fıkıhtan nasibi olanlar bu gibi zevatın, ehl-i sünnete taban tabana zıt fikirlerini zaten bilip asla onay vermiyorlar. "Düşünen beyin", kendisine ehl-i sünnet yolunu rehber edinip sevad-ı azam alimlerinin nakillerine kulak tıkarsa; kaçınılmaz sona işte bir önceki yazımızda ispatladığımız Yusuf el Karadavi gibi düşüverirler.

Bu tiplerin taraftarlarının ekserisi, fikirlerini hararetle savunurken, tenkit edenlere şaşılacak hakaretler savurmayı ihmal etmiyorlar, mü'mime sert bakmanın haram olduğu dinin temsilcileri olarak!

Geçen gün tevafuken nette pekçok blogda aşağıdaki yazı/iddia ile karşılaştım.Bu iddia, atfedilen şahıstan zuhur edip etmediğine dair elimde bir belge olmadığı için isim zikretmeksizin bir düşünce/fetva üzerine "genel" yazıyorum.En azından böyle düşünüp fetva verenlere ithaf olunur.Önemli olan kimden gelirse gelsin bu tarzın yanlışlığı. Yazı aynen şöyleydi.

".................: Dinde aklı esas alan ve sigaranın zararını bilerek içene kâfir diyecek kadar ileri giden, çeşitli konularda ehl-i sünnet âlimlerinin ictihadlarına aykırı görüş bildiren bir felsefecidir."

Bu durumda milyonlarca sigara içen Müslümanı, ehl-i imanı kafirlikte itham ettiği için, bilinen meşhur hadis-i şerif gereğince (1) maazallah kendisi imanını kaybetme tehlikesi içinde mürted olamakla kalmaz, taraftarlarını da aynı akibete sürükler. Büyük vebal!

"Silsile-i Zehep'in en sonuncusunun mürşidi olan Seyyid Fehim Efendi Hazretleri'nin bir büyük nüktesi var... Bu rivayeti birkaç yerden duydum. O devir şeriat ilminin yüksek insanından da dinledim. Çünkü bu zat idrak etmiş...

Seyyid Fehim Hazretleri camiye gidiyorlar. Camii de bir vaaz, hutbe, konuşma. Bir fetva, bir sohbet... Zahir ehlinden biri sigaranın haramlığı üstünde -meselemiz bu değil, şeriat anlayışından misal koyuyorum- ısrarla duruyor.

Atıyor, tutuyor:

"- Sigara, tütün haramdır!.."

En küçük bir korkusu yok gaiplerden...

Cemaat dağılırken, avluda, Seyyid Fehim Efendi Hazretleri - ne büyük insan olduğunu anlayın- müridlerine hitap ediyor:

"- Hiç biriniz sigara içmiyorsunuz değil mi?"

"- İçmiyoruz!.."

"- Şimdi size emir veriyorum, birer sigara bulun ve için!.."

Evet; tekrar edeyim. Bunu sigara için anlatmadım. Şeriat anlayışı için..." (Necip Fazıl Kısakürek/Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu )

İncelik şurada, sigaranın zararlı olduğunu söylemek başka, "haram" demek başka; kalkıp sigara içenlere kafir demek bambaşka bir haddini bilmezlik!

Rasulullah sallahu aleyhi vesellem'in huzuruna alkolik sarhoş birini getirdiklerinde O (sav), huzurunda sarhoş kişiyi yerenlere: '' Bırakınız; O, Allah ve Rasülüne sever'' buyurmuştur. Asla haşa kafir diyen olmamıştır. Ki, içkinin haramlığına ayet ve hadisler varken hiçbir İslam alimi haramlığını inkar etmeyene kafir dememiş, günahkar denmiştir.

Şimdi, sigara içene kafir diyen bir kendini bilmez, acaba hükmü haram olan içkiyi içeni daha ağır nasıl itham edecektir..?

Rahmet Peygamberinin şefkati nerede, kafir avına çıkan türediler nerede?Ona kafir buna kafir, o bizden değil, şu kaka..Allah aşkına nereye varacak bu taassup ve Müslüman tekfir çılgınlığının sonu..? Herkes kafasına göre ayet hadis diline dolar, dar görüşüne göre anlamlandırırsa olacağı budur!

Uzun yazmak istemiyorum. Bu tiplere biat edip, düşünen beyinlerini kiralayan dostlara derim ki, sakının..!

Haramı irtikap ettiği halde, hükmünü inkar etmeden içki fıçısının içinde de yatsa kişi kafir değil, günahkar olur.Nerde kaldı sigara..

Bu ne cesaret, bir insan nasıl bu kadar nefsinin ve kırıntı ilminin emini olup, böyle ahkam keserek müslümanların kanına girebilir.Subhan Allah bizleri, ümmeti yalancı ulema kılıklılardan, irşada ehil olmayan şeyhlerden ve şeyh pozundaki yalancılardan muhafaza eylesin duasıyla bitirelim.


(1)
“Herhangi bir kimse, din kardeşine “Ey kafir!” derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (Müslim 1/319)

muhtelif meseleler 5

"İslam ile "diğerleri" arasında fazla bir fark olmadığı anlamına gelen "fikir ve inanç özgürlüğü" temelli itiraz bu bakımdan tartışmaya değerdir. "başka din ve inanç sistemlerinde dinini terk eden öldürülmez" veya "çağdaş dünyada bir kimsenin din değiştirdiği için ölüm cezasına çarptırılması anlaşılabilir değildir" tarzındaki yaklaşımlar, en temelde İslam ile "diğerleri"ni eşitlediği için sakattır. Birisi çıkıp da, "O zaman kâfirler niçin cehennem azabına çarptırılacak?" diye soracak olsa, bunun, ahirette cereyan edecek bir vakıa olarak dünya hayatını ilgilendirmediğini söyleyerek işin içinden sıyrılmak mümkün müdür?" Dr.Ebubekir Sifil

2 Haziran 2009 Salı

muhtelif meseleler 4

"3. Kur'an'ın, pek çok meseleyi icmalen zikredip, tafsilini Sünnet'e havale ettiği ehlinin malumudur. Dolayısıyla irtidat suçunun müeyyidesinin ne olduğu sorusunun cevabının Sünnet'te yer almasından garipsenecek bir durum yoktur.
Burada şöyle bir itiraz ile karşılaşabiliriz: Kur'an, ölüm cezasından daha hafif cezaları zikrettiği halde, (evli zaninin ve mürtedin öldürülmesi meselesinde olduğu gibi) ölüm cezasından hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir. Bu durum, bu cezaların Kur'an'ın onaylamadığı cezalar olduğunu gösterir.
Bu itiraz ilk bakışta makul gibi görünse de, meseleye biraz yakından bakıldığında son derece tartışmalı olduğu hemen anlaşılacaktır. Zira bu yaklaşım şöyle bir mantık üzerine oturmaktadır: "Kur'an önemli hususları tasrih eder, Sünnet'e havale ettikleri ise daha az önemli hususlar olmalıdır."
Oysa Kur'an'ın namaz gibi en temel bir ibadeti sadece icmalen zikretmekle yetinip detayları Sünnet'e havale ettiği, buna mukabil, namaza bir hazırlık mesabesinde olan abdesti hemen hemen bütün detaylarıyla zikrettiği malumdur. Aynı durum, zekât, hacc, oruç gibi temel ibadetlerin tamamı için geçerlidir.
Dolayısıyla bizim, Kur'an'da neyin yer alacağını ve neyin yer almayacağını tayin gibi bir konuma sahip bulunduğumuz anlamına gelebilecek bu tarz akıl yürütmelerden uzak durmak gerekir. " Dr.Ebubekir Sifil

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Mayına basmak / Melih Aşık

"Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi için ihale açılmayacak mı? Galiba açılmayacak. Deniz Baykal da o kanıda. Diyor ki:“Belli ki birilerine söz verdiler şimdi onun için çırpınıp duruyorlar”O birilerinin “İsrailliler” olması büyük olasılık taşıyor. Başbakan’ın:“Geçmişte faşizan uygulamalar oldu, azınlıklar ülkeden kaçırıldı” sözleri de açıkça mayın temizleme işinin İsraillilere verilmesine karşı çıkanları susturmaya yönelik bir demagojiydi...Eğer verilmiş söz olmasa Başbakan böyle bir çıkışı neden yapsın?İhale konusunda İsrail’e söz verildiğinin ikinci belirtisi... İsrail Büyükelçisi Gabby Levy’nin Şanlıurfa’ya giderek “İsrail topraklarınıza el koymak istemiyor. İsrail buraya sadece iş yapmak için gelmek istiyor” diye lobi yapması... Mayın temizliği için İsrail’li TAHAL şirketinden söz ediliyor.. Çalık Grubu ve Akfen’in bu şirketle ortak çalıştığı söyleniyor. Bütün belirtiler ihale adresinin belli olduğuna işaret ediyor.Peki saf köylü Erdoğan’ın manevralarını yutuyor mu? Suruç ilçesinden vatandaşlar konuşuyordu televizyonda. Dediler ki:“Zamanında devlet tapulu arazilerimizi bizden cüzi bir fiyatla aldı. Şimdi ise yabancılara verilecek, Biz buna tepkiliyiz. Mayınların cefasını çeken biziz, kullanma hakkı da bize aittir.” “Eğer Yahudilere verilirse akıbetimiz Filistin’e döner.”“Verin araziyi biz çıkarırız mayınları” diyen bile var.Köylünün öfkesi dinecek gibi görünmüyor..."

25 Mayıs 2009 Pazartesi

İsrail'e tepki göstermek faşistlikse…/Hakan Albayrak

"Başbakan'ın bu bağlantıları nasıl kurduğunu anlayamıyorum.
Yabancı sermayeye kategorik olarak karşı çıkanları eleştirmesinde bir fevkaladelik yok; ama, Ortadoğu'da fitnenin başı olan İsrail'in Türkiye-Suriye sınırı gibi kritik bir bölgede fink atmasına karşı çıkmayı sıradan bir yabancı sermaye düşmanlığı gibi görmesi/göstermesi çok acayip.
Farklı dinlere ve etnik kimliklere tahammülsüzlükle kurduğu irtibat ondan da acayip.
İsrail'e tepki göstermek faşistlikse, Başbakan Erdoğan Davos'ta faşistin önde gideni olmuştur!"

(Dün Davos'da İsrail'e haykıran Başbakan, kendisinden İsrail ile yapılan anlaşmaları iptal etmesi beklenirken, yenilerini ilave ederek, samimiyetinin sorgulanmasına sebep oldu.Bu duruşu ile sevenlerinde güvensizlik oluşturduğuysa kesin.Hakanın yazının tamamı burada)

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Şakirin Camiindeydim

Çok söze gerek duymuyorum.

Türkiye'de son yıllarda yerli bir mimar tarafından yapılmış uzay çağı sitilinde ve son derece temiz bir mekan olmuş.
Yer halılarının kalite ve rengine de dikkat edilseydi güzelliğine güzellik katılacak olan cami, tuvalet ve abdeshanesine kadar birinci sınıf, pırıl pırıl ve tertemiz.
İnşallah bu temizlik ve kalite ziyaretçilerce korunur. Gidip görülmesini tavsiye ederim. Konuyla ilgili basında çıkan haberler burada. Çok fotoğraf çektim ama burada dizayn problemi var.
İşte benim kameramdan Şakirin camii.








6 Mayıs 2009 Çarşamba

Yusuf El Karadavi

Yusuf el Karadavi : (1926 Mısır) İslam'da Helal ve Haram kitabının daha ön sözünde kendisinin mezhepsiz olduğunu zaten itiraf eden bu kişi için fazla söze gerek yok aslında. Mezhepler arası çelişkilerde tam ve kesin hüküm vermek mecburiyetindeymiş. Belirli bir mezhebi taklid etmeyi kendine yakıştıramamış, taklid aklın çalışmasını durdururmuş.Yalnız bir mezhebin esiri olmak O'nun gibi bir ilim adamına yaraşmazmış!

Şimdi bu kitap, bu itiraflardan sonra nasıl okunur? Adam açıkça mezhep tanımaz olduğunu beyan ediyor. Belki de kendisini mutlak müçtehid olarak gördüğü için bunları söylemiştir(!) Bu gibi mezhep tanımazlardan neler duymadık ki..

Bir onun bu sözlerine bakın, bir de mesela, fukahanın yedinci derecesinde allame olan Seyyid İbn-i Abidin (Rh.A) efendimizin "şu evrakı toplayan günahkâr kul dahi musannıfın, yani mukallidler sınıfına dahil olduğunu beyan eder"[1] sözlerine ..! Dolu başak mütevaziliğinden yerlere eğilir, boş başak da başı yükseklerde olurmuş!

“Taklid aklın çalışmasını durdurur”muş. Elbette; şeytanı, hevayı ve sapık mezhepsiz ustaları taklid insanın aklını durdurur.İşte bakın nakil ve ehl-i sünnet caddesinden ayrılanın aklı nasıl durur, kendisinden dehşet ve yalnızca İslami değil, dünya medyasında geniş yer bulan meşhur bir örnek :“Üniversiteye alınmayan başörtülü kızlar başlarını açabilirler” (!)
Mezhep tanımazlığın vardığı son nokta, Zahid el Kevseri merhumun teşhisi ile işte böyle "dinsizliğe köprü" oluyor!

Kendisinin bu fetvayı verebilme cür’etinden sonra, bu kişiyi ve yazdıklarını hala baştacı edenlere şifalar dileriz, tartışmayız bile..

İslam fıkhı metodolojisine bağlı olmadığından, kendi görüşleri ile fetvalar vermesi, onu İslam dünyasında tartışmalı konuma getirdi. Hasan el Benna liderliğindeki ihvan hareketlerinde tutuklanmasıyla gelişen yaşamı onu bir dönem hoca kimliğinden siyasi kimliğinin ön plana çıkması ile kariyerine (!) bu açıdan da zarar verdi.

Karadavi’ye İslam dünyasında yöneltilen eleştirilerden bazıları da şunlardır:

Zayıf hadisleri kanıt olarak kullanmak, buna karşın Buhari ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarındaki bazı hadisleri reddetmekle itham edilmektedir.

Bazı konularda kat’i icmaya muhalefet ettiği öne sürülmektedir. Bu eleştiriye bazı El-Ezher şeyhleri de katılıyor. Selefiler, Karadavi’nin hukuk metodolojisinde bazı kaideler icat ettiğini öne sürüyor.

En ağır eleştirilerden biri de, Karadavi’nin ABD’deki Müslümanların ABD ordusu bünyesinde Afganistan’da savaşabileceklerine dair fetvasıdır.Karadavi’nin Filistin davası noktasındaki fetvalarının İslami olmaktan çok milli eksenli olduğunu savunuluyor.

Özellikle de Habeşişler tarafından Kader ve tevil meselelerinde Eşari düşüncesini eleştirmesine, İbni Teymiyye ve İbni Kayyim’i ise eleştiriden muaf tutmasına karşı çıkılıyor.

“Fakat beni rahatsız eden bir şey var Yusuf el- Karadavi’nin söylemleri içerisinde. Bu müslümanlar arası, müslümanlar içi bir meseledir. İslam’ı günümüz insanına anlatırken, yaşamaya çalışırken, tarih içerisinde oluşmuş ve bugüne kadar varlığını taşımış, devam ettirmiş İslam mezhepleriyle Yusuf el-Kardavi’nin bir derdi var. Bunu burada mutlaka dile getirmem lazım. Bu konuda gazetede de yazdım.Bu konuda tavrı mı var?Evet, yani herhangi bir mezheple bağımlı kalmak, herhangi bir mezhebin mukallidi olmak ki o buna, mezhep taassubu diyor, çağdaş bir müslüman için Yusuf el-Karadavi’nin onaylamadığı bir şey. Bir de şunu söylüyor: “Global bir köy haline gelen, çok küçülmüş olan bir dünyada artık mezheplerle bir yere varamayız. Mezhep taassubunu bırakacağız, İslam’ın kolaylaştırılmış hükümleri nerde varsa onu alacağız.” Hatta daha ileri giderek şunu da söylüyor: “Kur’an ve sünnet aslında bu dini kolaylaştırdığı halde fıkıh zorlaştırmıştır. Fuzûli, gereksiz birtakım hassasiyetlerle birtakım yükler getirmiştir. Şimdi bu yükleri atıp bu fıkhı, bu dini kolaylaştırmamız lazım.”(Ebubekir Sifil İle Mülakat–2: Güncellenmiş Bir Ehl-i Sünnet Kelamına İhtiyaç Var, İlkadım - Eylül-2005)

''Yeri gelmişken el-Karadavi'nin, İbn Teymiyye'ye ittibaen Cehennem'in kâfir ve müşrikler için de ebedi olmadığı görüşünü benimsediğini bir not olarak eklemiş olalım." ( Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 13 Haziran 2005)
[1] İbn-i Abidin c.1, sh: 98-99

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Hamidullah

HAMİDULLAH : (m.1908 ) 1971 İstanbul gezisinde, İslam alimlerine, selefi salihine güvenmediğini söyledi. Devletler Hukuku dalında doktora yapan Hamidullah'ı 1947'de Hindistan hükümeti vatandaşlıktan çıkardı. Paris ilmi araştırma azası olan, Hamidullah koyu İsmaili mezhebinde, ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişmiştir.

Dine bakışı bilinen üniversitelerin, bu Hintli'yi davetleri O'na kucak açışları; bu cüce akıl mütefekkirinin ne olduğunu anlamamızı sağlar.

"İslam Peygamberi" adlı kitabına göz atmak, yeterlidir.Zaten kitabın ismi Alemlerin Efendisine bir sınırlamayı daha kapakta yapıyor. Yani Peygamber efendimiz aleyhissalatü vesselamı yalnız müslümanların peygamberi olmakla sınırlıyor.Oysa Sebe suresi: 28. ayette mealen :"Seni bütün insanlara(alemlere) gönderdik.." buyurulmaktadır.

"İslam Peygamberi" adlı kitabının önsözünde Fransızları memnun etmek için kaleme aldığını itiraf etmesi de düşündürücüdür. Müsteşrik ağzı ile yazılmış bir kitap desek, abartmış olmayız.

Tasavvufa uydurmadır diyen bu kişiye Üstad Necip Fazıl Erzurum'da bir konferans esnasında Hamidullah'ında Erzurum'da olduğunu öğrenmiş, konferans boyu ona çatmış ve meydan okumuş olmasına rağmen karşılaşmaktan kaçınmıştır. Peygamberimiz (SAV) için ''gezdi gördü, öğrendi ve kavmini islaha teşebbüs etti'', diyebilmiştir. '' Çocukken süt kardeşi Şeyma'yı ısırdı'' gibi kesin omayan cümleler onundur.

İslam Peygamberi adlı kitabından onu savunmakta ısrar edenlere bir başka nasipsizlik ve hürmetsizlik örneği daha : Peygamberimiz Efendimiz sallahu aleyhi veselem'e (HAŞA) "düztaban" (Sh:55) diyebilen,

"Çocukken az kalsın put'a esmer koyun hediye edecekti'' diyebilen (sh: 47);

''Suriye hrıstiyanlarından din bilgisi aldı'' diyebilen (Sh:21);

Kitabının 69.sahifesinde Buda'yı Peygamber sayan ( Yaşar Nuri Öztürk gibi);

Ayın ikiye bölünmesi mucizesi ile neredeyse alay eden ( sh: 82);ve mucize bahsinde, o anda olan bir olayın, Peygamber ve yanındakilerin ihtiyacına ''denk gelmesi'' sebebiyle mucize adı verildiğini söyleyebilen..

Allah Tealaya Teymiyye gibi mekan tayin eden (sh: 92),

Mescid-i Aksa'nın mescidliğini reddeden ve Kur'anı yalanlayan (sh: 93),

Rahib Bahira'nın 9 yaşlarındaki bir çocukta (SAV) nebilik alametini görme hadisesi için, ''böyle bir alametin olacağını sanmıyorum'' diyebilen (sh: 46 ),

Vahy anındaki Peygamberimiz Efendimiz'den (SAV) sadır olan halleri kabullenmeyen (sh: 66); gelenin melek mi şeytan mı olduğu ilk Peygamberlik alametlerinde "gelen melekse çekilir gider, şeytansa seyreder" gibi sözlerle ilk zevceleri Hz.Hatice (RA) ile Efendimizin aralarında edep dışı sahneler ima etmeye kadar haddini aşan, laubali ve edepsiz (sh: 69 );

İlk müslümanları şahsi yakınlık ve menfaat yüzünden imana gelmiş farz eden (sh: 72 ) bu kişiyi savunup medh edenlere, sözlerini te'vile gidenlere söyleyecek söz bulamıyorum.

Böyle ehl-i sünnet dışı fikirlerin sahibi kaynak olabilir mi? Böyle cürümlere imza atan birini ilmi yetkim olmadığı için -tekfir etmek niyetiyle ele almadığımı yani tekfir etmediğimin altını çizerek- kitaplarını okumanın çok zararlı olacağını son söz olarak belirtmeyi önemli buluyorum.

Meal Müslümanlığının mahiyeti /Dr. Ebubekir Sifil

''Böylece hedefe giden yolda ilk virajı dönmüş olanlar, ikinci virajda şu tesbitle çıktı karşımıza: "İslam dünyasının geri kalmasına sebep, Müslümanların yanlış din anlayışıdır." Az biraz nazlanarak da olsa, bunu da kabul ettik. "Evet" dedik, "eskilerin ıskaladığı önemli noktalar olmalı. Yoksa biz bu durumda olmazdık." İkinci viraj da böylece geçilmiş oldu. Aidiyetlerimiz ve kimlik unsurlarımız yerinden oynamış oldu böylece.
Üçüncü virajda, "değiştirilebilecek ne varsa değiştirilmesi gerektiği" telkin edildi. Bu din, eskilerin "eskimiş" anlayışıyla telakki edildiği sürece hiçbir problemimizi çözemezdi! Yeni okumalar yapılmalı, yeni tasavvurlar geliştirilmeliydi.
Başlangıç, içtihadlarla yapıldı. Önce mezhep imamlarının içtihadları, arkasından icma ve arkasından Sünnet, bilinç altımıza yerleştirilen "çağı yakalama" kodlu virüs marifetiyle devre dışı bırakıldı.
Sonra bize dediler ki: "İşte, güvenilir tek kaynak olarak Kur'an! Gelin onu esas alarak yeni bir din tasavvuru inşa edelim ve bu dini, ona aykırı unsurlardan temizleyelim. Çağı yakalamanın başka yolu yok!" (yazının tamamı burada )

3 Mayıs 2009 Pazar

Kadın için hayırlı olan

Muhterem Ebubekir Sifil hoca, bugün ''İhtilat ve haremlik selamlık 2'' konusunu işlemiş ve yine çok önemli konuya ve detaylara dikkat çekmiş.

Efendimiz sallahu aleyhi vesellem, kızı Fatıma (ra) sorar: Kadın için en hayılı şey nedir? Annemiz şu muazzam ölçü olacak cevabı verirler :

''-Görmemesi ve görünmemesidir'' bu cevaba Efendimiz sallahu aleyhi vesellellem büyük hoşnutluk içinde tekbir getirirler.

Evet ölçü budur.

Yanımda kocam var, hergün çarşı pazar gezerim.

Hayır gezemessin! Kocan alemin gözüne tülbent bağlayabilecek mi? Seni fitne dolu gönlün penceresi gözlerden, haram bakışlardan koruyabilecek mi? Şu zamanda adamın yanında karısına bakıldığını hatta laf atıldığını ve bu sebeple ne olaylar olduğunu okuyor/görüyoruz.

Ebubekir hoca yazısını okuyacaksınız, orada kadının dışarı çıkması için fıkhi bir kurala işaret ediyor..''ihtiyaç''.

İhtiyaç nedir sualinin cevabı, günümüz tesettürlü kadınlarını bunaltacak kadar ağır bir imtihan sebebi olabilir. Zira, kadının ihtiyaç dediği pekçok şey fıkhen/tasavvufen ihtiyaç falan değildir.

Diyelim pet alacak (afedersiniz) bunu zaten bir kadının marketten kendi alması mahsurludur. Verir tarifi eşine, yada isim/marka eşi gider alır.Kadın için ihtiyaç, doktor, tedavi sebepleri dışında; hava almak için sakin bir tabiat kenarında eşiyle yürüyüş olabilir..Bunda da, tesettürü; mantosu çarşafı son derece bol ve vücut hatlarını belli etmemiş olmalıdır. Gözler asla namahrem gözüne değmemelidir.

Hele pazar alış-verişinde kadının-hele tek başına- asla işi olamaz. O, görmeyecek ve görünmeyecek. Evinde kendisini haremlik selamlıkla Allah'a adayacak.O gardaşım, bu komşu, şu akrabam diyerek bu sınırları delmeyecek. Haremlik selamlıktan anlamayan yakın akraba yanında, eşi ve mahremleri varken zamanın genelini hizmete verecek, tesettüründen ödün vermeyecek ve gelen kişinin karısına bir bahane bularak, ''gel biz mutfakta yada diğer odada kadın kadına laflayalım'' şeklinde tatlı bir yolla erkeklerin yanından uzaklaşacaklardır.

Başındaki saçları bir şekilde örtmek, tesettür değildir. Tesettürün ne olduğunu yukarıdaki hadisle belirttik.Örtü, bayraktır, takvadır ve ille hayadır.

Günümüzde cinsel haramlar, ne evli, ne yaşlı, ne çocuk dinlemeksizin azgınca saltanatını genişletirken; İslami hassasiyeti olan Müslümanların bu konuda; çoğunluğun dümen suyuna gitmesi vahim bir aldanma olur.

Yazıyı uzatmak istemiyorum. Şimdi konunun teknik ve ilmi tarafını Ebubekir hocamızdan okuyalım:

''Bu konuda dayanak olarak alınan bir diğer rivayette de Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevde (r.anha) validemize hitaben, "Allah, ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir" buyurmuştur.3 Bu rivayetin, kadının normal ihtiyaçları için dışarıya çıkabileceğini, alış-veriş yapabileceğini gösterir. Ancak bunun, "ihtiyaç"la sınırlı bir durum olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Dolayısıyla bu rivayet ile evde kadın-erkek bir arada oturmayı alışkanlık haline getirmeyi birbirine karıştırmamak gerekir.''

2 Mayıs 2009 Cumartesi

İslam’da yorum tekeli


Muhterem Ebubekir Hocama, bir dostumla aramızda geçen anlaşmazlığı iletmiştim. O kardeşim bana : ''Meselenin özu şu: bu konularda yorum tekeli var mi yok mu? Ebubekir Hocama gore var ve o yorumdan farkli dusunen herkes hata yapiyor. Benim yaklasimim ise gayet basit: elimizde hangi yorumun dogru olduguna dair kesin bir şablon yok. Bu bizzat Islam'in evrenselliginin ve esnekliginin de hem geregi hem eseri.'' demişti.

Her ne kadar be kendisine bu konu etrafında uzunca bir zamandır tartıştığımız için karınca kararınca cevaplar vermişsem de (bu konuda elimizde bir şablon var demişsem de); yeterli olmadı ve bendeniz de konuyu hocama havale etmiştim.(Umarım bu defa yeterli olur)

Bugün Ebubekir Sifil hocamın bu ''yorum tekeli'' konusunda nefis bir makalesi, bu konuda dostumla aynı düşünenlere güzel ve son derece ilmi bir cevap niteliğinde.Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Hocam yazısında son derece önemli ilmi kıstaslar ve ''mihenk taşı'' ile elimize ''ölçü/terazi'' veriyor, işte o pasajlar :

''Yoruma açık olmayan hususlarda tevile dayalı olarak da olsa temel kabullere aykırı şeyler söyleyen kimseler tekfir edilmese bile, tehlikeli bir noktada bulundukları bilinmelidir. Burada, Bir meselenin yoruma açık olup olmadığına kim karar verecektir?" şeklindeki mukadder sorunun cevabı şudur: İlgili husustaki nass(lar)ın yapısı, Sahabe döneminden itibaren üzerinde farklı bir yorum yapılıp yapılmamış olması ve yapılacak farklı yorumun nasslarda sarahaten yer almış hususlarda açıkça çatışma teşkil etmesi durumunda yorumun makbul olmayacağı, dolayısıyla sahibinin yoldan saptığına delalet edeceği açıktır.
İmam el-Gazzâlî'nin Kânûnu't-Te'vîl isimli eseri bu konuda gerçekten ufuk açıcı niteliktedir. ''

Şu nokta son derece önemli: Efendimiz (s.a.v)'in, Sahabe'ye (r.anhum) tebliğ etmesi gereken her şeyi tebliğ ettiğinde şüphe yok. Onların da Efendimiz (s.a.v)'den aldıklarını kendilerinden sonrakilere aktardıkları kesin. Zira aksi halde bu dinin, daha ilk nesilde ortadan kalktığı ya da tahrif olduğu söylenmiş olur.

Şu halde Sahabe, bilhassa "dinin sabiteleri" bağlamında neyi nasıl yapmışsa, onu öyle yapmaya dikkat etmek gerekir. Usul-i Fıkıh ilmine bir bütün olarak bakıldığında, genel bir "Selef" vurgusunun baskın olduğu görülür. Sahabe icmı ve genel olarak icma, sahabî kavlinin hücciyyeti, Medine Ehli'nin ameli, hükmen merfu rivayetler... gibi hususlar hep bunun göstergeleridir.
Müslüman bilincinde Selef kavramı nirengi noktası gibidir. Biz kendimizi Selef'e bakarak ayarlarız. Elbette bu sebepsiz değildir. Bilhassa Efendimiz (s.a.v)'in yönlendirmeleri ile oluşmuş bir bilinç durumudur bu.
"İslâm'da yorum tekeli yoktur", İslâm'ın evrenselliği, yorum zenginliğindedir"... gibi ne anlattığı çok da iyi tesbit edilmemiş sloganların arkasına düşerek birtakım temel hakikatleri ıskalamayalım...''
Şimdiden o dostumun ben ''dinin sabitelerini kasdetmedim ki, içtihada baliğ olan hususları kasdetmiştim'' yollu yeni bir itirazını duyar gibiyim. Oysa içtihadlar da, bir temele dayanır, o temelin İsalm'ın birincil sabiteleri Kitap ve Sünnet olduğu aşikardır.İçtihadlarsa zaten bu iki temel kaynakla birlikte icmaa ve sonra dinin 4. delili kıyasa dayandığı dostum benden iyi bilir.Bu şablon gözardı edildiğinde ortaya hocamın bahsettiği kaos çıkar. Bugün ortada cirit atan ilahiyatçılar ve son örnek olarak İslamoğlu mealine hocamın yazdığı tenkit yazısı en iyi örnektir.
Yalnız Kitap ve sünnet bu şablonu oluşturur diyen yüzlerce yoldan çıkmış mezhep ve tarikat boşuna değil. İcmayı göz ardı ederseniz, selef-i salihin yolunu da, müteahhirin ulemayı da gözardı edersiniz. Bugün yalnızca -bazı mezheplerin yaptığı gibi- ashab-ı kiramın büyüklerine dil uzatmak, aslında direkt İslam'ı alaşağı etmekle eş anlamlıdır. İmam-ı Rabbani (ks)hazretlerinin bu konuda çok güzel tespitleri vardır, okumak ve anlamak gerek.
Edille-i şer'iyye (erbaa) şablonu sebepsiz değildir. Kaynağı da: "İnsanların hayırlısı, benim asrım ( da yaşayanlar) dır. Sonra onları takiben gelen, daha sonra onların peşinde olanlardır." hadis-i şerifidir. (Buhari, Müslim, ,İbn-i Mes'ud (RA)'dan.)

Allah (cc)

Cafeer-i Sadık (ks) hazretleri, Allah'ı bilmek üç kelime ile olur buyurdu :

1- Allah bir şeyden yaratılmadı

2- Bir şeyin içinde de değildir

3- Bir şeyin üzerinde de değildir. ( Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (ks),Ehl-i sünnet itikadı)

30 Nisan 2009 Perşembe

Mustafa İslamoğlu'nun meali..!

Muhterem Dr.Ebubekir Sifil hoca'nın ''Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası '' başlıklı RIHLE dergisindeki ve Darül Hikme'de ençok okunan yazısı üzerinde ne kadar durulsa azdır.

Altı çizilecek çok önemli noktalar var.Sifil hocayı bir tek makalesinin sonunda: ''Kendisine din kardeşi olarak yapabileceğim tavsiye şu: '' cümlesi sebebiyle haddim olmayarak eleştiriyorum demiyeyim de, bir tek bu cümlesine katılmıyorum diyeyim..Zira yazıyı baştan sona dikkatlice okuduğunuzda ortada din tahripçisi ve eskilerin zındık yada mülhid diye niteleyeceği korkunç cürümlerin sahibi; sıradışı olmak için ehl-i sünnet ve cemaatim muazzez caddesinden ayrılmakta hiçbir beis görmeyen ve yine Ebubekir hocanın tabiri ile ''Burada gördüğümüz "gerekçe"yi İslamoğlu'nun "Yahudileşme temayülü" olarak ifade ettiği durumun şümulüne sokabilir miyiz? Kararı siz verin:

A. Burada bir Kur'an ayeti, Tevrat esas alınarak, hatta Tevrat'ın kendisi değil, kimi "yorumları" esas alınarak yorumlanıyor; üstelik bu, Kur'an'ın izin verdiği/mümkün kıldığı bir zemin üzerinden değil, tamamen "bahr" ve "yemm" kelimelerine bir kısım Tevrat yorumcularından bulunan karşılık temel alınarak yapılıyor.

B. Söz konusu yorumları "kesinliği ispatlanmış veriler" olarak görebilir miyiz? Konu üzerindeki tartışmaların sonuçlandırılamamış olması bu soruya olumlu cevap verilmesini imkânsızlaştırıyor. (Aradan geçen binlerce yıllık zaman, bu tartışmaların sonuçlandırılmasının önündeki en büyük engeldir.) Yem Suf (Yam Suph) ifadesinin ne anlattığının kesin biçimde tesbit edilememesi bu problemin merkezini oluşturuyor. Bu ifadenin "Kızıl Denizi" mi (Red Sea), yoksa herhangi bir "saz denizi"ni mi (Sea of reeds) anlattığı, yahut bunların hiç biri olmayıp, sadece bir bölge adı mı olduğu hala tartışılmaktadır. Hatta tartışılan sadece bu da değil. Yem Suf'un yeri üzerinde de sonuç alınması mümkün görünmeyen spekülasyonlar bulunduğunu biliyoruz.
Bu ayeti Tevrat yorumlarını esas alarak anlamlandırmak zorundaysak işin içinden çıkmamız mümkün değil. Zira o yorumlar içinde İsrailoğulları'nın Hz. Musa (a.s) liderliğindeki göçte izlediği güzergâhının Akdeniz kıyısı olduğunu söyleyenlerden, denizin geçildiği yerin bugünkü Akabe Körfezi olduğunu söyleyenlere kadar birbiriyle uzlaştırılması mümkün olmayan bir yığın yorum ve tahmin var. [17] ''cümlelerinde buluyoruz.

Türkiye'de yaşayan ehl-i sünnet alimleri, İslam dünyasından da katılımlarla acilen bir konsey/teşkilat kurmalıdırlar. Bu teşkilat ne kadar eser/kitap ve yaşayan ilahiyatçı varsa; fikir ve görüşlerinin dökümanını yapıp; güvenilmez, bid'atçı, sapık, zındık, mülhid kategorilerinde
sınıflandırma yapmalıdır. Bunu yapmadan önce, yaşayan o kişi kesin ve ilmi delillerle defaatle uyarılmalı, gerekirse sesli yayınlarda sorguya davet edilmeli; değişen bir şey olmuyorsa, yukarıdaki etiketlerden biri ile damgalanmalıdır!

Bu önerim bazılarına çok radikal ya da acımasız gelebilir. Amma vallahi bir İmam Rabbani (ks) Hazretlerinin, hutbede 4 halife ismi saymayan imam karşısında (Faruki damarım kabardı diyerek celallenmesi) tutunduğu tavır düşünüldüğünde; O (ks) ikinci binin müceddidi şu an bedenen yaşasaydı; dediğime aynıyla onay verirdi. Zira mezkur isimler, kendi edindikleri kitlelere karşı son derece merhametsiz; nesfi sorgulamadan uzak, nefislerinin emini olarak, kibirle ''benim'' diyerek insanları yanıltmaya devam ediyorlar. Bu yanıltma en hafifinden bazı insanları ehl-i sünnet dairesinden çıkarmaya, orta vadede tasavvufa ve velilere taan etmeye, uzun vadede (Teymiyye'nin Allah telayı cisim gibi anlatımında olduğu gibi haşa) zındıklığa/mülhidliğe varan sonuçlar doğuruyor.

Modern (ahir zaman) çağda, bazı necaset ruhlar, şeytanın iğvası ile; dilleri laf yaparak ve farklı uydurma fetvalarla cahil halkın dikkatini çekerek; ''onlar adamsa bizde adamız'' diyerek; 1400 yıllık Rasulün sallahu aleyhi vesellem: ''Zamanların hayırlısı benim zamanım, sonra gelen ve sonra onları gören'' mealinde belirttiği ve dikkat çektiği nakil zincirini koparmaya çalışarak kariyer yaptıklarını ve kendilerinin doğru yolda oldukları zannı ile aldanma ve aldatma içindeler!

Ayetleri tahrif eden, yahudi kaynakları ile ayet meali yazan, ayetlerin başka açılımlarını görmezden gelen, müfessirlere iftira atıp (Zemahşeri gibi), var olanı yok sayma ve Ebubekir Sifil hocanın tabiriyle : ''Onun bu ısrarlı tavrının altında nelerin yattığını araştırmakla iştigal edecek değilim. Burada dikkat çekilmesini zaruri gördüğüm husus, bu "operasyon"un düpedüz "tahrif" olduğu ve İslamoğlu tarafından daha önce de muhtelif bağlamlarda yapıldığıdır.''

Bir insan Allahrasulü sallahu aleyhi vesellem'e iftira atabiliyorsa, benim din kardeşim olamaz..

''Efendimiz (s.a.v), İsrailoğulları'ndan bir kısmının, –üzerinde durduğumuz ayetlerin de ifadeye koyduğu gibi– maymuna ve domuza çevrildiğini açık bir şekilde haber verdiği ve İslamoğlu da bu hadise, Arapça orijinalini dipnota koyacak kadar yakından muttali olduğu halde hadisi, anlamı tam tersi istikamete çevirecek şekilde tercüme etmesi ancak iki şekilde açıklanabilir:
A. İslamoğlu bu hadisin tamamını tercüme edecek kadar Arapça bilmemektedir. Bu sebeple hadisin devamının, anlamı herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini "tahmin ederek" böyle bir operasyon yapmıştır.
B. İslamoğlu aslında neyin ne olduğunun çok iyi farkındadır. Ancak kafasındaki kurguyu Efendimiz (s.a.v)'e "tescil ettirmek" düşüncesiyle, O'na, "söylemediği bir sözü söyletme" cüretini göstermiştir! Bu şıklardan hangisi doğru olursa olsun, İslamoğlu için gerçekten büyük bir sıkıntı söz konusudur. '' (adı geçen makaleden)

Bu ne Allah'dan korkmazlıktır, bu bir hastalıktır! Birileri Ebubekir Sifil hocanın mezkur makalesini okuduktan sonra hala uyanamıyorlarsa ve hala İslamoğlu'nun yanında yer alıyorlarsa; İslamoğlu'nun babasının kendisi için A.Eren hocaya yaptığı dua onları da kuşatsın deriz.

İslamoğlu, Karaman, Z.Beyaz, S.Ateş..vs. bu adamlar nasıl bu denli nefislerinin emini olabiliyorlar.Devrin ilahiyatçıları Teymiyye, Kutub, R.Rıza, Abduh, Mevdudi ..gibi adamları okudular.Ve masum mazeretleri şu idi başlarken: ''Canım toptancı olmayalım. Hatalarını almayız, doğrularını (işimize gelenleri) alırız.'' İşte felakete götüren yolun başlama gongu bu masum şeytani niyetle başlıyordu. Oysa "Bid'atçinin sohbet fesadı, kafirin sohbetinden daha çoktur.Bütün bid'atçilerin en habisi o kimselerdir ki, Resulullahın SAV'in ashabına buğz ederler.Şu mana açıktır ki, Allah-ü Teala bu zümreyi "küffar" olarak anlattı, şöyle buyurdu :"Kafirlerin onlara (yani ashaba kinli) öfke duymalarına.." (Hucurat: 29)

"Kur'an-ı Kerimi ve şeriatı bizlere bildiren Eshab-ı Kiram'dır.Onlardan biri kötü olursa, Kur'an-ı Kerim sağlam olmaz. Şeriatın doğruluğuna güven kalmaz. Kur'an-ı Kerim'i Hz.Osman radiyallahü anh topladı. Hz.Osman (ra) için dil uzatılırsa, Kur'an-ı Kerim'e dil uzatılmış olur. ZINDIKLARIN böyle itikadlarından Allah-ü Teala'ya sığınırız." (İmam-ı Rabbani (ks) Mektubat c.1. 54.mektub, sh:175 ayrıca Furkan dergisi, Aralık 1998, sh:18-38)

Ne sahabeye hürmeti neden mübarek ehl-i sünnet yolunun mezhep imamlarına hürmetten zerre hisse taşımayanları okuyanların (onları rehber edinip, dini onlardan alanların) hazin sonudur bu. Bu sebeple ısrarla dediğimiz, bid'at ehline su bile verilemez, elinden su (ilim/bilgi) istenmez. Bu ölçü/mekanizma eski asırlarda çok iyi işletildiği için büyüdük.

Bazıların sandığının aksine içtihad kapısı kapanmış da, içtihad yapacaklara itibar edilmemiş de, çağı yakalayamamışız değil..Bil'akis ehl-i sünnete sıkı sıkıya yapıştığımız için Peygamberin (sav) ahireti şereflendirmesinin ardından 3 kıtaya hızla yayıldık. İlk robotu, çiçek aşısını, sıfırı, tanjanı, kotanjanı, geometriyi, uzay ve beden bilgilerini, aşıyı..sayamayacağımız kadar çok keşfi biz bulup medeniyet inşa ederek; gezegenimizde öncüler olduk.

Ne zaman ki, bu vehhabilik akımı ve Abduhlar piyasaya çıktılar, ne zamanki onlardan ve batıdan etkilenen Jönler sahnede yerlerini aldılar; Kanuni ve Sarı Selim'le başlayan rehavet ve kuvvete mağrur oluş; kaçınılmaz sonu getirdi. Ne zamanki 2.meşrutiyetle birlikte ümmete tefsir yerine ''mealcilik'' aşılandı, ne zamanki İskilipli Atıf Efendilerin (rha) şapkaya gevur alameti deyişine ve bu uğurda şehadeti anlamsız bulunarak dudak büküldü, çöküş o zaman başladı. O zaman geri kaldık, Rönesansını/reformlarını bizim medeniyetimizden yaptığı hırsızlıkların üzerine bina eden batı karşısında..
İslam dünyasında batılılaşma bir ihanettir. Maymunların devrimleri/zulümleri; şairin: ''bir şapka ve bir eldiven işte inkılap!'' (NFK) dediği uçurumdur.

"Bid'at sahibine kıymet veren İslamiyeti yıkmaya yardım etmiş olur." (Mektubat)
Muhterem Ebubekir Sifil hocanın adı geçen makalesinde dediğimiz gibi altı çizilecek, üzerinde durulacak çok konu var. Bu yazımızdan sonra mezkur makaleyi bir kere daha sıkılmadan dikkatlice okuyanlar, inşallah uykularından uyanıp, bu kişilerin kitaplarını ve kendilerine yapışmış sinsi düşüncelerini imha edip felaha ereceklerdir.

Ebubekir hocamızın emeğine ve çalışmasına şükranlarımızla yazısından son alıntı ile yazımızı uzatmadan noktalayalım:

''5. 2/el-Bakara, 53: "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edineceğinizi umarak Musa'ya hakkı batıldan ayıran kitabı verdik." Buradaki "ummak" fiili, sonucu hakkında kesin bilgi sahibi olmadığımız herhangi bir husus hakkındaki umudumuzu, zannımızı ve beklentimizi ifade eder ve münhasıran bizim gibi gayb bilgisinden mahrum bulunan varlıklar hakkında geçerlidir. Allah TBağlantıeala "ummaz"; "bilir", "takdir eder", "imhal eder"… ''

İslamoğlu'nun başka marifetleri burada

''ANLAMA PROBLEMİ"NDEN MÜŞTEKİ BİR YAZARA HATIRLATMALAR.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Allah dilerse, haram kıldığı domuzu yedirmez !

Allah dilerse, haram kıldığı domuzu yedirmez ve kimse kimseyle tokalaşamaz, İsrail'i yerle bir eder !
İşte haberi : Dünya alarmda
Domuz gribi hızla yayılıyor. Kuş gribinin ardından dünyayı etkisi altına alan 'domuz gribi' Meksika'da 81 kişinin ölümüne neden oldu. ABD'ye sıçrayan virüs 20 kişide saptandı. Avrupa ve Asya ülkeleri havaalanlarında termografik kameralarla yolcular sağlık taramasından geçiriyor. DSÖ, 'kimseyle öpüşmeyin, tokalaşmayın' uyarısı yaptı Meksika'da ortaya çıkan ölümcül domuz gribi hızla yayılıyor. Kuzey Amerika ülkesi Meksika'da 81 kişinin ölümüne neden olan virüs ABD'ye sıçradı. 200 kişinin karantinaya alındığı ABD'de 8'i öğrenci 20 kişide virüs saptandı. Dünya Sağlık Örgütü "acil durum" ilan ederken, “Virüs evrim geçirip çok daha tehlikeli hale gelebilir” uyarısı yaptı. İsrail'de bir kişi domuz giribi şüphesiyle karantinaya alındı.

26 Nisan 2009 Pazar

Dünyayla bütünleşmek / Dr.Ebubekir Sifil

Kaynağını Sünnet-i Seniyye'den alan ve literatüre "eş-Şurûtu'l-Ömeriyye" diye geçen uygulamalarında Hz. Ömer (r.a), Müslümanların fethettiği halklarının riayet etmesi gereken hususlar meyanında bir şeyin altını çiziyordu: Müslümanlara benzemeyeceksiniz. Giyim-kuşamda, konuşmada, isim/künye edinmede, hayatı yaşama tarzında... Müslümanlarla bir arada yaşadıkları gayrimüslimler arasında kesin ve keskin çizgiler bulunuyordu. Tarih boyunca bu hep böyle oldu. Bu uygulamanın semeresi nedir diye baktığımızda iki husus dikkat çekiyor:
................
Bunları niçin anlattım?
Modern zamanlarda Ümmet'in yaşadığı en önemli problemin, inançla hayatı, itikatla ameli bütünleştirememe meselesi olduğunu söylemek abartı olmaz. Bunun en temel sebeplerinden birisi, olayları, fikirleri ve durumları kendi kavramsal dünyamız temelinde algılama/açıklama hassasiyetini yitirmiş olmamızdır.

25 Nisan 2009 Cumartesi

yeni bir blog

Yeni bir blogla tanıştım. Tasavvufi içerikli ve sanırım siyasi yazılara yer vermeyeceği anlaşılan bu güzel blog sahibine, Cenab-ı Hakk'dan feyizli ve bereketli yazıları bizlerle paylaşmasını diliyorum.

Henüz haftasını bile doldurmamış yeni doğan blogun adı ''ruhumun güneşi''..

Bu arada yazı yazmaya ne zaman devam edeceğimi henüz bilmiyorum.Ara vermek, ara vermeleri davet ediyor. Doğrusu bırakın yazmayı, pc bile açmak zor geliyor. Şu sıralar yıllar önce yarım bıraktığım Mektubat-ı İmam-ı Rabbani (ks) okumaya çalışıyorum. En azından bereketlenmeye çabalıyorum.

Ruhumun güneşi adlı blogdaki mübarek resimlere ancak hayran kalınır.Allah cümlemizi ehl-i sünnet dairesindeki veli kullara, kamil mürşidlere bendeylesin.Amin. (Hadi ben kaçtım)

23 Nisan 2009 Perşembe

Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası


''Mustafa İslamoğlu'nun Hayat Kitabı Kur'an/Gerekçeli Meal-Tefsir isimli çalışmasını okumaya başladığımda benzer duygular yaşadım. Bu sadece iki eser arasındaki sistematik aynîlikten değil, istikametlerinin paralelliğinden, dillerinin yakınlığından, hatta ilkinin ikincisine kaynaklık edişinden ve yapı-bozumcu yaklaşımlarından da kaynaklanıyor olmalı. Emin olduğum bir şey var: İslamoğlu mealinde öylesine baskın bir Esed etkisi var ki, mealin üstündeki incecik İslamoğlu örtüsünü her kaldırdığınızda altından ya lafzen veya manen Esed'in çıktığını görüyorsunuz. Bu, pek çok ayetin neredeyse kelimesi kelimesine aynı tarzda meallendirilmesiyle kendisini kolayca ele veren bir aynîlik…''Dr.Ebubekir Sifil (yazının tamamı burada )

Yüce Allah’ın terbiye ettiği peygamber


''DAHA annesinin rahmindeydi. Medine’ye giden genç babası geri dönemedi.Haberi geldi. Abdullah vefat etti dediler. Daha doğmadan babasız kaldı. Allah O’na babasız doğmanın ne demek olduğunu öğretmek istiyordu.Dünyaya geldiğinde Mekke’nin sıcak iklimine dayanamayan küçük çocukların gönderildiği nispeten daha serin bölgelere gönderilmek istendi. O’na sütanne arandı. Her çocuğa birkaç sütanne talip olurken O’na kimse talip olmadı. Çünkü üstü başı çok pahalı giyeceklerle bezenmediği için yoksul görünüyordu. Babasız bir çocuğu kim, neden sayfiye yerine götürsün ki.'' http://nihathatipoglu.com/

Dalan'ın İstek Vakfı..!


19 Nisan 2009 Pazar

Kısa ama enfes..

Sevgili Musa Harun ''Cemaatli olmak ile cemaatçi olmak arasındaki fark...(Ebubekir Sifil)'' yazısına mükemmel bir maille yorum yapmış.Aynen alıyor ve altına imzamı atıyor, kardeşimi tebrik ediyorum.Şu sıralar blogdan çok uzaklardayım, dostlara duyurulur..

'' Cemaatli ve Cemaatçi... Türkiye’deki Muhafazakar kesimin haritası iki kelimeyle ancak bu kadar güzel çizilebilirdi. Maalesef Türkiye’deki Müslümanların büyük çoğunluğu cemaatsiz. Ve yine maalesef ki geri kalanlarında büyük çoğunluğu cemaatçi.. Müslüman sosyologlarımız yok ki cemaatçiliğin sebeplerini araştırsınlar.. Ne illettir ki bu tefrika tohumları bir türlü kurutulamıyor. Ve yine ne hikmettir ki tüm tefrikalara rağmen bu topraklardan İslamiyet’in o güzel ruhu, havası, kokusu silinemiyor..''

17 Nisan 2009 Cuma

EHL-İ SÜNNETİ SAVUNMAK FİTNE MİDİR?

"TÜRKİYE gibi Sünnî kültürün hâkim ve dominant olduğu bir ülkede Ehl-i Sünnet'i savunmak kesinlikle fitne ve fesat çıkartmak değildir. Azıcık aklı ve insafı olan âdil bir kimse bunu kabul eder.

Türkiye'de asıl fitne, Ehl-i Sünneti kaldırıp onun yerine başka fırkaların inançlarını koymak için sinsi propaganda yapmaktır.

Birileri, kendi mezheplerini hâkim kılmak için önce Sünnîlerdeki mezhep şuurunu ve bağlılığını yıkmak istiyor.

"Mezhepsizlik, İslâm Şeriatini tehdit eden en tehlikeli bid'attir..."Bu cümle, Şam Üniversitesi profesörlerinden Dr. Said Ramazan el-Bûtî'nin yazdığı bir kitabın ismidir.

"Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür..."Bu da, çağımızın büyük âlimi Muhammed Zâhid el-Kevserî'nin, Makalât adlı kitabındaki makalelerden birinin başlığıdır." Mehmet Şevket Eygi

16 Nisan 2009 Perşembe

“Cemaatli” olmak, “Cemaatçi” olmak

Söz buraya kadar gelmişken, Rıhle dergisi olarak yaşadığımız bir gelişmeyi paylaşayım sizinle.

Ülkemizde bir büyük cemaatin, pek çok alanda olduğu gibi yayın dağıtım alanında da etkin bir organizasyonu var. Bu organizasyon başlangıçta Rıhle'yi dağıtmayı kabul etmiş ve bir-iki sayıyı dağıtmıştı. Ancak sıra dördüncü sayının dağıtımına geldiğinde, "artık Rıhle'yi dağıtmayacağız" tavrıyla karşılaştı arkadaşlarımız.

Sebebi sorulduğunda da Rıhle'de Dinlerarası Diyalog faaliyetlerinin tartışma konusu yapıldığı söylendi. Oysa bizim çizgimizi, dilimizi, duruşumuzu bilenler biliyor; biz hiçbir zaman eleştirdiğimiz meselelerde haddi aşmamayı, eleştiriyi "çamur atma" boyutuna taşımamayı ve herşeyden önemlisi de eleştiriye "ihkak-ı hakk" için yapmaya gayret göstermeyi ilke edinmişizdir.

.......

Bu tavrı başından beri "anormal" bulmadığımızı belirteyim. Bizi asıl üzen, Hristiyanlar'la, başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog faaliyetleri tertip eden, onlarla bir arada bulunup onların "temel" farklılıklarını tahammül ile hatta "tahammül" ne kelime, "hoşgörü" ile karşılayanların, müslüman kardeşlerinin bir konudaki farklılığına tahammül edemiyor!

Cemaatli olmak ile cemaatçi olmak arasındaki fark...

Dr.Ebubekir Sifil

Süleymaniye'den

Birlikte Süleymaniye sokaklarında geziyoruz, ruhumuza evliya kokusu dolduruyoruruz..
Söz, güneşin altında terlemekten açılınca, dediki: '' Burada sakal-ı şerif ziyaretleri olur. Gerçeği mi, değil mi anlamak çok basittir. Bilirsin Efendimiz sallahu aleyhi vesellem hazretlerinin mübarek bedenlerinin gölgesi yok idi..Aynen sakal-ı şerifleri de öyledir..Bakınca anlaşılırır..Hoş gönle, O'ndan sallallahu aleyhi vesellemden olan yada denilen her güzele hürmet gerek o başka..

Süleymaniye sütunlarında girişte bir mermer önünde fazla kaldım..Adeta su yolu gibi yumuşamış sanki.. esrarlı geldi bana. Kimbilir ne hikayesi vardır..
Dediki : '' Bilirisin Peygamberimizin (sallahu aleyhi vesellem) mübarek ayak izleri kumda çıkmaz, mermer yada taş üzerinde çıkardı..''

Güzel gönülü insanlarla İstanbul'u gezmek de güzel oluyor..Bir şey daha vardı, hatırlarsam buraya yazarım inşalah.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Operasyonel Meal Yazıcılığı ya da Meal Üzerinden Din Tasavvuru İnşası

"İslamoğlu'nun kaleme aldığı mealin ilk 60 küsür ayeti hakkındaki değerlendirmelerim bu kadar yer tuttu. 6 bin küsür ayetin yaklaşık 100'de 1'i. Birçok noktayı özet geçtiğimi, bir çok noktayı da hiç ele almadığımı belirteyim. Mealin tamamı hakkındaki değerlendirmelerin bir kitap hacmini dolduracağını söylemek abartı olmayacak…

İmam el-Mâturîdî, tefsirinde, yukarıda zikri geçen "nefislerinizi öldürün" ayeti hakkında şöyle der: "Eğer ehl-i tefsir, buradaki öldürme emrinin hakiki anlamda olduğu konusunda ittifak etmiş olmasaydı, onların, nefislerini öldürmeleri konusundaki bu emri "öldürme"nin hakiki anlamına hamletmezdik…"

Bu alıntı, sadece Kur'an'ın tefsirinde naklin ne derece belirleyici olduğunu anlamamıza yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu işle iştigal eden insanların kendi uhrevî akıbetleri konusunda taşımaları gereken endişeye de dikkatimizi çekiyor.

İslamoğlu, "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur…" diyerek Efendimiz (s.a.v)'e, tam tersini söylediği bir sözü izafe etmenin, doğrudan doğruya Kur'an'ın tefsiri/beyanı sadedindeki sahih rivayetlere gözlerini kapatarak ilgili ayetleri re'yine göre tercüme ve tefsir etmenin kişiyi sürükleyeceği akıbet konusunda elbette bilgi sahibidir.

Kendisine din kardeşi olarak yapabileceğim tavsiye şu:

İslam ilim tarihinin zirvesini tutan dirayet ehli simalarından İmam el-Mâturîdî'yi bir noktada durduran şey sizi durdurmuyorsa, yaptığınız işin size ve Ümmet'e hayır mı, şer mi getireceği konusunda bir daha düşünmelisiniz.

Allah Teala'nın Kitabı ve Resulü'nün Sünneti konusunda yanlışa sürüklenmenizden hoşnut olmam. Elbette hepimiz beşeriz ve hatayla, nisyanla malulüz. Kur'an meali/tefsiri yazma işiyle iştigal eden insanların, sıradan insanlardan çok daha fazla özenle, titizlikle hareket etmesi gerektiği açık. Zira burada yapılacak bir hata, kitlelere tefsir/meal yazarının kişisel hatası olarak yansımaz; Kur'an'a mal edilir. Kim böyle bir musibetin altından kalkabilecek gücü kendinde vehmeder, işte o, gerçek anlamda helaka sürüklenmiş demektir!.." Dr.Ebubekir Sifil

2 Nisan 2009 Perşembe

Bir süre yokum..


İşte ömrümün sondan kaçıncı ilkbaharındayım yine, yeniden..
Mevsimlerden ilk ve sonbaharı hep sevmişimdir..
İlkbahardaki yeniden dirilişi, toprağın uyanışını, Rahmani sabah namazı öncesi kokularının, evliya kokularını muştulayan sarhoşluğunda, kuşların zikirlerini, şen şakrak yaşama sevinçlerini..
Dallardaki tomurcukları..

Sonbahardaysa, ihtiyarlığı; buruşmayı ve veda öncesi hüznü..Sarının tonları ile "sen ölümlüsün, öleceksin" diye alnından tutulan hep HAYY olan Allah'ın (cc) ölüm taktirinden, yarattığı hiçbir canlı kurtulamayacaktır nidasını, mezarlıkları ve İstanbul'u sevdiğim gibi hep sevmişimdir..

Elimde bavul, oradan oraya sonbahar yaprakları gibi savrulmaya devam..

Sanırım uzunca bir süre bu blogdan ayrı kalacağımın haberini bu girişten sonra vermem gerekecek..

İçimde garip bir hüzün, uykusuz ve çok yorgun ruhumla, yeniden yollardayım..

Kelebek yine yeni bir uçuş serüveninde..

Kanatları eskisi gibi kuvvetli değil..

Bu yıl yeniden dirilişi çok iyi takip edememenin burukluğu ile, eski hüzün melodileriyle; insanın "insan" gibi hürmet görmediği bu sefil dünyadan sıkılmış olarak yollara düşmek..
Yollarda düşmeden, üşümeden ayakları üzerinde durma mecburiyetinin yılgınlığı ile; bir süre buralarda olmayacağım..

Şairin dediği gibi : "Kavuşmak mı / Daha ölmedim" (NFK) diyerek..

1 Nisan 2009 Çarşamba

Mehmet Şevket Eygi'den Karaman'a yazılmış bir makale

"Niçin Haklıyım?
Bir tarafta şazz (mânâsını açıklayacağım), aykırı, bozuk, Ehl-i sünnet dışı, cumhur-i ulemânın görüşlerine muhalif fikir ve re'ylere sahip, ana caddeden sapmış icazetsiz, yerli oryantalist, mezhepsiz bir ilâhiyatçı...
Onun karşısında, ilâhiyatçı olmayan, fakat Ehl-i Sünnet çizgisinde duran, geleneksel Kur'ân, Sünnet ve icmâ-i ümmet Müslümanlığına sımsıkı bağlı bulunan, kendi kafasından konuşmayan bendeniz...
Acaba bu ikisinden hangisi yanılıyor?
Elbette bozuk ilâhiyatçı.
Çünkü, o kendinden konuşuyor, kendi re'y ve hevasıyla bozuk ictihadlar yapıyor, bozuk fetvalar veriyor.
Bendeniz ise kendimden konuşmuyorum. Muteber Ehl-i Sünnet kitaplarına, kaynaklarına bağlı kalıyorum, onlardaki bilgi ve hükümleri nakl ve arz ediyorum." (yazının devamını okumak için tıklayın)

27 Mart 2009 Cuma

Üşüyorum / Muhsin Yazıcıoğlu

Tekerlekli sandalyeye oturttuğu annesi ile haccını birlikte eda etmişti o güzel insan..

Seviyeli siyasetçi Muhsin Yazıoğlu ve beraberindekiler için Allah Teala'dan rahmet ve merhamet diliyoruz.Ölüm er-geç her canlıyı buluyor..Genç yaşta gidenler daha çok üzüyor insanı. Hele bunu geride bıraktığı 87 yaşındaki anne yüreğine sormalı..

Şimdi, uçak ve helikopterlerle ilgili yeni önlemler, yasalar çıkarılır. Bizde akıllı tedbirler alınması için, kanalizasyon çukuruna düşenlerde olduğu gibi, önce ölmek gerekiyor!! Seçimler Türkiye gibi coğrafi iklim koşulları olan bir ülkede neden mart yerine mayıs aylarında yapılmaz sorusu da bunlardan biri olmalı..

Artık o güzel "reis" lakaplı insan, sağlığında söylenmeyen güzel sözleri duyamayacak!
Belki üşüyerek öteye göçtü ama, şehit olma isteğini yüreğinde taşıyarak "iki rakam arasında eğreti bir çizgi olarak" O'da bu yalan dünyanın fanileri tarafından maalesef unutulacak!
İnanan insanlar mezar denilen toprak altında üşümeyecekler..

Çok güzel yazıp okuduğu şiir, tüm radyo ve televizyonlarda defalarca dinletildi. Allah (cc) rahmet eylesin, üşümeden nur içinde yatarsın inşallah Muhsin Başkan.

Üşüyorum..
Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum..

24 Mart 2009 Salı

Yine Diyanet

"Daha birkaç gün önce, yeni dönemde neşredilen "İslam'a Giriş" serisindeki birtakım arızalara işaret eden birkaç yazı yazmıştım. Hoca bunları okumamış ve bu eserleri görmemişse, yukarıdaki genellemelerin sahibi olarak bu kendisi için bir eksikliktir; yok, o arızaları gördüğü halde yine de sahip çıkma ısrarındaysa bu, daha büyük bir arızanın varlığının işaretidir. Bu demektir ki gerek Diyanet, gerekse Karaman hoca, "Ehl-i Sünnet'e uygunluk" kriterlerini hayli aş(ındır)mış, gözümüzün içine baka baka Ehl-i Sünnet'in kırmızı çizgilerini -hem de "Ehl-i Sünnet'e uygunluk" söylemi altında- ihlal edici bir tutum benimser hale gelmiştir."Ebubekir Sifil

17 Mart 2009 Salı

Rıhle 4

"Çok çeşitli siyasî, sosyal, ekonomik, askerî,… sebeplerle İslam Dünyası'nın içine düştüğü zillet durumunu korkunç bir kolaycılıkla "Din anlayışının yanlışlığı" ile etiketlemek hangi makul ve muteber gerekçeye dayanabilir? Buradan hareketle "gelenek sorgulaması" adı altında kendi geçmişinin üstünü çizmek, varoluş imkânlarını budamak demektir. Zira bunu yapanlar, modern değerleri esas alarak yola çıkmak suretiyle daha baştan "yeni bir aidiyet"i hedeflediklerini ortaya koymuş oluyor. Bu "yeni aidiyet"in ise, kendisiyle asırdaş olmamız dışında bizimle hiçbir bağlantısı, alakası mevcut değil…
Bunu yapanlar pekala biliyor ki, İslam'ı "ahlaki değerler"e indirgemenin bir tek yolu vardır: Din'i kendi Kur'an anlayışından ibaret görmek/göstermek! Onun için söylemin merkezinde Kur'an vurgusu yer alıyor. Son zamanlarda yaşadığımız "meal patlaması" hadisesinin tek makul açıklaması budur. İnsanları "Allah Kelamı"na çağırıyor görüntüsü altında herkesin kendi Kur'an anlayışına çağırması, çağın en ölümcül hastalığı durumunda" Ebubekir Sifil

Yeni evlat edinme yasası üzerine..


Seçim atmosferine girildiği için Darwinizm ve evlat edinme konuları da basında pek üzerinde durulmayan konular arasında kayboldu.

Evlat edinmenin İslami hükmüne girmeksizin ve lafı fazla uzatmaksızın yeni kanunun sakıncaları üzerinde ne kadar durulsa azdır..

Başta Amerika olmak üzere, kendi öz çocuklarına işkence yapan yada Avusturya örneğinde olduğu gibi cinsel istismarın en ağırını yapan sapık insanların olduğu bir dünyada; evlatlık verilen çocuğu 1 yıl izlemek ne derece sağlıklı sonuca götürecektir ve bu hakkıyla takibi yapılabilir mi bu ülkede..Takip edilse ne olacak, temelden yanlış bir yasa.
Ayrıca yasada din gibi çok önemli faktörden hiç söz edilmemesine ne demeli ? Hükümetin Bakanı Nimet Çubukçu çocuk istismarı konusundaki hassasiyetiyle tanınan biri olarak, kendisinden bekleneni yapamamıştır.

Üzülerek gördüğüm bu yasanın pek çok olumsuzluklarını sıralamaksızın korkunç bir yanlışa imza atıldığını belirterek ilgili haberi vereyim:

Türkiye’de yaşayan yabancı ülke vatandaşlarından veya yurt dışında yaşayan TC vatandaşlarından oturma izin belgesi ve küçüğün kabul eden ülkeye girmesine ve orada sürekli ikámetine izin verildiğine veya verileceğine dair belge de gerekecek.

Tüzüğe göre, şartlara uyan yabancı ülke vatandaşları Türkiye’den evlat edinebilecek. Yeni tüzüğün, evlat edinmede getirdiği şartlardan bazıları şöyle:

16 Mart 2009 Pazartesi

Ehli Sünnet’in ayırt edici vasfı

"Bu kimselerin aramızda bulunması, bizimle aynı safta yer alıp aynı imamın arkasında namaz kılmaları yahut yerel ve küresel ölçekte Ümmet'in meseleleriyle ilgilenmeleri onları ehl-i bid'at olmaktan çıkarmaz. Tarih içinde de aynı durumun mevcut olduğunu bilmek bu noktada önemlidir. Ümmet'in problemleriyle ilgilenmeyen bir Haricî veya Mu'tezilî düşünmek mümkün değildir. En azından fırkaların geneli itibariyle durum böyledir. Ancak bu durumun onları bid'at ehli olmaktan çıkarmadığı gibi, bugünkü haleflerini de aynı kategoride yer almaktan çıkarmayacağı bilinmelidir. Dolayısıyla itikadı öğrenilmek istenen kişinin ameline bakmanın aldatıcı olacağı hatırdan çıkarılmamalıdır." Ebubekir Sifil

8 Mart 2009 Pazar

Bazı tasavvuf kaynaklarındaki hadisler IV

Ebubekir Sifil hoca, "saadeti ebediyye" kitabına yazdığı makaleye gelen itiraza verdiği cevap serisinin son makalesi, son derece zahir ulemasının gözlüğünü, usul-ü fıkıh ve ehl-i sünnet yaklaşımını yansıtması açısından tamamı buradan okunası bir yazı.
Malumdur ki, keşif, yalnızca sahibine - kitap ve sünnet şahitliğinde- delil olup; başkalarını bağlamamaktadır.
Hocamız yazısının bir paragrafında benim yıllardır düşündüğüm bir meseleye de işaret etmekte ve şöyle demektedir:
"3. Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde ortaya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe'de, ne de Selef'in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.
Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe'nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet'i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe'nin, Efendimiz (s.a.v)'den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şûra... gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe'nin her biri, özellikle de -başta Dört Halife olmak üzere- ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)'e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)'in, üç meseleyi (faizin bir türü, O'ndan sonra kimin halife olacağı ve "kelâle" meselesi) Efendimiz (s.a.v)'e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)'e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız."


Söz gelimi bir Seyyid Abdulkadir Geylani (ks) hazretlerinden zuhur eden kerametleri de biz daha önce sahabe-i kiram hazeratından duymuş değiliz. Bu durumda kendi kendime hep şöyle demişimdir: Onların devri saadetlerinde bu kapı henüz açılmamıştı. Kendi iç alemlerinde ne sırlar yaşıyorlardı ama, "bu sırrı açıklarsam boynum vurulur" diye feryat ederek susuyorlardı!

İnceler incesi hikmetler manzumesi..
Sahabenin bu yol aklına gelmemiş diye düşünülemez. Hani günümüz bazı akl-ı evvellerinin dediği gibi, o devir insanın aklına göre hitap edilmiş; yoksa bizim ilahiyatçılara bakarsanız -haşa- sahabeden de ileri anlayışları var!

Sahabe-i Kiram, Alemlerin Övüncünün -sallahü aleyhi ve sellem- nazarlarında ve sohbet halkalarında yetişme ayrıcalığına/avantajına karşılık, Ebubekir Sifil hocamın bahsettiği "keşif" avantajını kullanmaktan mahrumdular, diyebilir miyiz, bu düşünülmelidir..Malum herşeyin mevsimi ve zamanı var. Nimet külfet dengesi yani..

Zahir uleması, hadis ve hadis usulü/ravi meselesinde; elindeki teraziye/ölçüye göre hareket etmek zorunda..Bu durumda, zahir ulemasının keşf ehlinin keşfini kabul etme mecburiyeti elbette yok! Belki reddetme cür'eti de yok! Çünkü ilmen neticeye varış yolları pekçok..

Hz.Musa (as) ve Hızır (as) örneğini bizlere veren Kur'an, "ledün ilmi ve keşfi" -haşa- redde imkan vermiyor. Zaten Ebubekir hoca bunları reddecek bir alim değil ve bunları bu satırların yazarı cahilden bin kat daha iyi bilip idrak eden bir alim..

Keşif ehli alimler; Hz.Hızır (as) gibi kestirmeden hesabın sağlamasına ulaşıyorlar, hepsi bu..

Bu konu, girift olduğu kadar da, lezzetli bir konu. İnşallah benim ilimsizliğimi birileri genişçe açıklar da, faydalanırız.

7 Mart 2009 Cumartesi

İki yazı ve aynı tespit !

Diyanet teşkilatı hakkında, Muhterem Ebubekir Sifil ve M.Şevket Eygi ayrı zamanlarda önemli makaleler yazdılar. Din/diyanet itikat konularında bu kuruma hala güvenilemiyeceğini bilmemiz gerekir.Yazıların tamamı yazar isimlerine tıklanarak okunabilir.

"Diyanet "doğru şeyleri" söylemek zorundadır. (En azından "teorik olarak" böyledir.) Hatta doğru şeyleri söylemek yetmez, doğru biçimde söylemek de gerekir. Hatta bu da yetmez, "sadece doğru şeyleri ve doğru biçimde söylemek" esastır. Özellikle de Diyanet gibi din işlerini tedvir etmek üzere tesis edilmiş bir kurumun bu noktada sivil kesimlerden elbette daha hassas ve sorumlu davranması gerekir. Halkın vergileriyle ayakta duran bir kurumun, halka "alternatif din anlayışı telkin etmek" gibi bir işe soyunması -her ne kadar istisnai dönemler hariç Diyanet'in aslî görevi gibi telakki edilmiş ise de- aslında temelden yanlış olan budur.
Sahi Diyanet'in, din işlerini tedvir ederken hangi din telakkisine bağlı kalacağı konusunda yasal bir zemin var mı?.." Ebubekir Sifil

"Diyanet'te Yerli Oryantalistler
FRANSIZLARIN "Eminence Grise" diye bir tabirleri vardır.Şahsı ön plana çıkmayan, ismi fazla bilinmeyen, lakin işleri perde arkasından yürüten, idare eden, çekip çeviren, baş danışmanlık yapan etkili kişi mânâsına.
Bizim Diyanet Başkanlığı'nda da böyle bir zat vardır. Bazı özelliklerini sayayım:
* Çok güçlü bir devlet adamı tarafından oraya yerleştirilmiştir.
* Ankara Ekolü'ne mensup olduğu söyleniyor, yani Fazlurrahmancı.
* Taqiyye yapıyor, yani asıl inanç ve meşrebini gizliyor." Mehmet Şevket Eygi

6 Mart 2009 Cuma

Sonun başlangıcı mı..?

Gezegenimize verilen ilahi mühlet doldu diyebilir miyiz? Dünya ekonomik depremlerle sallanıyor.Hergün böyyük bir şirket iflas ediyor, iflasın eşiğine geliyor.Ülkeler halklar, dün kayıtsız kaldıkları Afrika ve benzeri aç insanlar seviyesine düşme tehtidi altında zor zamanlar geçiyor.
Faiz ve sömürü düzeni ile bu gezegenin ve her şeyin sahibine savaş açma cür'etindeki liberal, vahşi kapitalizm ve dahi vampir emperyalizmin hesabı sanırım yalnızca ahirete kalmadan, bu dünyada da görülmeye başlamasının işaretleri mi; bu düşünülmelidir..


Resesyon, kapital, faiz/faiz indirimi, bütçe açığı, iç ve dış dengeler mengeler, mengeneler..hepsi hava-civa..Temeli faize, yani sömürüye dayalı bir çark, sonunda tıkandı..Silahlanmaya harcanan milyarlar, faizle ezilen ülke halkları ve işte ekonomik kriz denilen şey, sonun bir başlangıcı gibi geliyor bana.


Gazze'de, Bosna'da, Irak ve benzeri ülkelerde dibe vuran insanlık; sömürgeci süper denilen G8'ler, G 20'ler arayış içinde kıvranıyor, toplantı üzerine toplantılardan bir netice çıkmıyor.


Kainatın sahibi Yüce Allah (cc) ne kadar sabırlı ve merhametli..Emri dinlenmiyor, faiz alış-veriş sayılıyor..Hükmü tanınmıyor..Buna rağmen hemen helak etmiyor, hiçbir günahımızda bizi..!

Kredi kartı mağdurları, batan fabrikalar, işten çıkarmalar ve dikkat ediniz, tek bir ülkede değil, tüm dünyada korkunç bir bereketsizlik var ve adına küresel kriz diyorlar..


"Asra andolsun ki, insanlık hüsranda (bunalımda)."ayet meali ile Mevlid kandiline hızla yaklaşırken; ahir zamanın görebildiğimiz ve göremediğimiz fitneleriyle, zaman hızla kıyamet akşamına doğru akıyor. "Her geçen günü aramadıkça kıyamet kopmaz" hadis mealinin belirttiği hikmeti ve ikazı iliklerimizde hissedebilmemiz için; faize bulaşan kanımızın ve o kanla beslenen kalbimizin "selim" olması gerekiyor.

Bırakın ne idüğü belirsiz güncel heriflerin, Allah kelamını tefsire yeltenmelerini, acaba tefsiri/fıkhı anlayacak çapta mıyız, boğazımıza kadar haram ve haram katkılı seküler hayatı yaşarken..!


Kısaca tespitimiz şudur: Küresel krizin sebebi faizin tabi sonucu bereketsizliğin hazin manzarasıdır. Yeni Şafak'dan bir makaleyi buraya ekleyecektim, ortaya bu yazı çıktı.


"The Economist dergisinin “dibe vuracak 17 ülke” listesini hazırlarken gösterdiği açıklığı, İngiltere'yi tartışırken göstermemesi dikkat çekici. Batacak ülkeleri şöyle sıralamış: Güney Afrika, Macaristan, Polonya, Güney Kore, Meksika, Pakistan, Brezilya, Türkiye, Rusya, Arjantin, Venezüella, Endonezya, Tayland, Hindistan, Tayvan ve Malezya… Türkiye batacaklar arasında sekizinci sırada. Bu ülkeler sadece gelişmekte olan ekonomiler değil. Bu ülkeler, onlarca yıldır hemen her on yolda bilinçli olarak krizi sürüklenen ve bu şekilde bütün birikimlerine el konulan ülkeler. Liste, tipik bir “kriz ihraç listesi” görünümünde.

Oysa merkez ülkeler içinde en hazin durumda olan ülkelerden biri İngiltere. Bu yaklaşıma bakılırsa, gelişmekte olan ülkeler çökecek, kendilerine bir şey olmayacak. Oysa büyük çöküşler ABD ve Avrupa'da olacak, gelişmekte olan ülkelerde değil. Körfez Arapları'na, Asya ülkelerine, Çin'e yalvaran, bir maç milyar dolar için diz çöken onlar şuan. Biz burada asıl merkez ülkelerin neler yaşayacağını, krizin siyasi ve sosyal sonuçlarının neler olabileceğini tartışmalıyız. En önemli tartışma bu. "İbrahim Karagül

Cezbe nedir?

Cezbe nedir? Bazı cemaatlerde bağırmalar, kendini kaybetme halleri görüyoruz..Bu gibi şeyler asrı saadette de var mıydı?

Lügatta: Allah’ı hatırlayıp, Allah Celle sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme, meczubiyet, istiğrak.Cezb: Kendine doğru çekmek, sevdirmek, kalp titremesi gibi manalara gelir.Eşrefoğlu Rumi (ks) hazretlerine göre de "varidat-ı ilahiyedir".

"Cezbe, yani vecd manaların anlaşılmasından ortaya çıkan bir durumdur.Vecd kanın ateşidir, sözle anlatılmaz.Bazen nağme ve musiki tesiriyle olur.Ruh namelerden zevk alır.Çünkü nağmeler vasıtasıyla ruh, nefsle konuşmuş olur. Aşıkların, remz. işaret ve ima ile gizlice konuşması gibi.Vecd geçmişte kaybettiğini (ruhlar alemi, gurbeti) hissetmektir.Allah'dan gelen, kaynağını Allah celleden alan bir varidattır.Allah'ın zatını murad eder.Sıcak hava ile soğuk havanın karışmasıdır."[1]

Bayılmak, gülmek, ağlamak, nara atmak gibi görünümlerinin yanı sıra, tasavvuf büyüklerinin kitaplarında bahsettikleri cezbe ve sülük konusu, biz avamın anlayacağı niteliklerde olmadığı için cezbenin bir başka boyutunun ( seyr-i ilallah'da yolculuk halleri ) olduğuna işaret etmekle yetinelim.. Bu kısım, kitabi bilgi ve nakille anlaşılmaz, bizi aşan; erbabının bileceği şeydir.

Konumuza giren cezbe, yaşamayanlarca genelde inkâr edilen konulardan biridir..Bu hal gerçekten kelimelerle anlatılır bir durum değildir..ancak tatmak gerekir."Kelimelere dökmek gerekirse, bir şarkı sözü, derin bir musiki, bir kelime, şiir, görüntü namına ne varsa, siz bunu Allah Teala’nın boyasıyla boyanmış gördüğünüz anda; elinizde olmaz bir şekilde haykırıyor yada ağlıyorsunuz.. Çünkü o anda içinize bir şey vuruyor, tahammülü, dayanması tutması gücünüzü aştığından haykırıyorsunuz..” [2]

Cezbe eh-i iki kısımdır.Birinci kısım ki, biz birisinde gördük, cezbe, ilahi sarhoşluk anında kafasında sigara izmariti bastırıp söndürdüler kişi değil canı yanmak, farkına bile varmadı..Cezbeden sonra can acısı da çekmedi..ikinci kısım cezbe ehli nara attığının, yaptığının farkındadır, aklı başındadır ancak; kendine hakim olamaz..İradesi elinde değildir.Aklı ve diğer azaları ruhunun halini bilinçli olarak ve fakat irade gücünden mahrum seyreder.
Büyüklerden çıkan sözlere Şatahat denir.Kelimeler bizim, manalar onlarındır.Yani bizim kullandığımız kelimelerle, bazen çarptırarak, ters çevirerek, bilmediğimiz makamlara ait manaları terennüm ederler. El İbriz kitabında küçük bebelerin Hz.Adem aleyhisselam'ın dili olan süryanice konuştukları, "bu..bu" gibi hecelerinin ne anlamlara geldiği örnekleriyle açıklanmıştır.Süryanice, az kelamda çok mana ifade eden bir dildir.Bugünkü süryanice zaman içinde değişikliklere uğramıştır.

Hallac-ı Mansur, Beyazıd-ı Bistami gibi zatların manevi sekr (sarhoşluk) anında söyledikleri sözlerden dolayı asla tekfir edilemeyeceklerini İmam-ı Rabbani, İbn Hacer Heytemi, İmam-ı Gazali, Abulkadir-i Geylani, Mevlana Halid efendilerimiz gibi (Allah kendilerinden razı olsun ) mübarek zatlar kitaplarında beyan edip, uzun uzun açıklamışlardır.

Cezbeyle ilgili ayet-i kerimeler çoktur.Bir kaç tanesini örnek olarak verecek olursak :
Enfal, 2 : " Muhakkak ki mü'minler o kimselerdir ki. Allah'ı zikrettikleri zaman kalbleri titrer".
Hac , 35 : " Onlar ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer."
A'raf, 143 : "Musa, tayin ettiğimiz vakitte, bizimle buluşmağa gelip de, Rabbi O'nunla konuşunca : ' Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım !' dedi.Rabbi buyurdu ki : Sen beni göremezsin....." devamı eden ayeti-i kerime için meşhur müfessir Elmalılı Hamdi Yazır (Rh.a.) şu tefsirde bulunmuştur : Rabbi Musa aleyhisselamı doğrudan doğruya, fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edince; bu kelamın şevk ve neş'esiyle Allah Teala'yı görme arzusu O'nda uyandı ve galeyana gelerek : "Ey Rabbim bana göster kendini, bakıp göreyim seni" dedi.Yani perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını göreyim diye yalvardı."

"Çünkü Musa (A) Rabbinden gördüğü lütuf ve ihsanı görüp, kelam-ı ilahiyeyi işitince ferah ve sürurundan zat-ı uluhiyeyi görmeyi arzuladı"[3]

"Sıfatlardan, fiillerinden ve kudretinden hiç bahsetmeksizin yanlızca ALLAH denildiği zaman, müminlerin kalplerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar.Muhabbetle karışık bir korku sarar.Allah cellenin azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar."[4]

Peygamber sallalhü aleyhi vesellem efendimiz Hira mağrasındaki "Oku" emrinden sonra, Cebrail aleyhisselamın kendisini sıkmasıyla aralarında bir etkileşim oldu, titremeye başladı ve bundan dolayı müşrikler O'na (SAV) saralı, hasta gibi yakışıksız sözler söylediler.

"Her ümmetten peygamberlerini şahid olarak getirdiğimiz zaman ve seni o peygamberlerin sıdkına şahid getirdiğimiz zaman onların halleri nice olur ?"(Nisa:41) ayet-i celilesini İbn-i Mes'ud (RA) okuduğu zaman, Rasul-i Ekrem'in gözleri yaş ile doldu ve "Yeter" buyurdu.[5]

"Yine huzurlarında : "Onlar için ahirette hazırladığımız kelepçeler, yakıcı ateşler, boğazda kalan yemekler ve acı verici azab vardır."(Müzemmil:12-13) ayeti okununca, Allahrasulü bir sayha atıp yere düştü.[6]

Allah Teala, vecde gelenleri Kur'an-ı Kerim'de överek şöyle buyurmuştur:"..nazil olanı duydukları zaman, Hakkı (CC) bildiklerinden gözyaşı döktüklerini görürsün."(Maide 83)

Muhabbetli sofi/adayı da, Şeyhi -kuddise sirruh- vasıtasıyla nazil olan nisbeti, taasarrufu, ilahi nuru içine çekip, kalbiyle bizzat gördüğü cezbeye karşı; tahammülsüz bir hale gelerek: 1- Seslerle yada sessizce ağlar, 2- Ya ıslık sesine benzer, aynen bir lastik topun havasının yavaşça boşaltılması gibi gönlüne dolanı patlatmamak için, tabir yerinde ise sübap ayarını yapmayı başararak, sessiz ağlayan gibi kendini firenlemeye çabalar-ki bunlar makbuldür. 3- Yada kontrolsüz feryat yada hareketlerinin önüne geçemez..

Şüphesiz bu mürşidi kamil olan zatın aynıyla huzurunda yapmamaya çalışılması; mümkün olduğunca kendisini tutması edep noktasında güzel olan şeylerdendir. Esasında bu Hucurat suresi (1-5) de buyurulan : “Ey İman edenler !Allah’ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin... Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız.Allah Teala’dan korkunuz..Ey İman edenler ! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız. O’na -sallahü aleyhi vesellem- birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz!(ve akranınız gibi de konuşmayın.) Böyle yapanların ibadetlerinin sevabları yok olur.Farkına varmadan amelleriniz boşa gider de haberiniz olmaz.( Çünkü Peygambere saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olan şeyler küfre varabilir.) Resulullahın yanında kalplerini kısanların ( terbiyeye uyanların) kalplerini Allah Teala takva ile doldurur.Onların günahlarını affeder ve çok sevap verir. O’nu -sallahü aleyhi vesellem- dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar. Dışarı çıkıncaya kadar, bekleseler, kendileri için iyi olur.”

Bu ayetlerde gerek söz, ve gerek fiilde öne geçmemek, Resulullah başlamadan soru ve dertlerini içeren meselelerine başlamamak, emirsiz önde yürümemek, O’ndan önce cevaba başlamamak, O’ndan -sallahü aleyhi vesellem- önce yememek edepleri de beyan edilmiştir.[7]

Rasul-i Ekrem, namaz kıldığı zaman göğsünden, kaynayan tencereden gelen ses gibi ses gelirdi.[8]

Sahabe-i Kiramdan da çeşitli cezbe, vecd örnekleri vardır.Hz.Ömer (RA) efendimizin (Tur suresi : 7-8) ayeti celilelerinin okunduğunu işittiğinde yere düşüp, bir ay hasta yattığı, Hz.Ali (RA) Hz.Zeyd (RA) ve Hz.Cafer efendilerimizin, Peygamberimizin iltifatları sebebiyle tek ayak üzerinde döndükleri, (Ahmed b. Hanbel), Hz.Ömer ve Hz.Ali efendilerimizin (RA) cezbeden günlerce yada saatlerce baygın düştükleri muteber eserlerden bizlere nakledilen olaylardır.[9]

Enes bin Malik (RA) rivayet etmiştir:
Birgün huzur-u Rasulullah'da oturuyorduk.Cebrail aleyhisselam geldi.
- Ya Rasuallah, senin ümmetinin fakirleri, zenginlerden beş yüzyıl önce cennete girseler gerektir, dedi. Sultan-ül Enbiya (SAV) efendimiz, bu haberi duyunca saadetle buyurdular :
"- İçinizde bir şey okuyabilen var mı ?". Bir bedevi hemen doğrulup okuyabileceğini söyledi.Efendimiz "Oku" bakalım buyurdular.Bedevi şu beyitleri okudu :
“Heva yılanı ciğerimi soktu..Kendisine aşık olduğum sevgili hariç, o yaranın ne doktoru var, ne okuyucusu..Benim tedavim ve şifam, ancak onun yanındadır.."
Bedevi bu beyitleri okur okumaz, aleyhisselatü vesselam efendimiz ayağa kalktılar.. Ashab-ı Kiram'da vecde gelerek kendilerini takip ettiler.Rasul-i zişan o kadar hareket etti ki, mübarek ridası omuzlarından düştü ve nihayet fariğ oldular (cezbeleri geçti) ve herkes yerli yerine oturdular.Muaviye ibn Süfyan (RA):
- Ya Rasulallah ! Ne güzel oyununuz var. dedi.Efendimiz saadetle buyurdular :
- Dostun zikrini işitince, yerinden doğrulup hareket etmeyen kerim değildir !
Efendimizin yere düşen mübarek ridasını getirdiler ve huzurlarına bıraktılar.Almayıp şöyle buyurdular:
- Sema'da ve vecd'de düşen yaranındır.
Ashab-ı Kiram mübarek ridayı 400 parçaya ayırıp mecliste bulunan 400 kişiye dağıttılar." [10]

Başta da belirttiğimiz gibi, yaşamayanın, bu atmosfere girmemiş olanın kavrayamayacağı ve kolay kolay kabullenemeyeceği ama gerçek olan bir olgu. Evliyanın meşhurlarından Şibli (ks) hazretlerine cezbe hali galebe çaldığı zaman, halkla ters düşerdi. O'na deli diyenlere : "Allah, benim deliliğimi, sizin de sıhhatinizi arttırsın. Benim deliliğim muhabbetimin şiddetinden, sizin sıhhatiniz ise gafletinizden dolayıdır" derdi.

Sema'ı cezbeyi inkar eden, donuk tabiatlı zevk mahrumlarına ise şöyle demelidir:İnnin (cinsi iktidarı olmayan kişi ) cinsi münasebetin tadını bilmez.Âmânın güzellikten ve renkten istifadesi olmaz.. Cezbeyi inkar edenler ya sünneti seniye ve asardan habersizdirler, ya kendisinin iyi amellerine aldanmıştır, ya da donuk tabiatlı, zevkten nasibi olmadığı için inkarda ısrarlıdır. [11]

Kişiyi dünyaya bağlılıktan koparan cezbe konusunda başta İhya, Avarif, Müzekkin Nüfus, Mektubat-ı Rabbani ve Mevlana Halid Hazretlerinin kitaplarının ilgili bölümleri ayrıntılı şekilde ele alınmıştır.Ömer Yıldız'ın alıntılar yaptığımız 81 sayfalık Cezbe Risalesi de kısa ve doyurucudur.

Cezbeyi kabul eden sofiler açısından da meselenin can alıcı noktalarına işaret edersek, onlara öncelikle Cüneyd (ks) hazretlerinin : "Cezbeye talib bir mürid gördüğünüz zaman, bilin ki; onda hala tembellik eseri vardır" sözlerine dikkati çekelim. Demek ki sofi cezbe peşinde, hal ve rüya peşinde koşmayacak.Bu işe hassaten talip olmayı, tarikatte muz ve ceviz peşinde koşan çocukluğa benzeten İmam-ı Rabbani -kuddise sirruh- hazretlerinin çizgisinde yürümeye gayret edecek. Kendisi için şu günah ortamında, haramlardan korunmuş olarak, temiz itikadı ile istikamet üzere olmayı en büyük nimet bilecek. Muhabbet olsun diye varidat gelmediği halde, cezbelenmiş gibi feryat etmeyecek.
Zira "Tasavvufun tamamı ciddiyettir.Ona şaka ve ciddiyetsizlik (yapmacık hal ve şımarıklık) karıştırmayın."

Vecd gelmeden vecd gösterisinde bulunmak, hal sahibi olmadan hal iddia etmek sadakate yakışmaz. Aksine münafıklığın ta kendisidir. Anlatırlar ki : En Nasrabazi (rh) semaa çok düşkündü. Bazıları bu düşkünlüğünden dolayı onu kınayınca : Evet sema bizim oturup gıybet etmemizden daha hayırlıdır..O'nun bu sözü üzerine ona şu cevabı verdiler : Heyhat ya Ebal Kasım, semadaki ayak kayması, bir sene müddetle insanları gıybet etmemizden daha kötüdür..Bu sözde semadaki sürçmenin, Allah'a karşı olduğuna, kendisine verilmeyen bir hali canlandırmaya çalışmak demek olduğuna işaret vardır.[12]

Sofi, neden her zaman ve mekânda cezbeye düşüp, haykırıp ağlamaz da; genelde sofi meclislerinde cezbelenir? diye sorulursa şu şiirle cevaplandırmış olalım :
"Bahar goncaları açmadıkça, kuşlar ötmez,
Ruh'da bahar iklimini bulmadıkça
Cezbeye düşüp haykırmaz
Ver bana baharımı, şakımamı o zaman seyreyle ! "
Cezbe için, insanın, insanlardan çekinip, sıkıntı duymayacağı, ruhen rahat ve huzurlu bir ortamda, aşk kokularına avcı olabileceği böylelikle anlaşılmış oldu.
[1] Avarif, İmam-ı Sühreverdi
[2] Hal sahiblerinden nakildir.
[3] Hülasatü'l Beyan
[4] Enfal: 2 Elmalılı tefsiri
[5] Buhari, Müslim
[6] Suyuti, Durrul Mensur VIII,320; Beyhaki, Şuabu'l-iman, I,522
[7] M.Hamdi Yazır,Elmalılı Tefsiri, c.7,sh: 187 vd. Azim dağıtım.
[8] Nesai, Sahv:18; Ebu Davud, salat:154
[9] Cezbe Risalesi, Ömer Yıldız, umran yay.
[10] Eşrefoğlu Rumi Efendi, Müzekkin Nüfus, sh: 405 vd.
[11] Avarif, sh: 233- 235
[12] A.g.e. sh: 245 -256