13 Mart 2012 Salı

Teknoloji bağımlılığı / Dr.Ebubekir Sifil



 Günümüzü tarihten farklı kılan ne var?

Ahir zamanı diğer zamanlardan farklı kılan neyse, o!

Müslümanlar olarak yaşadığımız her hadiseyi "ahir zaman" bilinci ile değerlendirmek durumundayız. Olup bitenlere külli bir bakış geliştirebilmek için öncelikle o bilinci kuşanmak zorundayız tabii.

Medyaya yansıdığı kadarıyla haberdar oldum; İstanbul'da bir hastanede internet bağımlılığının tedavisi için özel bir bölüm açılmış. Önemli bir toplumsal problemin işaret fişeği bu haber.

Hepimiz şu veya bu biçimde/miktarda teknolojiyle içli-dışlı olmuş durumdayız. Hatta öyle durumlar oluyor ki, işinizi iyi yapabilmek için ilgili teknolojileri iyi kullanmak zorunda kalıyorsunuz.

Bunun öğrenmesi ayrı bir süreç, öğrendiklerini uygulaması ayrı bir süreç, ilgili alanda kat edilen yeni gelişmeleri, "piyasaya sürülen" yeni uygulamaları takip etmek ayrı bir süreç... Bütün bunları yaparken vaktin çoğunun teknoloji esaretinde geçtiğini fark ettiğimizde birçoğumuz için teknoloji kaçınılmaz tahakkümünü ilan etmiş oluyor.

Elbette en iyisi teknolojiye en az bulaşarak hayatı sürdürmek. Böylece "fıtrî olan"a zihnimizde ve kalbimizde daha fazla alan açma iradesini elimizde bulundurmuş olacağız. Ama gelin görün ki teknoloji tarafından çepeçevre kuşatıldığımız bir hayatın içindeyiz. Kaçmanın, kurtulmanın imkânı yok.

Öyleyse ne yapmalı?

Teknolojik araç-gereçlere günlük hayatımızda olabildiğince az zaman ayırmakla başlayabiliriz mesela. Temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra onların, hayatımızda daha fazla yer işgal etmesine zemin hazırlayan tuzaklara düşmemeye dikkat etmek çok zor değil.

Bilgisayar mı kullanıyoruz mesela; bir yazı yazacaksak veya bir tasarım yapacaksak, onu bitirdikten sonra bilgisayarın diğer özelliklerine fazla ilgi göstermemeli. Şu program şunu yapıyormuş; falanca programı bilgisayarınıza indirip kurduğunuzda filanca aygıtla entegre çalışarak şu şu işleri yapıyormuş gibi tuzaklara mümkün olduğunca düşmemeli. Çünkü bunun sonu yok. Herhangi bir iş için üretilen bir program başka alanlarda arızalar çıkarıyor veya yetersiz kalıyor. Bu defa o alanlardaki zaafı gidermek için başka programlar, başka teknolojiler... Sonra bunların birbirleriyle ilişkileri... Sonra başka versiyonlar... Bunun sonu yok!

Nüfusunun yarısını gençlerin ve çocukların oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz. Teknolojiye hiç bulaşmamış olan nesiller (yani benim çağımdakilerin babaları, dedeleri) ne kadar bağımsız, ne kadar sağlıklı, ne kadar "tabii" bir hayata alışmışlar! Bir yandan teknolojinin abrakadabralarına imrenme-garipseme karışımı duygularla bakarken bir yandan da dünyaya bağımlı olmamanın fiili örnekliğini gösteriyorlar.

Peki ya gençlerimiz ve çocuklarımız?

Onların hali gerçekten vahim...

Biz henüz işin hakikatinin farkında değiliz. İlkokul çağındaki çocuklar, ellerinde son model cep telefonlarıyla internet kafelerde bizim dünyamızla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sanallığın dehlizlerinde yüzüyor. Aile içi iletişim büyük yara almış durumda. Bilhassa gençlerin ve çocukların davranış tarzları kesinlikle bizim aidiyetlerimizden bir iz taşımıyor...

Keşke bütün mesele teknolojinin köpürttüğü tüketim hastalığından ibaret olsa. Evet işin böyle de bir yönü var; bireysel ve toplumsal planda harcama kalemlerimize şöyle bir bakıldığında teknolojiye yaptığımız sarfiyatır listenin başlarında seyr ettiğini kolaylıkla görebiliriz.

Bütün bunları söylerken, "teknolojiyi dozunda kullanmak"tan bahsetmiyorum. "Teknolojiye bağımlılığın tabiileşmesi" garabetinden bahsediyorum. Bilhassa gençler için hayatın tabii şekli teknoloinin oluşturduğu sanallıktan ve bağımlılıktan ibaret. Benim çağımdaki insanlar hala zihinlerinin bir köşesinde teknolojiden bağımsız bir hayatın mümkün olduğu düşüncesini muhafaza etme şansına sahip. Bu bile başlı başına bir avantaj ve imkân. Ama ya gençlerimiz ve çocuklarımız?

Bir yandan onların "başarılı" insanlar olması için var gücümüzle gayret ederken onların teknolojiyle ilişkisini de pekiştiriyoruz, diğer yandan da onlara dünyaya bağımlılığın mü'min tavrı olmadığını öğretmek durumundayız.

Bizim zihnimiz ve kalbimiz netleşmeden buna muvaffak olmak mümkün mü?

Okuyucu Soruları 2 Darb ve Recm 2 / Dr. Ebubekir Sifil



 "Darabe" fiilinin "çok anlamlı" bir fiil olduğu doğrudur. Kur'an'da muhtelif kipleriyle 59 yerde geçen bu kelimenin, geçtiği yerlerde bağlama göre farklı anlamlar ifade ettiği de doğrudur. Ancak bu, mezkûr kelimenin geçtiği her bir yerde ifade ettiği anlamın "kafamıza göre" tayin edilebileceği anlamına gelmez.

Soru metninde Prof. Dr. Mehmet Dağ'a atfen yer verilen tesbit gerçeği ifade etmektedir. Sadece "darabe" fiili değil, Arapça'daki kelimelerin hemen tamamı, farklı edatlara veya mef'ullere/tümleçlere göre farklı anlamlar ifade eder. Bunların kimi hakikat, kimi mecazdır.

Birkaç örnek:

Darabe: Vurdu; dövdü; sür'at yaptı; uzadı; hareket etti; oynadı; seyahat etti; ticaret, gaza vb. bir sebeple bir yerden bir yere gitti.

Darabe bi nefsihi'l-ard: Bir yerde ikamet etti, kaldı.

Darabe bi yedihî: Eliyle işaret etti.

Darabe alâ yedeyhi: Tuttu, engel oldu, kesinleştirdi, ifsad etti.

Darabe an...: ...den yüz çevirdi.

Darabe beynehû: ...den uzaklaştırdı.

Darabe'ş-şey'e bi'ş-şey': Bir şeyi başka bir şeye kattı, karıştırdı.

Darabe fi'l-mâi: Suda yüzdü.

Darabe bi zekanihi'l-ard: Korktu.

Darabe'l-akrebu: Akrep (bir kimseyi) soktu...

Örnekleri artırmak mümkün. Daha detaylı bilgi isteyenler Tâcu'l-Arûs gibi, Kamus Tercemesi Okyanus gibi mufassal lugatlere bakabilirler.

Dolayısıyla bu kelimeye keyfemâşeyâ anlam vermek demek, cümleyi kendi istediği gibi kurmak demektir. Oysa Allah Teala'nın kelamı, biz onu yeniden anlamlandıralım, kendi anlayışlarımızı ona söyletelim diye değil, sabit anlamlarının ihtiva ettiği hakikatleri benliğimize yerleştirerek teslim olalım diye indirilmiştir.

Unutmayalım, Ehl-i Kitap da kendi kitaplarını -başka değil- tam da bu tarz mülahazalarla tahrif etmişlerdir. İçlerine sindiremedikleri, izah edemedikleri, zor buldukları, ele-güne izah edilemez gördükleri hükümleri kimi zaman Kitap'tan çıkararak, kimi zaman bağlamlarını tahrif ederek, kimi zaman da yorum metoduyla devre dışı bırakarak "hevalarına uygun" dinler ortaya çıkarmışlardır...

Söz buraya gelmişken Ehl-i Kitab'ın, kendi kitaplarını tümüyle reddetmemiş oldukları gerçeğine de dikkat çekmemiz gerekiyor. Adı "Tevrat" olan, "İncil" olan, hakiki Tevrat ve İncil'den cümleler, pasajlar taşıyan, ama muhtevasında Ehl-i Kitab'ın ileri gelenlerinin heva ve heveslerinin de yer bulduğu kitaplardır onlar.

Modern dönemde Müslümanların Kur'an'la ilişkisi, bilhassa Yahudilerin Tavrat üzerinde gerçekleştirdiği tasarruflarla gerçekten çarpıcı bir benzerlik gösteriyor.Günümüzde meal çalışmalarının önemli bir kısmının arz ettiği görüntü, hahamların Tevrat'ı tuttuğu muameleden farklı değildir. "Ben böyle anlıyorum" tavrıyla Kur'an'ı heva kaynaklı "özgürlük" algısının kurbanı kılanlar, etki alanlarını Kur'an merkezli söylemlere ular elbette...

Devam edecek.

Bkz. ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 237 vd.; Mütercim Âsım, Kamus Tercemesi Okyanus, I, 186 vd.