23 Aralık 2010 Perşembe

Kısa Sözler / Mehmet Şevket Eygi

İnsan için en büyük servet imandır. İmanı olan ebedî mutluluğu kazanır, imanı olmayan ebedî felakete ve bedbahtlığa uğrar.

En kârlı ve verimli ticaret Allah ile yapılan ticarettir. Allah'ın rızasını kazanmak için harcanan para ve mal gerçek, kalıcı ve yüksek kazanç getirir.

İnsanın en büyük düşmanı nefs-i emmâresidir.

Gurur ve kibir sahibi kişi yüksek bir makamda olsa da alçaktır.

Tevâzu ve alçak gönüllük büyüklerin tacıdır.

Şöhret büyük belâ ve âfettir.

Müslüman bir ailenin erkek ve kız çocukları namaz kılıyorsa, kızları tesettürlü ise o aile iyi bir ailedir. Çocuklar namazsız ve tesettürsüz ise durumu iyi değildir.

Ezana icabet, ezan okunurken onun cümlelerini tekrarlamaktan ibaret değildir, namaz kılmaktır.

İhtiyaçlarını çoğaltan ıstıraplarını çoğaltmış olur.

Yemeğinin çoğalmasını ve bereketlenmesini isteyen Besmele çekerek yesin.

En hayırlı yemek paylaşılan yemektir.

Dünya imtihan ve çile yeridir. Belânın en şiddetlisi Peygamberlere gelir. Sonra derece derece...

İbadetlerin zahmeti, Cehennem ateşi yanında hiç mesabesindedir.

İnsanlar akıllı olsalardı fâiz yemektense ölmeyi tercih ederlerdi.

Allah sevgisi ile para ve mal aşkı bir yürekte birlikte olmaz.

Din ticareti en haram ve en çirkin ticarettir.

Kuyruğuna kabak bağlayan fare kediden kaçamaz.

Başkanlık ateşten gömlektir. Akıllı ve firâsetli kişi başkanlığa tâlip olmaz, matlub olursa (ehliyeti yoksa) kabul etmez.

Farz ibadetler âşikâre yapılır, nafile ibadetler gizlenir.

Zeka ile akıl aynı şey değildir. Nice süper zekalar vardır ki, beş paralık akılları yoktur.

İman, Allah'ın insana en büyük lütuf ve ihsanıdır.

En büyük zenginlik istiğnâdır.

Taze buğday ekmeği. Yanında biraz peynir, birkaç zeytin. Bir de domates... ne büyük ziyafet.

Tarhana çorbasına ekmek doğrayıp içti. Sonra "Ya Rabbi!.. Bana niçin leziz ve lüks yemekler yedirmiyorsun..." dedi. Bu adam küfran-ı nimette bulunan alçak mı alçak, nankör mü nankör bir sefihtir.

Müslümanların en kötüsü, inkarcıların en yükseğinden daha yukarıdadır.

Namazdan zevk almasan, kalıbınla kılsan, yine de kılmaya devam edeceksin.

Soğuk bir kış günü... Pencerede bir kuş titreyerek bekliyor. Adam veya kadın ona acıdı, bir avuç bulgur verdi. Adam veya kadın büyük ticaret yaptı. Bir avuç bulgur onu belki Cennete sokacak.

Siz hiç ağlamıyor musunuz? Vah vah!..

Gece namazına kalktı, komşular görmesin diye pencereleri iyice kapattı, ışığı ondan sonra yaktı... Teheccüde kalktığından kimsenin haberi olmadı. Âferin ona.

Gıybetçi zevzek ne kadar ahmak... Gıybet ettiği kimselere sevaplarını veriyor, onların günahlarını yükleniyor.

Öldü, cesedi mezara girdi, vârisleri birbirine girdi.

İnsanlar faizin kötülüğünü ve azabını bilmiş olsalardı, bankaların gölgesinden geçmezlerdi.

İffet ve hayâ İslam medeniyetinin özelliklerindendir. İffetsiz ve hayâsız Müslüman olur mu?

6 Aralık 2010 Pazartesi

EHL-İ KİTAP İLE ARAMIZDAKİ 'ORTAK KELİME' / Dr.Ebubekir Sifil

Pek çok ayetinde Ehl-i Kitab'ı "şirk" ile vasıflandırmış bulunan Kur'an'ın, 3/Âl-i İmrân, 64. ayette onlarla aramızda "ortak" bir kelime/söz/ilkeden bahsetmesini nasıl anlamalı?

Öncelikle bu ayette geçen ve tırnak içinde verdiğim "ortak" kelimesiyle ifade edilen "sevâun"dan başlayalım. Bunun, "ortak" diye çevrilmesi, Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında müştereken kabul edilmiş bir iman umdesi çağrışımı yaptığı için sakıncalıdır. Gerek tefsir, gerekse lugat kaynaklarının ağırlıklı olarak bu kelimeyi "adl" ile karşılamış ve İbn Mes'ûd (r.a) mushafında "sevâ" yerine "adl" kelimesinin zikredilmiş olması, İbn Atıyye'nin (bkz. "el-Muharraru'l-Vecîz", I, 449) bu noktadaki tavrı üzerinde dikkatle düşünmemizi gerektiriyor.

İbn Atıyye, belirttiğim yerde özetle ve anlam olarak şöyle der: "Bana göre burada "sevâun" kelimesi özel bir şekilde tefsir edilmelidir. Bu ayet, bütün insanlar için aynı seviyede önemli ve geçerli olan anlamlara davet etmektedir. Ayetin muhatapları, bir kısmı diğerlerini rabb edinmiş olmakla aynı seviyede değildir. Ayet bu çağrıyı yapmakla onları, hiç kimsenin başkasından üstünlüğünün söz konusu olmadığı Hakk'ı kabule davet etmektedir…"

"Ha ortak, ha adil; ne fark eder?" diyebilecekler için hemen belirteyim ki, burada bu kelimeye "ortak" anlamı verdiğimizde, Ehl-i Kitab'ın, yalnızca Allah Teala'ya kulluk etme, O'na herhangi bir şeyi ortak koşmama ve O'nunla birlikte başkalarını rabb edinmeme konusunda aynen Müslümanlar gibi inanıp düşündüğünü ve bu ilkelerin, Müslümanlar'la onlar arasında ortak/müşterek olduğunu söylemiş oluyoruz.

Peki Ehl-i Kitap bundan farklı bir şey mi söylüyor?

Bu soruya "evet" (1) diyebilmek için, ayetteki vurguyu göz ardı etmek ve Ehl-i Kitab'ın hakikat-i halini onlar adına türlü tevillere tabi tutmak gerekir.

İlk olarak burada Ehl-i Kitab'ın –ki Fahruddîn er-Râzî ve başka müfessirler burada bilhassa Hristiyanlar'ın kast edilmiş olduğu görüşünü tercih etse de, doğrusu, et-Taberî ve daha başka müfessirlerin de belirttiği gibi, Ehl-i Kitab'ın her iki cenahının da kastedildiğini söylemek olmalıdır–, birbirini tamamlayan üç hususu kabule davet edildiğine dikkat edilmelidir:

Bu üç husus, onların "peygamber" ve "din adamı" telakkilerindeki çarpıklığı gündeme getirmekte, peygamberleri (9/et-Tevbe, 30) ve din adamlarını/dinî mercileri (9/et-Tevbe, 31) Allah Teala'ya ortak koşmamalarını ihtar maksadı taşımaktadır.

Ehl-i Kitap aksini ne kadar iddia ederse etsin, onların haham ve papazlarıyla ilişkisi Kur'an nazarında "şirk"tir. Tevrat ve İncil'in Yahudi ve Hristiyan din adamlarınca yapılan yorumlarının bizzat bu kitaplar kadar bağlayıcı kabul edilmesi bunun en canlı şahididir.

İşte mevzu-i bahsimiz olan ayette bu noktaya vurgu yapılmakta ve Ehl-i Kitap, peygamberleri, din adamlarını ve dinî/kurumsal mercileri rabb edinme tavrından vaz geçmeye çağırılmaktadır.

Tekrar başa dönecek olursak; "sevâun" kelimesine "ortak" anlamı verilmesi ancak şöyle bir tefsir ile mümkündür: Ey Ehl-i Kitap! Madem Allah Teala'ya şirk koşmadığınızı iddia ediyorsunuz; aramızda bir ortak nokta var demektir. O halde bunun gereğini yapın. Biz, Allah Teala'ya şirk koşmak anlamına gelen her türlü tutum ve inancı reddettiğimizi açıkça söylüyor ve gereğini yapıyoruz. Haydi siz de insanların birbirini rabb edinmesi ve dolayısıyla şirk anlamına gelen inanç ve tutumlarınızdan vaz geçin. Tevhid'in gereğini yerine getirin; kavlinizle fiiliniz, sözünüzle inancınız, iddianızla vakıa çelişmesin.

Şimdi soru şu: Acaba Kur'an pek çok ayetinde Ehl-i Kitab'ın küfür ve şirk içinde bulunduğunu vurgularken (bu ayetlerin bir dökümü için bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", I, 309-11), Ehl-i Kitap ile aramızda çok önemli bir fark bulunmadığını ileri süren şu satırları nasıl anlamalıyız:

"… Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah'ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükafatını, kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir.

"Bu temel noktalar bir amentüden başkası değildir ve biz ehl-i kitapla bu amentüde müttefikiz. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz amentüyü öne geçirmiyor da ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Halbuki temelde ittifak varken teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir." (Ahmed Şahin, Zaman, 17 Nisan 2000)

Ne dersiniz, Ehl-i Kitap mı değişti, yoksa…?

(1) Bu cümle, "Bu soruya "hayır" diyebilmek için..." şeklinde olması gerekirken, sehven "evet" kelimesi kullanılmıştır. Düzeltir, bu yanlışlığa dikkat çeken muhterem Ahmet Aydın'a teşekkür eder, okuyuculardan özür dilerim. (E.S.)

"Lâ ilâhe illallâh diyen Cennet'e gider"

''Şu halde "Lâ ilâhe illallâh diyen Cennet'e gider" hadisinin, "Peygamber'e inanmasa da böyledir" tarzında anlaşılması doğru değildir. Aksine bu hadisin anlamı, "Bu sözü, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ittiba ve iktida ederek söyleyen kimse Cennet'e gider"dir.'' Dr.Ebubekir Sifil

5 Aralık 2010 Pazar

Nazlı Ilıcak'dan..

Bugün Nazlı Ilıcak'dan bu blogun tarzının dışında beğendiğim iki yazı paylaşacağım:

Kardeş

"Kardeş, bir insanın zorunlu ARKADAŞIDIR. Arkadaş ise, kendi seçtiği KARDEŞİDİR."
Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşır.
Aşk, kendinden emin bir şekilde sorar: "Ben senden daha samimi ve daha cana yakınım. Sen niye varsın ki dünyada?"
Arkadaşlık cevap verir:
- Sen gittikten sonra bıraktığın gözyaşlarını silmek için.
(Necla Sanlı'ya teşekkürler)

İki eş durumu

Taksiye bindiğimde, şoför, "Mükemmel zamanlama, aynı Mehmet gibisin" dedi.
"Mehmet kim?" diye sordum.
- Mehmet Türk... O, her şeyi zamanında yapan bir adamdı. Sokağa çıkar çıkmaz, hemen taksi bulmak kolay değil. Mehmet Türk bunu başarırdı.
"Herhalde hep şansı yaver giderdi" diye mırıldandım.
- Hayır, diye itiraz etti şoför. "O her şeyi harika yapardı. Bir tenor gibi şarkı söyler, Broadway sanatçısı gibi dans ederdi; piyano çalışını duymalıydın, harika bir adamdı. Hafızası bilgisayar gibiydi, herkesin doğum gününü bilirdi. ''
- Vay be! Önemli biri yani...
Şoför devam etti:
- Mehmet, en çabuk gidilecek yolları bilir, trafiğe hiç takılmazdı; benim gibi değildi. Kadınlardan anlardı; giyimine özen gösterirdi. Ayakkabıları hep parlardı. Mükemmel bir insandı. Hayatta tek bir hata bile yapmamıştır.
"Ne muhteşem biri... Onunla nasıl tanıştın?" diye sormadan edemedim.
- Ben aslında Mehmet ile hiç tanışmadım. O ölmüş; ben onun kahrolası karısıyla evlendim.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Karaman hocanın “var”ları ve “yok”ları 23 / Dr. Ebubekir Sifil

Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocanın kendi sorduğu "İslam'da Ne Var Ne Yok" sorusuna verdiği cevaplar içinden medar-ı itiraz gördüğüm hususları ihtiva eden yazılara bugün son vermiş olacağım. Bir "toparlama yazısı" olarak bu yazıda birkaç hususun altını çizmeyi gerekli görüyorum:

Söz konusu yazılara girizgâh olarak kaleme aldığı satırlarda Karaman hoca şöyle demişti:

"Örneklere geçmeden önce "İslam'da şu var, bu yok" demenin "usulü" üzerine bir iki cümle yazalım.

"Üzerinde ittifak edilmiş inanç, ibadet ve hayat kuralları "İslam'da vardır", bunlar için bir mümin "Bu İslam'da yok" diyemez.

"Müctehidler, müfessirler, kelamcılar, sûfîler (ehliyet sahibi İslam alimleri) bir konuda farklı görüş, yorum, ictihad ileri sürmüş olurlarsa "göreceli olarak; yani filan alime, mezhebe, yoruma göre İslam'da var, filana göre yok veya farklı" denir.

"Muteber İslam alimleri ittifakla bir hüküm, kural veya uygulamanın İslam'a aykırı olduğunu, İslam'da böyle bir şeyin olmadığını açıklamış olurlarsa "bu da İslam'da yoktur" kısmına girer.

"İslam alimlerinin hüküm ve kararları, beşer üstü bir bilgi kaynağına değil, çalışan herkesin elde edebileceği "İslam ilmine" dayanır. İslam ilminin kaynağı vahiy ve -duyu organlarının verileri de dahil olmak üzere- akıldır.

"İman esaslarının mümin olmak için şart; namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetlerin -ehliyet şartlarına göre- farz olması, alkollü içki kullanmanın, zinanın, faizin, yalanın, iftiranın, haksızlığın (zulmün)... haram olması İslam'da vardır; detayları tartışılabilir ama asılları tartışma dışıdır..."

İbretle görüyoruz ki, bu genel çerçeveyi çizen de, ona aykırı hareket eden de hocanın kendisidir. Nasıl mı? Yukarıdaki iktibasta geçen "Muteber İslam alimleri ittifakla bir hüküm, kural veya uygulamanın İslam'a aykırı olduğunu, İslam'da böyle bir şeyin olmadığını açıklamış olurlarsa "bu da İslam'da yoktur" kısmına girer" cümlesini alın ve hocanın "İslam'da yoktur" dediği meselelere uygulayın. Göreceksiniz ki hocanın "İslam'da yoktur" başlığı altına soktuğu meselelerin hiç birisi bu ilkeyle örtüşmüyor. Ne recm meselesinde, ne taaddüd-i zevcat meselesinde, ne de "kadının dövülmesi" ifadesiyle ele alınan meselede ve diğerlerinde muteber İslam alimleri ittifakla "İslam'da böyle bir şey yoktur" demiştir.

Hal böyleyken hoca bu meselelerin İslam'da olmadığını kimi zaman başlığa çekerek, kim zaman da dolaylı anlatımlarla söyleyebilmiştir.

Hoca diyebilir ki, "Banim için bütün ümmet ulemasının ittifakı esastır. Dolayısıyla üzerinde asırlar önce ittifak oluşmuş herhangi bir meselede bugünün alimleri farklı görüş serdedebilir. Dolayısıyla böyle meselelerde "muteber İslam alimlerinin ittifakı" söz konusu edilemez.

Biz de deriz ki: Buradaki "muteber İslam alimleri" kimdir ve buradaki "ittifak"tan kasıt nedir? Bizim için, "şu mezhebe, alime, yoruma göre vardır"dan daha öte bir anlam ifade eden nice hususlar vardır ki, bizim müslümanlığımızın alamet-i farikasını oluşturur. Sahabe'nin adaleti meselesi böyledir mesela. Oysa bu meselede "İslam alimi" tanımı altına girenlerden sadece Ehl-i Sünnet'e -bir de Şia'nın "Zeydiyye" kolu gibi birkaç alt fırkaya- mensup olanlar ittifak etmiştir. Hocanın çizdiği çerçeveye göre pekala "izafiler" arasına girebilecek olan bu mesele bizim için vazgeçilmezdir...

Bu yazıları kaleme alırken, hak/doğru bildiğim hususları eğip bükmeden söyleme mükellefiyetinin gereğini yerine getirmekten başka bir amacım olmadı. Bunu yaparken İslami edep sınırlarının ve ilmî ölçülerin dışına çıkmamaya gayret ettim. Bu çerçevede hocanın, kendisine o yazıları bağlamında ileri sürülen itirazlara cevap sadedinde kaleme aldığı yazılardaki birkaç noktanın mutlaka açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Önümüzdeki birkaç yazıda o hususlara değineceğim inşaallah.

26 Kasım 2010 Cuma

Karaman hocanın ''var''ları ve ''yok''ları 21 / Dr.Ebubekir Sifil

''Hz. Ali (r.a)'ın Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz üzerine evlenmek istemesinin Efendimiz (s.a.v) tarafından kesin bir şekilde men edilmesi hadisesini ileri sürerek çok eşliliğe karşı "Hepimiz Fâtımayız" diye bayrak açan hocanın atladığı önemli gerçekler var.

Bunlardan birisi, Efendimiz (s.a.v)'in, Sahabe'den herhangi birisini taaddüd-i zevcattan men etmemiş olmasıdır.

Bir diğeri, Hz. Ali (r.a)'ın, Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz vefat ettikten sonra birden fazla kadınla evlilik uygulamasını vefat edene kadar sürdürmüş olmasıdır. Bu hususla ilgili olarak bir önceki yazıda bir-iki örnek zikretmiştim. Bu noktayı biraz daha açmakta fayda var:

Hz. Ali (r.a), Hz. Fâtıma (r.anha) validemizin vefatından sonra pek çok kadınla evlenmiştir. Bu kadınlarla yaptığı evliliklerden 14'ü erkek, 17'si (veya 19'u) kız olmak üzere 31 (veya 33) çocuğu dünyaya gelmiştir.'' devamı burada

25 Kasım 2010 Perşembe

Herşey sende gizli

Herşey sende gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel

11 Kasım 2010 Perşembe

Muhterem Dr.Ebubekir Sifil hocanın nefis bir makalesi daha..

Muhterem Dr. Ebubekir Sifil ile Karaman arasındaki Hayrettin Karaman Hocanın ''Var''ları ve ''Yok''ları adı altında 18 makalede geçen münazarayı dikkatle okuyanların; Karaman hocanın, bu yazılara cevaben Muhterem Ebubekir hocanın ismini zikretmeye bile tenezzül etmeyişi, ilim ve ahlak ölçülerinden dem vuruşu da gözlerden kaçmamıştır.
Yazısındaki kaynaklardan birisi de Seyyid Sabık..Benim muteber olmayanlar listemde yer alan bir isim..O da mezhepsiz..
Zaten kensini mezhepler üstü allame görenlerin, farkına varmadıkları bir durumdur; mezhep tanımayan, kendisini mutlak müctehid olarak görenler, yine de birbirlerini ''taklid'' etmekten kaçınamazlar.
Bu da aslında mezhepsizlik mezhebidir, mezhebe karşı olanların açmazlarından yalnızca birisi..
Muhterem Ebubekir hocanın söz konusu nefis cevabi yazının tamamını buradan okumalısınız.Allah (cc) böyle alimleri iki cihanda da yüceltsin.Amin.

8 Kasım 2010 Pazartesi

şimdi zaman hazana demirlemiş..



Artık hayat siyah-beyaz ve mat !
Renkler ölgün,
Gönül yorgun..
Şimdi zaman, hazana demirlemiş..
Yapraklarda sarının tonları,
Hüznün konfetileri gibi,
Saçılmışlar gönül ovama.
Sokaklar kan gölü, puslu, pusulu !
Sevgi, kalleşin bıçağında kurban!
İnsana saygı karaborsa,
Ehl-i sünnet garip ve devletsiz..!
Namert saltanatında,
Ahlak mı, çoktan sözlüklerde kaldı.
Ahir zaman bu işte, böyle bir şey
Ve bizler tam merkezinde,
Yaşadığımızı sanan canlı cenazeleriz!

2 Kasım 2010 Salı

Dini sembollere dair

"Dine hürmet, bir anlamda bu sembollere hürmetten geçmektedir.

Ya da şöyle diyelim: Bu sembollere hürmetsizliğin, doğrudan doğruya dinin kendisine yönelik bir hürmetsizlik anlamı taşıyacağına özellikle dikkat edilmelidir.

Modern kültür içinde zaman zaman mizahı yapılan, küçültülen şeylerin dine ait şeyler olduğu gerçeğini göz ardı ettiğimizde, aslında dinle aramızdaki irtibatı kendi elimizle zayıflattığımız gerçeğini görmezden gelmiş oluyoruz.

Sembollere Saygı ve İman

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: “Sizden birinizin göğüs kafesinde iman, elbisenin eskidiği gibi eskir. Öyleyse (sık sık) Allah Tealâ’dan, kalplerinizde imanı yenilemesini dileyin.” (Hâkim, Taberânî)

Bu Nebevî uyarı, imanımızı her an diri ve canlı tutmanın yollarını aramanın ihmale gelmez bir farz olduğunu anlatır. Şüphesiz bunun çeşitli yolları vardır. İbadetlerimizi aksatmadan ve şuurlu bir şekilde yerine getirmek, çokça Kur’an okumak, zikrullaha devam etmek, salih insanlarla birlikte olmak… bu çerçevede zikredilebilecek hususların başında gelir. Yine bu konuda dikkat edilmesi gereken bir nokta da, günahlardan, münkerata düşmekten ve imanı zayıflatacak durum ve ortamlardan uzak durmaktır.Dinin kendisi ve hükümleri kadar, dini temsil eden ve dinî anlam taşıyan sembol, kavram ve değerlere gereken saygı ve hassasiyetin gösterilmesi de bu cümledendir. Hatta günümüz şartlarında biz farkında olmadan imanımızın eskimesine, yıpranmasına sebep olan en sinsi tehlikenin bu konudaki gevşeklik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu sebeple alimlerimiz, dinî sembol, kavram ve değerlere gösterilmesi gereken hassasiyeti göstermemeyi ya da onlara saygısızlık anlamına gelen davranışlara sessiz kalarak onaylamayı, imanı ciddi anlamda tehlikeye sokan hususlar arasında zikretmiştir.

Söz gelimi, sırf tahkir etmek amacıyla alim birisine “alimcik” demek, fıkıh, tefsir, hadis… gibi dinî ilimlere ve bu ilimler hakkındaki eserlere saygısızlık göstermek, bu fiilleri işleyen kimsenin itikadî durumunu ciddi tehlikelere sokar. (Şerhu’l-İmâm Ali el-Karî alâ Kitâbi Elfâzi’l-Küfr, 165-167)

" Dr.Ebubekir Sifil

1 Kasım 2010 Pazartesi

Karaman hocanın “Var”ları ve “Yok”ları / Dr.Ebubekir Sifil

Prof. Dr. Hayreddin Karaman hoca, "İslam'da Ne Var Ne Yok?" sorusuyla başlattığı seri yazılarına kölelik ve cariyelik meselesiyle devam ediyor ve "Köle Ve Cariye Yok (Olmalıydı)" başlığı altında şöyle diyor:

"İslam'da var sanılan veya gösterilen birkaç konuya temas etmekte olduğum yazılarımda bugün kölelik meselesine geldik. Diğer konularda "yok" dediğim halde bu konuda "yok olmalıydı" dedim. Bundan maksadım şudur:

"Temel kaynağımız Kitab'a ve onun açıklaması, uygulaması mahiyetinde olan sünnete baktığımda şu sonuca varıyorum: İslam gelince önce köle ve cariyelerin perişan durumları ıslah edilecek, sonra da -İslam'ın aldığı tedbirler ve yaptığı düzenlemeler sayesinde- zaman içinde İslam toplumunda köle ve cariye kalmayacaktı. Vakıa böyle oldu mu? Hayır. Peki kusur kimde, dinde mi, Müslümanım diyenlerde mi? Şüphesiz zevklerini ve menfaatlerini ilahi maksada tercih eden Müslümanlarda.

"Önce temel kaynaklara göre köle ve cariye konusuna bakalım, sonra da olup bitene göz atalım.

"Seyyid Sabık, Fıkhu's-sünne isimli kitabında bu konuyu olması gerektiği gibi şöyle özetlemiş:

"Kur'an-ı Kerim'de köleleştirmeyi serbest bırakan bir ayet yoktur, aksine mevcut köleleri azad etmeye çağrı vardır.

"Peygamberimiz'in (s.a.) herhangi bir esiri köleleştirdiği sabit değildir, aksine Mekke, Benî-Mustalık ve Huneyn esirlerini serbest bırakmıştır. Cahiliyye devrinde köleleştirilmiş kimselerden kendinde bulunanlar ile yine kendine hediye edilen köleleri azad etmiştir.

"Raşid halifeler bazı esirleri misilleme sebebiyle köleleştirmişlerdir, ancak onlar da, daha önce mevcut köleleştirme şekillerini haram bilmiş, bunu yalnızca "devletin, Müslüman olmayan düşmanlarına karşı ilan ettiği meşru savaşta alınan esirler" ile sınırlamışlardır.

"İslam bu sınırlama dışında mevcut kölelerin durumlarını düzeltmiş, onlara iyi davranılmasını sağlamış ve hürriyete kavuşma kapısını sonuna kadar açmıştır..."

Öncelikle dikkatinizi Hoca'nın, buram buram modernite kokan giriş cümlelerine çekmek isterim Meşruiyetlerini ispat sadedinde kendi tarihselliklerini mutlaklaştırıp, her halukârda modern zamanlardakinden daha arı-duru ve daha doğru olduğunda şüphe bulunmayan ve ilk nesillerden tevarüs eden çizgiyi mahkûm etmek İslam'ın tarih içinde yanlış anlaşılıp yanlış uygulandığı temel tezini savunan modernistlerin karakteristik tavrıdır.

Bu tavrın, her fırsatta kendisini anti-modernist bir çizgiye konuşlandıran Karaman hocadan sadır olması üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir husustur.

İkinci nokta, yazının kurgusuyla ilgili: Hoca'nın "yoktur" dediği recm vesaire ile "yok olmalıydı" dediği kölelik/cariyelik arasında kaynaklarda yer almak ve hüküm olarak kabul, müdafaa ve icra edilmek bakımından herhangi bir fark olmadığı halde niçin diğer konular "yoklar" grubundadır da kölelik/cariyelik "yok olması gerekirken olmamış"tır? Hocaya, diğer hususların "kesin yok"lar arasında bulunduğunu düşündüren hangi "okuma biçimi" ola ki?!..

Meselemize dönecek olursak;

"İslam'da kölelik/cariyelik yoktur" önermesinin, "Çünkü İslam her vesileyle köle azad etmeyi teşvik etmiştir" tesbitiyle gerekçelendirilemeyeceği, Mantık'tan az-buçuk anlayan herkesin kolaylıkla fark edeceği bir gerçek. Sormazlar mı insana: Köleliği ortadan kaldırmanın yolu kölelik kurumunu tamamen yasaklamak mıdır, yoksa bir taraftan bu kapıyı açık bırakıp diğer taraftan köle azadını teşvik etmek mi?

İçkiyi, faizi ve diğer muharrematı (kimini def'aten, kimini tedricen de olsa nihai noktada) kesin bir şekilde yasaklayan İslam, acaba hangi hikmete binaen kölelik kurumunu muharremat arasına alıp ilanihaye yasaklamamıştır?

Devam edecek.

31 Ekim 2010 Pazar

Bediüzzaman hazretleri..

"Üçüncü olarak Bediüzzaman merhumun o tesbit ve beyanları Risale-i Nur hakkındaki külli bir tavsiften ibarettir. Risaleler'in her bir cüz'ü, her bir pasajı ve cümlesi için ferden ferda geçerli bir hususiyet olarak anlaşılmamalıdır.

Bu noktayı biraz açalım: Bediüzzaman, Risale-i Nur'un Kur'an'ın bir tefsiri olduğunu, ihtiva ettiği hakikatlerin Kur'an'a ait olduğunu ve kendisinin sadece bir "tercüman" mesabesinde bulunduğunu sıklıkla ifade eder. Aslına bakılırsa bu bir hakikattir ve sadece Risale-i Nur'a mahsus değildir. Kur'anî hakikatleri şerh ve beyan eden her çalışmanın kıymeti, aslında dile getirdiği hakikatlerin kaynağına racidir." Dr.Ebubekir Sifil

30 Ekim 2010 Cumartesi

Karaman hocanın “Var”ları ve “Yok”ları / Dr.Ebubekir Sifil

Hocanın, recmle ilgili yazılarını nihayetlendirirken kullandığı ifade hayli dikkat çekici: "İslam alimleri arasında recim cezasının değişmez bir ceza olmadığını veya Yahudi şeriatına ait olan bu cezayı İslam'ın kaldırdığını ve şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını savunan önemli isimler vardır. Bu sebeple günümüzde İslam aleyhine kullanılan ve insanları İslam'dan korkutmaya yarayan bir cezayı sahiplenmek ve savunmak uygun değildir."

Tarihin herhangi bir döneminde İslam'ın herhangi bir hükmünü tartışmaya açan birisinin varlığının bizi "bu hüküm tartışmalıdır" noktasına götürmesi normal değil. Prof. Dr. Hayreddin Karaman hocada sıklıkla görmeye başladığımız bu tavrın -hoca Fıkıhçı olduğuna göre- usulî/metodolojik ve fıkhî bir izahı da olsa gerek.

Bizim bildiğimiz şudur: Eğer herhangi bir konuda icma, özellikle de "kat'î icma" varsa, daha sonraki bir ihtilafın o icmaın ifade ettiği bilgi ve bağlayıcılığa tesiri olmaz, icma ile ortaya konulmuş bulunan hakikat hakikat olmaktan çıkmaz. O muhalif görüş icmaı tartışmalı kılmaz, tam tersine, icmaya aykırılığı sebebiyle o görüşün kendisi gayri muteber addedilir.

Nitekim hoca da birçok yazısında bu noktanın altını çizmiştir:

"Değişmez sahih geleneğin en önemli dayanaklarından biri de icmâdır. Genel olarak alındığında icmâ delilinin kesin ve bağlayıcı olduğunda ittifak vardır..."1

"Bir konuda bütün müctehidler aynı şeyi söylemiş olurlarsa icma oluşur ve buna muhalefet edilemez..."2

"Mü'minlerin yanlışta, yanılgıda birleşmeyecekleri"ni bildiren hadis, eğer onlar bir hükümde ittifak etmiş iseler (icma meydana gelmiş ise) bunun yanlış ve batıl olamıyacağını gösterir..."3

"Dinin ictihada dayalı olmayan, naslarla ve bunlar üzerinde oluşmuş icma ile sabitleşmiş kısmında ictihad da yapılamaz, değiştirme, düzeltme ve ıslahata da gidilemez..."4

Daha pek çok örnek verilebilinirse de, bu alıntıların, icma konusunda Karaman hocanın tabir yerindeyse "teoriyi ortaya koyma babında" söylediklerini net olarak yansıtmaktadır.

Ne var ki iş, tek tek konuların tartışılmasına gelince hoca sanki bu söylediklerini unutuyor ve Sahabe döneminde vuku bulmuş, dolayısıyla "kat'î" olduğu tartışma götürmeyen icmalara muhalif görüş serd etmekte bir beis görmüyor.

Bir an için Fıkıh tarihini gözünüzün önüne getirin, Sahabe'nin ictihad ve fetvaları bize kadar ulaşmış bireylerinden mezhep kurucu müctehidlere ve diğer fukahaya kadar Fıkıh konusunda söz söylemiş, eser yazmış, talebe yetiştirmiş bütün isimleri hızlıca hafızanızdan geçirin; "İslam alimleri arasında recim cezasının değişmez bir ceza olmadığını veya Yahudi şeriatına ait olan bu cezayı İslam'ın kaldırdığını ve şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını savunan önemli isimler vardır" cümlesini onaylatabileceğiniz bir kişi bulabilecek misiniz?

Ya da şöyle soralım: Modern zamanlara gelene kadar içtihad ehli, dolayısıyla icmada görüşü itibara alınacak bir tek Allah kulu recm cezasının değişebilir bir ceza olduğunu, Yahudi şeriatına ait olan bu cezayı İslam'ın kaldırdığını ve onu şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını söylemiş midir?

Meselenin bir diğer vahim boyutu, hocanın yukarıda alıntıladığım son cümlesinde yatıyor: "Bu sebeple günümüzde İslam aleyhine kullanılan ve insanları İslam'dan korkutmaya yarayan bir cezayı sahiplenmek ve savunmak uygun değildir."

Bütün fikir dünyalarını, modern algılara ve değer yargılarına ters düştüğünü düşündükleri İslamî değer ve hükümlerde "tadilata" gidilmesi gerektiği söylemi üzerine oturtan modernistlerden duymaya/okumaya alışık olduğumuz böyle bir cümlenin hocanın kaleminden dökülmesi konusunda ne düşünmeliyiz? Birtakım İslamî değer ve hükümlerin "şiddet içerdiği", "insan haklarına aykırı olduğu"... gibi gerekçelerle İslam'dan tecrit edilmesi gerektiğini savunan tipik modernist söylemle hocanın bu tavrı arasında ne farkı var?

Devam edecek

1 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0477.htm

2 http://www.hayrettinkaraman.net/makale/0559.htm

3 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/2/0104.htm

4http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/turkiyeveislam/0110.htm

7 Ekim 2010 Perşembe

Abdülaziz Bayındır'dan Zırvalar / Murat Yazıcı

"Doçent" titrini taşıyan (şimdi "profesör"olmuş) bu kişinin bir kitabı elime geçti:


"Duada Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk", İstanbul, 2001.

Kitap belli ki Sünnî Müslümanları şirk iftirasıyla karalamak için yazılmış. Bu tezini ispatlamak isterken mantık dışı ve zorlama yorumlar yapmakda, netice olarak çok yerde zırvalamaktadır. İleride bu kitapda yazılı sapık görüşlere teferruatlı cevaplar yazmak ümidindeyim. Şimdilik birkaç pasaj nakledip üzerine kısa yorum yapacağım.

Bayındır demiş ki:

"Ayet metninde geçen “min dûn’illah = Allah’ın dûnundan” ifadesi “Allah’ı bırakıp da...” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme yanlış olmamakla birlikte Allah’tan başkasını çağıranların Allah’ı devre dışı bıraktıkları hissini vermektedir. Halbuki hiç bir müşrik, Allah’ın varlığını ve birliğini inkâr etmez. Onun farkı, Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir aracının varlığına inanması, onu Allah’a yakın sayıp yardımını ve şefaatini beklemesidir. Bu konu üzerinde daha sonra durulacaktır." (sayfa 10)

"Ali Eren'e Cevap" başlıklı yazısında bu görüşleri şöyle tekrar ediyor:

"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayri­müslim Allah’ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından ve­rilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah’a boyun eğer gibi onlara da boyun eğer."

http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/ali-erene-cevap.html

Bakınız ne diyor, son kısmını tekrar okuyalım:

"Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayri müslim Allah'ın varlığını inkâr etmez."

Eğer sadece "müşrik" kelimesini kullanmış olsaydı, belki bu cümlesine anlaşılabilir bir ma'nâ verilebilirdi. Ancak, "hiçbir kâfir veya müşrik" ve "hiçbir gayrı müslim" diyerek, bütün kâfirlerin Allah'ın varlığına inandığını söylemiş oluyor. Nitekim bahsettiğim kitabında bunu tekrar etmektedir:

"Allah’ın varlığını ve birliğini herkes anlayıp kavrar." (sayfa 35)

Buna göre, dünyada hiç dehrî veya ateist yokmuş! Bütün kâfirler de Allah'a inanıyormuş!

"Zırva te'vil götürmez" diyelim ve bu iddianın saçmalığını okuyucunun değerlendirmesine havale edip, bir başka iddiasını ele alalım. Demiş ki:

"Müşrik, Allah’ın hem varlığını hem birliğini kabul eder." (sayfa 13)

"Aracılık ve Şirk" isimli kitabında da şöyle yazmış:

"Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur[Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 215, 216 ve 222.]"

Herkesin ulaşabileceği bir kaynaktan okuyalım: Katolik Ansiklopedisi'nde diyor ki:

"The Trinity is the term employed to signify the central doctrine of the Christian religion -- the truth that in the unity of the Godhead there are Three Persons, the Father, the Son, and the Holy Spirit, these Three Persons being truly distinct one from another. Thus, in the words of the Athanasian Creed: "the Father is God, the Son is God, and the Holy Spirit is God, and yet there are not three Gods but one God." In this Trinity of Persons the Son is begotten of the Father by an eternal generation, and the Holy Spirit proceeds by an eternal procession from the Father and the Son. Yet, notwithstanding this difference as to origin, the Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent."

http://www.newadvent.org/cathen/15047a.htm

Görülüyor ki, Katolikler, Müslümanların söylediği ma'nâda (Ehad ma'nâsında) "Allah'ın birliği"nden değil, "Tanrı'nın birliği"nden (bir tane olmasından) bahsediyorlar. İlaveten, bahsettikleri "unity" (=birlik) içine üç ayrı şahsı koyuyorlar. Yani "Tanrının birliği"nden bahsederken, bu "bir"in içine "üç"ü de sokuşturuyor. Diyor ki:

"Tanrının birliği içinde üç şahıs vardır: Baba, oğul ve kutsal ruh. Bu üç kişi birbirinden ayrıdır. Baba tanrıdır, oğul tanrıdır, kutsal ruh tanrıdır, ama üç tanrı yoktur, bir tane tanrı vardır."

Şimdi, şunu görelim: Bu çelişkili ve mantıksız ifadeyi kullanan Katolikler için, "Katoliklere göre Allah birdir; ondan başka Tanrı yoktur" şeklinde bir tespit yapmak, açık bir saptırmadır. Eğer Bayındır'ın bu sözü kabul edilirse, Katoliklerin "Allah Ehad'dır" (Allah birdir) ve "Lâ ilâhe illallah" (Allah'dan başka tanrı yoktur) inancında olduğu kabul edilmiş olur!

el-Ehad isminin ma'nâsı şöyledir: "Hiç bir yönden benzeri olmayan, tek olan, ikilik tasavvur edilmeyen, hiç bir şeye muhtaç olmayan." Daha uzun yazılabilirse de, burada bu açıklama kâfidir ve her Müslüman bu kadarını bilir.

Katolikler "Allah Ehad'dır" inancına sahip olmadıkları gibi, "bir tek tanrı vardır" inancına da sahip değildir. "Biz tek tanrıya inanıyoruz" demelerine itibar edilmez. Çünkü bu sözleri açıkca yanlıştır. Basit bir toplama yapalım: 1+1+1=1 değildir, doğrusu 1+1+1=3 eder. Katolikler toplam üç ayrı tanrının varlığına inanıyorlar.

Katolik Ansiklopedisi'nde ayrıca diyor ki, "Persons are co-eternal and co-equal: all alike are uncreated and omnipotent." Tercümesi:

"Bu üç şahıs beraberce ezelîdir ve birbirlerine eşittir: hepsi de yaratılmamışlardır ve sonsuz kudret sahibidirler."

Müslümanlar "Allah birdir (Ehad'dır ve Vâhid'dir)" dediği zaman, bunların hepsini reddetmektedir. Hıristiyanlar, "İsa aleyhisselam tanrıdır" diyorlar, ona tapıyorlar. Bundan dolayı müşriktirler. İsa aleyhisselamın aracı olduğuna inandıkları için değil, Allahü tealadan başkasını ilah bildikleri için müşrik oluyorlar. Yukarıda naklettiğim yazıya göre, İsa aleyhisselamın ezelî olduğunu, yaratılmış olmadığını, her şeye kaadir olduğunu söylüyorlar. Müslümanlar, Muhammed aleyhisselam her insan gibi aciz bir kuldur, mahluktur, yaratılmıştır, tanrı değildir, Allah'tan başka tanrı yoktur, diyorlar. Hıristiyanlar İsa aleyhisselama tapıyorlar, Müslümanlar Muhammed aleyhisselama tapmıyorlar.

Hıristiyanların "Tanrı birdir (bir tanedir)" sözü ile kasdettikleri ile Müslümanların "Allah birdir (Ehad'dır)"dan kasdettiklerinin aynı ma'nâda olmadığı aslında izahtan varestedir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: De ki: O, Allah'tır, Ehad'dır. (İhlâs sûresi: 1) Türkçe meâllerin hepsinde "Allah birdir" ve "Allah tektir" şeklinde yazılmış. Kısacası, Müslümanlar "Allah birdir" dedikleri zaman, "Allahü teâlâ Ehad'dır, Vâhid'dir" ma'nâsında söylüyorlar.

Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh, Ümeyye bin Halef'in kölesi iken İslâmiyet'le şereflenmişti. Hazret-i Bilâl'in müslüman olduğunu duyan Ümeyye, ona çok eziyet ve işkence yapardı. "İslâm dîninden dön! Lât ve Uzzâ putlarına tap" diye zorladıkça, Bilâl radıyallahü anh "Ehad Ehad" diyerek îmânını bildirdi. (İbn-i Sa'd)

Türkçe konuşan her Müslüman "Allah birdir" veya "Allah tektir" dediği zaman, bunu "Allah'ın eşi ve benzeri yoktur, ortağı yoktur, O'ndan başka ilah yoktur, O'ndan başka yaratıcı yoktur, O'ndan başka ibadet edilmeye hakkı olan yoktur" ma'nalarında söylemektedir. Bunu Müslümanların âlimi de bilir, cahili de bilir. Yoksa, insanlar için, hatta her mahluk için "birdir" ifadesi kullanılabilir. Mesela, Ahmed ve Mehmed her bakımdan aynı gözüken ikiz iki kardeş olsa bile, "Ahmed birdir" ve "Mehmed birdir" sözleri yanlış olmaz. Çünki iki tane Ahmed yoktur, yani bahis konusu Ahmed sadece bir tanedir. Her insan bir tanedir. Hatta her nesne bir tanedir. Ama Ahmed'in de, Mehmed'in de, başka insanların da, diğer nesnelerin de benzerleri, emsalleri, ortakları vs. mevcuttur.

Özetlersek: Katolikler açıkca şunları söylüyor:

1. Baba, oğul ve kutsal ruh birbirinden ayrıdır. (Mesela, baba ile oğul aynı kişi değildir.)

2. Baba tanrıdır.
3. Baba yaratılmamıştır, ezelîdir.
4. Baba her şeye kaadirdir.

5. İsa aleyhisselam tanrıdır.
6. İsa aleyhisselam yaratılmamıştır, ezelîdir.
7. İsa aleyhisselam her şeye kaadirdir.

8. Kutsal ruh tanrıdır.
9. Kutsal ruh yaratılmamıştır, ezelîdir.
10. Kutsal ruh her şeye kaadirdir.

(Haşa.)

Bunlara inanan, yani Katolik inancında olan birisinin, "tek tanrı" inancına sahip olduğunu, veya "Allah birdir" (Ehad'dır) ve "Allah'tan başka tanrı yoktur" (Lâ ilâhe illallah) dediğini kabul eder misiniz? Derim ki, bunu ancak aşırı derecede ahmak ve cahil bir kişi kabul edebilir. Bayındır gibileri takib ve taklid edenlerin zekâ seviyeleri hakkında iyi şeyler düşünemiyoruz.

Murat Yazıcı

13 Eylül 2010 Pazartesi

kim terörist?

Almanya'da taksi şoförlüğü yapan bir arkadaş anlatıyor: "Bir hanım efendi arabama bindi, biraz gittikten sonra bana baktı ve "Türk müsün?" dedi. "Evet" deyince "Kilisenin Katolik papazı Amerika'daki İkiz kuleleri örnek vererek sizin hepinizin terörist olduğunu söyledi. Siz, bunu niçin yaparsınız?" diye bir soru sordu.

Ben de ona üç bin mi çok yoksa beş milyon mu çok? Diye bir soru sordum "Tabii beş milyon çok" dedi. Hıristiyan Hitler tam beş milyon insanı öldürdü. Siz buna terör demiyorsunuz. Amerikalılar, Japonya'da beş yüz bin Japonu iki atom bombasıyla öldürdü buna da terör demiyorsunuz. Şu anda Amerika Irak'ta bir milyon insan öldürdü siz buna da göz yumuyorsunuz. Şimdi söyle bakalım kim terörist?" dedim "taksiyi durdur" dedi. Parayı ödedi ve inerken "Ben o papaza sorarım" dedi. Mahmud Toptaş


27 Ağustos 2010 Cuma

Bayraktar Bayraklı, Abdülaziz Bayındır..

Dün, mübarek İstanbul/Fatih semtindeki Veysel Karani Hırka-i Şerif camiindeydim.
Dün O sallahü aleyhi vesellemi ziyaret etmiş gibiydim..
İstanbul, çok mübarek bir şehirsin.
İnsanların sana layık olurlar inşaallah..

Uzunca bir süre blog ve internetle ilgilenecek zamanım olmayacak sanırım, belki de çok seyrek ve hızlıca bir şey ekleyebileceğim.

Bayraktar Bayraklı, Abdülaziz Bayındır gibi isimlerle ilgili gelen sorulara kısaca moda deyimle ''işim olmaz'' diye cevap vereyim. Ne okur ne de dinlerim. Kimseye de tavsiye etmem!

Evet mütevazi blogumun sevgili takipçileri, uzleti seven gönlüm sizlere dualar eder, dualar bekler.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Berat Kandili

''Aslı "Beraet" olan ve Türkçe'ye "Berat" olarak giren bu kelimenin sözlük anlamı: "Borçtan, hastalıktan, suç ve cezadan kurtulmak". Dînî literatürde ise: "Günahlardan arınmak, temize çıkmak, ilahî af ve rahmete nail olmak" manasını ifade etmektedir. Buna göre Berat gecesi, ALLAH Teâlâ'nın affı ve bağışlaması ile Müslümanların günahlardan arınmasına ve kurtuluşlarına bir vesiledir.

ALLAH Teâlâ, bu mübarek gecede, kendisine yönelip af dileyen mü'min kullarına, cehennemden kurtuluş beratı verir. Berat gecesine, bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle: "Mübarek"; kulların günahlarının affolunması ve temize çıkmaları sebebiyle: "Beraet"; kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle: "Rahmet"; geceyi iyi değerlendiren kulların seçilerek salih kullar arasına alınması sebebiyle: "Beraet ve Sakk" adı da verilir.

Berat gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Berat Gecesi'ni, bu derece yücelten husus, Berat gecesinin kudsiyeti, Kur'an-ı Kerim'in bu gecede Levh-i Mahfuzdan dünya semasına indirilmiş olması ile alakalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:

"Ha Mim. Helal ile haramı ve sair hükümleri apaçık bildiren bu kitaba, Kur'an-ı Kerim'e yemin olsun ki, gerçekten biz O'nu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak biz hak din İslam'dan yüz çevirenleri uyaranlarız. O, öyle bir gecedir ki, bu geceden gelecek senenin aynı gecesine kadar rızıklar, eceller ve benzeri her hikmetli iş katımızdan bir emir ile o zaman ayırt edilir, hüküm verilir. Hakikat biz, Rabbinden bir rahmet eseri olarak peygamberler gönderenleriz. Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ her şeyi hakkıyla işitenin, her şeyi de kemaliyle bilenin ta kendisidir." (Duhan Sûresi:1-6)

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:

"Şaban ayının yarısı yani Berat gecesi olduğu zaman kalkınız, o geceyi ibadetle geçiriniz, gündüzünde de oruç tutunuz. Çünkü Cenab-ı Hak, güneşin batmasıyla birlikte rahmet ve ihsanıyla, gufran ve inayetiyle dünya semasına tecelli eder ve şöyle buyurur: Günahlarının bağışlanmasını isteyen yok mudur? Onu bağışlayayım. Rızık isteyen yok mudur? Onu rızıklandırayım. Bir derde düşen yok mudur? Ona afiyet vereyim, o dertten kurtarayım. Şöyle olan yok mu? Böyle olan yok mu? Ve bu hitap fecir doğuncaya kadar devam eder. (İbn-i Mace; İkame: 191; Beyhekî, Şuabu'l-İman, 3/379, No:3822)'' Mehmet Talü

15 Temmuz 2010 Perşembe

Yunus Vehbi Yavuz


SAPTIRILAN GERÇEKLER / Dr.Ebubekir Sifil

GİRİŞİM dergisinin Temmuz-89 sayısında Doç. Dr. Yunus Vehbi Yavuz’un “İslam Tarihinde Hilafetten Saltanata Geçilmesi ve Doğurduğu Sonuçlar” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Doğrusu sayın Yavuz’un ağzından tarihi ve fıkhi gerçeklerden bu derece nasipsiz şeyler duymak bizleri oldukça şaşırttı.

Hilafetten Saltanata geçişin, İslam dünyasında yol açtığı yönetimsel, toplumsal ve fikri yapılanma hiç kimsenin gizlisi değildir! Ancak bunları öne sürerek ve olaylar arasında zorlama bağlantılar kurarak kimi sonuçlara varmak, bilimsel yaklaşım değildir! Buna realite de izin vermez.

6 sayfalık yazısında Hilafetten Saltanata geçişi, “Din ve Dünya işlerinin birbirinden ayrılması” olarak niteleyen Doçentimiz, içinden çıkılmaz çelişkiler sergiliyor, tarihi ve fıkhi bir çok gerçeği çarpıtarak veriyor. İşte çarpıtılan gerçekler:

1- Yazısının ilk sayfasında şöyle diyor: “...Bu yönetimin (Hz, Peygamber (sav) yönetiminin- E.S ) iki ana kaynağı vardı. Biri Kur’an, diğeri Şûra idi...”

Bu ifade Kur’an’dan sonra ikinci teşri kaynağı olduğu ittifakla kabul edilen Sünnet’i rafa kaldırmaktadır. (Eğer burada Sünnet bir zühul eseri zikredilmemiş değilse). Zira bilindiği gibi Hz. Peygamber(sav), hakkında Kur’an’da herhangi bir hüküm bulunmayan konularda -istişareye de başvurmakla birlikte- “O kendi hevasından konuşmaz..” ayetinin de ifade ettiği gibi, kendisine vahiy, yahut ilham yoluyla bildirilen doğrultuda hareket etmiştir. Esasen mü’minlerin, Hz. Peygamber(sav)’in emrettiklerine itaat etmesi ve nehyettiklerinden sakınması, bizzat Kur’an lisanıyla emir buyurulmuştur ki andığımız doğrultudaki ayetlerin, Doçentimizin gizlisi olmadığından eminiz!

2- “...gerek Hz. Ebubekir döneminde, gerekse Hz. Ömer döneminde ne kendilerine mahsus, ne de diğer alimlere mahsus mezhepler ortaya çıkmamıştır. Sadece devletin görüşü hakim olmuş, böylece her konuda birlik sağlamıştır.”

Yazının ikinci sayfasında yer alan bu sözlerin, gerçekle uzaktan-yakından bir ilişkisi yoktur. Zira konuyla ilgilenen sıradan insanlar bile, her biri bir mutlak müçtehit olan meşhur fakih sahabilerin, içtihat edip fetva verdiklerini ve yerine göre birbirlerine muhalefet ettiklerini (fer’i konularda tabii) bilir! Nitekim meşhur musanneflere şöyle bir göz atan kimse Hz. Peygamber (sav)’in irtihalinden sonra sahabe arasında cereyan eden fıkhi ihtilaflarla yüz yüze gelecektir. Bir başka ifadeyle sahabe arasında da fıkhi ihtilaflar vuku bulmuştur ve günümüze kadar onların isimlerine nisbet edilerek gelmiş olmasa bile, bugün bilinen mezhepler arasında mevcut bulunan birçok ihtilaf, onların (müçtehit sahabilerin) ihtilaflarının ve dolayısı ile mezheplerinin bir devamıdır. Ölünün mirasından, dedesi hayattayken kardeşlerinin de pay alıp alamayacağı, boşanmış kadınların iddet süresi, kocası ölen hamile kadınların iddet süresi, müllefe-i kulûb’a zekat verilip verilemeyeceği, ganimetlerin dağılımı, savaş sırasında işlenen suçların cezalarının ertelenip ertelenemeyeceği, içki kullanma cezasının artırılması, birden çok yakını olan maktûlün yakınlarından birinin katili bağışlaması ile ötekilerin kısas davasını sürdürüp sürdüremeyecekleri, rehinde bulunan hayvana binme ve sütünü sağma gibi hususlarda faydalanma hakkının kime ait olduğu vs. gibi pek çok konu buna örnek olarak gösterilebilir.1 Dolayısıyla ilk iki raşit halife döneminde her konuda birlik bulunduğunu ve -ileride fikir özgürlüğünün varlığını konusunda gelecek kendi ifadesiyle de çelişecek biçimde- sadece devletin görüşünün hakim olduğunu söylemek yanlış bir yargı olsa gerekir. (Fıkhi ihtilaflarla ümmetin birliği arasındaki bağıntı konusuna ileride temas edeceğiz.)

3- Yazar devam ediyor: “... Bu dönemden (Hz. Osman (ra) döneminden -E.S) itibaren sanki şöyle bir formül ortaya çıkmıştır: İslam’ın din ve dünya olarak uygulanmaması = saltanat; saltanat = din işleriyle dünya işlerinin fiilen birbirinden ayrılması.”

Hz. Osman (ra) döneminden itibaren gelmiş geçmiş bütün yönetimleri lâik olmakla itham eden bu formülün mantığını anlamak mümkün değildir! Nitekim yazar daha sonra (yazısını 4. sayfasında) bu yönetimler hakkında, “... sonradan çıkan İslam’a dayalı bir çok İslam devleti...” tabirini kullanmakla kendi kendisiyle çelişmiştir. (Bu tabirin neyi anlattığını pek anlayabilmiş değiliz ya!)

Yine Hz. Osman (ra) dönemini anlatırken “sosyal dengelerin” ve “Hz. Osman’ın, din ve dünya işlerini beraber yürütme sistemi”nin bozulmasından söz eden yazarımız, biraz ileride de, tıpkı diğer İslam devletleri hakkındaki sözlerinde olduğu gibi çelişkiler sergilemekte ve “Hz. Osman döneminde teşri faaliyeti resmen devlet tarafından yürütülüyordu. Devletin, hem dünya işlerini, hem de ahiret ve din işlerini tanzim edecek bir organı vardı.” diyebilmektedir.

Okumaya devam ediyoruz: “Hz. Muaviye’nin kurduğu idare şekli İslami değil, seleflerinin idare biçiminin tam zıddı idi. (...) Alimlerle yönetimin arası açık olduğu için bir şurâ’nın bulunması da mümkün değildi. Şûrası olmayan bir devlet ise İslam devleti olamaz. (...) Durum böyle olunca halkın din ve dünya ile ilgili bütün ihtiyaçlarını artık devlet karşılamıyordu. Devlet sadece halkın idaresi ile meşgul oluyor, dünya ile ilgili ihtiyaçlarını karşılıyordu.” Ve bu sözlerin hemen arkasından gelen ifadeler: “Gerçi devlet halkı İslami kurallara ve İslami hükümlere göre yönetiyordu. Fakat, halkın din ve dünya ile ilgili ihtiyaçlarını karşılamada devletin artık bir payı bulunmuyordu. Devlet sadece öncekilerin yaptıklarını taklit ediyor, sivil alimlerin içtihatlarından faydalanıyor, mekanizmayı bu şekilde yönetiyordu.”

Sayın Doç. Dr. Yavuz’a şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: Aynı paragraf içinde bir devlet hakkında hem “İslami değil” hem de “halkı islami kurallara ve İslami hükümlere göre yönetiyordu” ifadelerini kullanmayı nasıl becerdiniz? Üstelik bu devletin, “öncekilerin yaptıklarını taklit ediyor” olması, “acaba öncekiler de mi aynı çelişkiyi yaşıyordu?” sorusunu gündeme sokmaktadır! Ne dersiniz sayın Yavuz?.

4- Biraz yukarıda 4 halife devrinden sonra kurulan devletleri -din ve dünya işlerini birbirinden ayırdıkları gerekçesiyle- laik ilan eden yazar, daha sonra şunları söylüyor: “... Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki, sonradan ortaya çıkan İslam’a dayalı bir çok İslam devleti, uygulamada bu fahri teşri’ çalışmalarından (İslam alimlerinin çalışmalarından- E.S.) azami derecede faydalanmıştır. Hatta diyebiliriz ki, alimlerin şahsi olarak ortaya koydukları içtihadları taklid ederek idarelerini yürütmüşlerdir.”

Bu ifadeleri de laikliğe yepyeni bir yaklaşım olarak değerlendiriyor ve okumayı sürdürüyoruz: “Fakat içtihadları yapan alimler hayatta bulunmadığı için bu devletler, ortaya çıkan yeni sorulara cevap bulamamışlar, herhangi bir teşri’ mekanizmasına da sahip bulunmadıkları için zamanla çökmeye mahkum olmuşlardır. Osmanlı imparatorluğunun çökmesinin asıl sebebi, böyle bir teşri’ mekanizmasına sahip olmayışı ve zamanın şartlarına göre kendisini yenileyemeyişidir.”

Aslında yazarın kendisinin de çok iyi bildiğinden eminiz ki bu devletlerin tarih sahnesinden çekilişlerinin asıl sebebi bir teşri’ mekanizmasına sahip olmayışları değil, analizi ciltler dolusu çalışmalar gerektiren çeşitli sosyo-politik, askeri ve ekonomik sebeplerdir. Öte yandan yazarın, yukarıda kullandığı ifadelerden de anlaşılacağı gibi, teşri’ mekanizması olarak adlandırdığı kurumdan kastı resmî içtihat’tır. Bir an söz konusu devletlerin böyle bir mekanizmaya sahip olduklarını farz etsek bile, -içtihadın alanı fer’i konular olduğu için- fer’i konularda insanları resmi görüşe boyun eğmeye zorlamak nasıl sağlıklı bir anlayış olarak sunulabilir? Hatta sahabe zamanında bile -yukarıda örneklerini verdiğimiz konularda ve daha bir çok konuda- böyle bir uygulama yoktur! İmam Malik (rh.a)’in, ümmeti Muvatta’nın içerdiği görüşler etrafında toplamayı teklif eden Mansur’a verdiği şu cevap oldukça düşündürücüdür: “Ey mü’minlerin emiri, bunu sakın yapma! Şüphesiz ki halka (ümmete) birçok kavil (birbirine muhalif içtihatlar) ulaşmış, birçok şey rivayet edilmiş, onlar da pek çok çeşitli hadisler dinlemişlerdir. Her kavim kendisine ulaşanı almış, insanların (alimlerin) ihtilafa düştükleri konularda onunla amel etmeyi benimsemişlerdir. Bırak her bölge halkı kendi seçtiğiyle amel etsin.” Yine İmam Malik (rh.a), Muvatta’nın Kâbe’ye asılmasını ve insanların, onun içindekilerle amel etmelerini öneren Harun Reşid’e de aynı doğrultuda mukabelede bulunarak şöyle demiştir: “Böyle yapma! Şüphesiz ki Rasulullah’ın (sav) ashabı fer’i konularda ihtilaf etmiş ve çeşitli beldelere dağılmışlardır. (Her biri içtihadını gittiği yerde yaymış ve) böylece bütün sünnetler yerleşmiştir.” 2

Burada yeri gelmişken, halk arasında yaygın yanlış bir kanaate de değinmeyi zaruri görüyoruz. “İslam devlet başkanı bir mübahı yasaklar yahut emrederse ona uymak vaciptir” denir. Bu kaide, yalnızca hakkında nass bulunmayan konularda geçerlidir. Yoksa hakkında nass bulunan herhangi bir konuda böyle bir tasarruf söz konusu olduğunda “Hâlık (cc)’a isyan konusunda mahluk’a itaat yoktur.” kaidesi gündeme girer!3 Abdulgâni en Nâblusî, “et-Tarikatu’l Muhammediyye” şerhinde İslam devlet başkanının tütün ve kahve kullanımını yasaklaması konusunu anlatırken şunları söyler: “Sultan’ın bir şeyi emretmesi ve bir şeyden nehyetmesi, kendi nefsinin ve tabiatının gereği (kendi isteği) olduğu için değil, Allah (cc)’ın emrine mutabık olduğu için (o durumda) muteber olur. Yoksa faraza Hz. Peygamber (sav) bile, Allah (cc)’ın emir ve nehyi olarak değil de kendi nefsinden kaynaklanarak bir şeyi emir veya nehyetmiş olsaydı -ki O’nu bundan tenzih ederiz- böyle bir emir ve nehye (Peygamber ağzından çıkmış olsa dahi) imtisal etmek vacip olmazdı. Bu durumda Allah (cc)’ın hükmüne uygun olmayan konularda, sırf sultanın kendi aklından ve görüşünden kaynaklanan emir yahut nehye uymak üzerimize nasıl vacip olabilir...”4

Bu noktayı geçmeden önce yazara acizane bir tavsiyemiz olacak. Emevîler’den Osmanlılar’a kadar uzanan çizgide yer alan birçok yönetimin, tek bir mezhebi (Hanefi mezhebini) “resmi mezhep” haline getirerek halkı bir nevi tahakküm altına aldığı iddiasıyla ortalıkta dolaşanlara, “sahabe döneminde yalnızca devletin görüşü hakimdi” diyerek malzeme olmayın lütfen!..

Yazardan alıntılar yapmaya devam ediyoruz: “Esasen Hz. Peygamber (sav) içtihat yetkisini devlet adamlarına vermiştir. Hz. Muaz b. Cebel (ra)’in nasbedilmesinden sonra kendisine Hz. Peygamber (sav) tarafından böyle bir yetkinin verilmesi tesadüf eseri değildir. Hz. Peygamber (sav) sivil vatandaşlara, sıradan insanlara içtihat yetkisi vermemiştir..”

Burada öncelikle Hz. Peygamber (sav) dönemi için pek bir anlam ifade etmeyen “sivil vatandaş” gibi ucube bir ifadeyle “sıradan insan” sözünü birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü eğer yazarın “sivil vatandaş”tan kastı, Hz. Peygamber (sav) tarafından kendilerine ümmetin işleri ile ilgili, yahut gayrimüslimlere tebliğ vb. gibi bir görev verilmeyen kimselerse ve bunlar arasında içtihada ehil kimseler varsa, bunların “sıradan insanlar” ile aynı kefeye konulması mümkün değildir. Mesela başta Hz. Aişe olmak üzere Hz. Hafsa, Hz. Ümm-i Habîbe, Hz. Fatma.. (r.anhünne) gibi fetva sahibi kadınlar ve Ebu Hüreyre gibi fetva ehli kimseler birer “sivil vatandaş”tır ama “sıradan insan” değildir. Kaldı ki yazarın tabirinin karşıtı ile “resmi vatandaş” statüsünde olan sahabilerin de kendilerine “resmi” görev verilmeden önce içtihat yapmadıkları ileri sürülemez! Hatta Hz. Muaz (ra)’ın, Hz. Peygamber (sav)’e verdiği, “(rastladığım konunun hükmünü sünnette bulamazsam) içtihat ederim” cevabının altında da bu gerçek yatmaktadır.

5- Yazısının “Hilafetin Saltanata Dönüştürülmesinin Doğurduğu Sonuçlar” alt başlığını taşıyan bölümünde de yazarımız şunları söylüyor:

“...Hilafet döneminde İslam düşüncesi diri idi. Fakat İslam devleti yıkılıp yerine saltanat kurulunca, teşri’ ile meşgul olmadığından İslam hayat ile beraber yürütülememiş, İslam düşüncesi giderek canlılığını kaybetmiş ve zamanla düşünce donmuştur..”

Yukarıya alıntıladığımız cümlelerde ve diğer bir- iki yerde kullanılan “İslam düşüncesi” ifadesinin, tamamen vahiy kaynaklı olan ve kendisine önünden ve arkasından herhangi bir batıl’ın yaklaşamayacağı İslam dini hakkında felsefi ve ideolojik bir çağrışım yaptığı, bu yüzden de kullanılmasının sağlıklı olmadığı kanaatimizi belirtmekte yetiniyor ve diyoruz ki: “Giderek canlılığını kaybeden ve zamanla donan düşünce” den kastınız eğer İslami ilimlere olan rağbet ise; en azından “Melik-i Adûd” dönemi olarak ifadesini bulan devrede Tâbiûn, Etbâuttâbiîn, Emevîler ve Abbasîler döneminin bir kısmını içine alan ve hicri 3. asrın sonlarına kadar uzanan süre için bu söylediğinize katılmak mümkün değildir. Çünkü sahabeden devralınan fıkıh ve hadis çalışmaları bu dönemlerde sistemli olarak yürütülmüş, yüzlerce fakih ve müctehit bu dönemde yetişmiş, İslam fıkhının ufku alabildiğine genişlemiş ve nihayet Kütüb-i Sitte gibi dev hadis kolleksiyonları yine bu dönemde oluşturulmuştur. Bu dönemden sonra da ilmi çalışmaların devam ettiğinde şüphe yoktur. Ancak, sayın yazarın sözü evirip çevirip bir türlü söyleyemediği “yeni içtihatlar yapılması ve yeni müçtehitler yetişmesi” olayı gerçekleşmemiş ve eski içtihatların taklidine ve eskilerin yazdıklarının, şerhler ve haşiyeler biçiminde elekten geçirilerek takdimine yönelinmiş, gerektiğinde “maslahat” ve “örf” esas alınarak, yine bu iki unsur üzerine bina edilen hükümler gözden geçirilmiştir. Fıkıh sahasında bütün bunlar olurken hadis ve özellikle hadis kritiği alanında bu dönemlerde yapılan çalışmalar da kendisini hissettirir biçimde gelişmiştir. Burada her iki noktanın da tafsilatına girmeden bu kadarla yetiniyoruz. Ancak hemen ekleyelim ki bu sözlerimizden, yeni müçtehid yetişmemesini tasvip ettiğimiz gibi bir anlam çıkarılmamalıdır!

Öte yandan yazar, “İslam devletinin sona ermesi ve saltanatın başlaması ile fıkhi mezhepler ortaya çıkmış...” diyerek mezhep vakıasını da saltanatın eseri olarak göstermektedir. Halbuki, sahabenin kıyas ve rey’e başvurduğunu gösteren yığınla hadise bulunmaktadır. Allah (cc) hepsinden razı olsun onlar, hakkında nass bulunmayan konular karşısında takibedilecek yol bakımından üçe ayrılmışlardır. Bir kısmı böyle bir olay karşısında kıyas’a başvururken, bir kısmı maslahat’ı esas almış, bazıları da sadece Kur’an ve Sünnet sınırları içinde hareket etmişlerdir.”5 Sahabenin, olaylar karşısındaki bu farklı tutumları yanında, delâleti ve sübuti zannî olan nasslar da içtihat (ve dolayısıyla mezhep) vakıasını sadr-ı evvelden itibaren gündeme sokmuştur. Demek ki, zaman olarak saltanatın başlamasından sonra ortaya çıkan şey, bizatihi mezhepler değil, özellikle İmam Şafi’i (rh. a) ile sistemleştirilen ve geliştirilen Usul-i Fıkıh prensipleridir! Dolayısıyla bu iki olay arasında yazarın yaptığı gibi zorlama bir ilişki aramanın anlamı yoktur.

Yazar devam ediyor: “... Ancak bu fıkhi sebepler, farklı zamanlarda, değişik bölgelerde ve değişik şahıslar etrafında oluşturulduğu için, İslam dünyası iktisadi, sosyal, siyasi ve hukuki alanlarda bir birlik meydana getirememiş, dolayısıyla İslam’ın hayata uygulanması ile ilgili her alanda görüş ayrılıkları meydana gelmiştir..”

Oysa mazisi sahabe dönemine kadar uzanan fıkhi mezhepler arasındaki ihtilafın sadece cüz’i bir kısmını oluşturan zaman ve bölge farklılığının, yazarın ileri sürdüğü “resmi içtihad” mekanizmasının işlemesi halinde de devam etmeyeceğini kim garanti edebilir? Esasen mezhep imamları arasındaki üstad-öğrenci ilişkisinin varlığını koruduğu göz önünde bulundurulursa, özellikle dört mezhep imamının yaşadığı dönemde mezheplerin birbirinden habersiz ve kopuk olmadıkları anlaşılır. Kaldı ki fıkhi mezheplerin, Kevserî merhumun dediği gibi, meselelerin üçte ikisinde ittifak halinde olan bir aile mesabesinde olması bir yana6, ihtilaf ettikleri konularda da fıkhın gelişmesine ve tek düzelikten kurtulmasına vesile oldukları da inkâr edilemez! Evet, onlar arasındaki bu ihtilaf bir rahmettir! Yazar bu konuda da şunları söylüyor:

“... Bu ayrılıkları rahmet olarak niteleyenler varsa da temelde bunu rahmet olarak kabul etmemek gerekir. İslam dünyasının dağınıklığı ve bir türlü toparlanamaması nasıl rahmet olabilir? (..) Fıkhî ve itikadi mezheplerdeki farklılığı ve bunların doğurduğu dağınıklığı, kanaatimizce İslam devletinin yıkılışından sonra ortaya çıkmış bir vahim durum olarak nitelemek daha gerçekçi bir yaklaşım olsa gerekir..”

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, fıkhî mezheplerle itikadi mezhepler arasındaki ihtilaflar, kesinlikle birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Çünkü itikadi mezheplerde bilindiği gibi deliller kesindir. Hz. Peygamber (sav) ve ashabının (ra) yolu olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat prensiplerinden taviz vermeye kalkışmak hiç kimsenin yetkisi dahilinde değildir! Bunu böyle belirttikten sonra gelelim fıkhî mezheplerin durumuna. Bu mezhepleri birbirine yaklaştırmaya çalışmak, yine merhum Kevserî’nin dediği gibi mevcut olan bir şeyi elde etmeğe çalışmak olduğundan, beyhude bir çabadır. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi fıkhî meselelerin 2/3’sinde görüş birliği içinde olan bu mezhepler, zaten bir aile gibidir. Geri kalan 1/3’e gelince, bu alandaki ihtilaflar da şu noktalardan kaynaklanmaktadır:

a- Nassın sübut veya adem-i sübutundaki ihtilaf,

b- Nassın anlaşılmasındaki ihtilaf,

c- Tearuz halindeki nasslar karşısında takibedilen yollardaki ihtilaf ve

d- Usul kaidelerindeki ve bazı istinbat kaynaklarındaki ihtilaf.7 Ki “resmi içtihad” bile bu ihtilaf sebeplerini ortadan kaldıramaz.

Ümmetin alimlerinin ihtilaflarının rahmet oluşuna gelince, hadis konusundaki teşeddüdü ile bilinen el Aclunî’nin, hakkında verdiği -buraya alınamayacak kadar uzun- izahatın okunmasını salık veriyor8 ve İmam Mâlik’in, Kasım b. Muhammed’in Ömer b. Abdulaziz’in ve daha başkalarının, ihtilaflın bir rahmet ve genişlik olduğunu teyid eden ifadelerinin hatırlanmasını tavsiye ediyoruz. 9

Öte yandan mezhepleri, ortaya çıkmak için adeta saltanatın başlamasını kollayan birer karışıklık unsuru ve “bir vahim durum” olarak nitelemek, İslam fıkhına karşı işlenen bir cürümdür.

Sözlerimizi daha fazla uzatmamak için, yazarın değindiği bir-iki önemli noktayı daha ele alarak konuyu bağlamak istiyoruz.

6- Yazar şöyle diyor: “İslam devleti, diğer uygulamalarda olduğu gibi ibadetlerde de birliği muhafaza ediyordu. çünkü devlet, ibadet işlerine de bakıyordu. İbadetle ilgili hükümler yine şuradan geçiyordu. Fakat devletin sona ermesinden sonra ibadetlerdeki bu birlik de bozulmuş, farklı ekoller ve farklı şekiller ortaya çıkmıştır..”

Doçentimiz kusura bakmasın ama, bu sözler de gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Çünkü vereceğimiz örnekler ve sunacağımız deliller bize, onun söylediklerinin aksini ifade etmektedir:

a- Besmele’nin Kur’an’dan bir ayet olup olmadığı ve dolayısıyla farz olan kıraatten sayılıp sayılmadığı konusundaki sahabe ihtilafı: Hz Enes (ra)’den, Hz. Peygamber (sav) ‘in, namazda nasıl okuduğu sorulunca, “Çok uzun okurdu” diyerek besmeleyle başlamış ve Fatiha suresini okuduktan sonra, Resululah (sav)’ın okuduğunu ben de aynen size okudum” demiştir.10 Ancak yine Hz. Enes (ra), Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (ra)’ın arkalarında namaz kıldığını ve onların kıraatte yalnız “Elhamdü lillahi rabbi’l âlemîn” ile başladıklarını söylemiş, Müslim’in rivayetinde ise, “Onlar, kıraatin ne başında ne de sonunda besmeleyi okumazlardı” demiştir.11

b- Kazaya kalan Ramazan orucunun, Hz. Ali ve İbn-i Ömer (ra)’e göre, daha sonra aralıksız olarak tutulması farzken, bu konuda Ebu Ubeyde (ra)’den rivayet edilen hüküm ise, “Allah (cc) Ramazan orucunu kazaya bırakan özürlülerin, oruçlarını diğer bir vakitte kaza ederken zorlukla karşılaşmalarını istememiştir. Dileyen aralıklı, dileyen de aralıksız Ramazan orucunu kaza eder” şeklindedir.12

c- Kur’an’da, boşanan kadınların iddet sürelerinden bahsedilirken kullanılan “kur'” kelimesine, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn-i Mes’ud ve Ebu Musa (ra), “O hayz’dır.”derken, Hz. Aişe (r.anha), İbn-i Ömer ve Zeyd b. Sabit (ra), “O tuhr’dur” demişlerdir. Dolayısıyla böyle bir kadının, beklemesi gereken iddet süresi de her iki gruba göre değişik olmaktadır.13

d- Seferde namazın kısaltılarak kılınabilmesi için gidilmesi gereken asgari mesafe, Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer ve İbn-i Abbas (ra) göre bir gün iken, İbn-i Mes’ud (ra)’a göre 3 gündür.14

e- İmamın arkasında kıraat edilip edilmeyeceği konusunda da sahabe ihtilaf etmiştir. İmam Tahavi; Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Cabir b. Abdullah (ra)’ın namazda imama uyanın bir şey okumaması yönünde fetva verdiklerini rivayet etmiş,15 İbn-i Mes’ud (ra) da aynı şeye kail olmuştur.16 Ebu Hureyre de bu konuda şöyle demiştir: “Biz vaktiyle imamın arkasında okurduk. Sonra “Kur’an okunduğunda onu dinleyin ve susun” ayeti indi.”17 Hatta imamın arkasındaki cemaatin bir şey okumayacağı, sahabenin büyüklerinden 80 kişiden rivayet edilmiştir.18 Bununla birlikte Tirmizi bu konuda şöyle demiştir: “Sahabeden, Tabiîn’den ve onlardan sonrakilerden ilim ehli çoğunluğun görüşü imamın arkasında kıraatin okunacağı şeklindedir.”19

f- Rükûya varış ve rükûdan doğruluş tekbirlerinde ellerin kaldırılıp kaldırılmayacağı hususunda da sahabe arasında ihtilaf olmuştur. Buhari “Sahih”indeki rivayetinden başka, “Ref’ul Yedeyn fi’s Salât” adında bir kitap yazmış ve burada 17 sahabiden, ellerin kaldırılacağını rivayet etmiş, keza Tirmizî; İbn-i Ömer, Cabir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Enes, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr ve sahabeden daha başkalarının (ra) bu görüşte olduğunu söylemiştir.20 Bununla birlikte “el Bedâyi”de İbn-i Abbas (ra)’ın, cennetle müjdelenen 10 zatın, iftitah tekbiri dışında ellerini kaldırmadıklarını söylediği belirtilmiştir. Ayrıca İbn-i Mes’ud, Cabir b. Semure, Berâ b. Azib ve Ebu Saîd (ra) de aynı kavil üzeredirler.21

Sahabenin birbirlerine muhalefet ettikleri alan, yalnızca ibadetlerle de sınırlı değildir. Muamelat ve Ferâiz’de de ihtilaf ettikleri bir gerçektir. Ahkam kitapları bunların anlatımıyla dolu olduğu için örnekleri çoğaltarak sözü uzatmayı gereksiz görüyoruz. Zaten yukarıda da değindiğimiz gibi mezheplerin ihtilaf ettikleri bir çok husus, sahabenin o noktalarda ihtilaf etmiş olmasına dayanır! Dolayısıyla, aralarında istisna teşkil edenleri bile hariç tutmadan tüm sultanları baskıcı, despot ve fikir özgürlüğüne karşı ilan ederken sahabeyi de, her şeyi devlet tarafından düzenleyen, muhalif bir ses bulunmayan tekdüze bir tavrın uygulayıcısı olarak takdim etmek, bir çelişki olduğu kadar, fer’i konulardaki ihtilaflar açısından da gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir! Hilafetten saltanata geçişin getirdiği olumsuzlukları anlatmak için bu türlü zorlamalara baş vurmaya gerek yoktur. Ama yazarın asıl meselesi mezhepleri karalamaksa saltanatı bahane etmesinin bir anlamı yoktur! Hele mezhepleri, ümmetin dağınıklığının bir sebebi olarak göstermek, İslam fıkhına vurulan en büyük darbelerden biridir. Çünkü bu ihtilaflar sahabe zamanında bile mevcutken, hatta bizzat Hz. Peygamber (sav), içtihadı teşvik ederek ashabının fer’i konulardaki ihtilafını “rahmet” olarak nitelendirmişken22 ümmetin dağınıklığını bu ihtilaflara bağlamak, gerçekleri tersyüz etmekten başka bir anlam taşımaz!

7- “Fıkıh kitaplarında baskı ve zulüm karşısında müslümanın nasıl bir tutum içinde bulunması gerektiği ile ilgili bahislerin bulunmaması ..” diyerek fıkıh kitaplarına olan vukufiyetini (!) gözler önüne sermektedir yazar. Bu konuda yazara söyleyebileceğimiz tek şey, -örnek olarak hepsi de saltanat dönemlerinde kaleme alınan, İmam Kâsânî’nin “el-Bedâi’us-Senâi’” (7/175/vd.), el-Meydânî’nin “el-Lübab” (4/107 vd.), İmam Merginânî’nin “el-Hidâye” (3/277 vd.), İbn-i Humam’ın “Fethu’l Kadir” (7/299 vd.), Molla Hüsrev’in “Düreru’l Hükkâm” (2/269 vd.) adlı eserlerinde, verdiğimiz cilt ve sayfalarda yer alan “İkrah” bahislerine bir göz atmasıdır. Alimleri, sultanlardan korkarak İslam’ın hükümlerini gizlemekle yahut “..inanç kitaplarında, zalim de olsalar devlet adamlarına itaat etmek gerektiği, 24 saat hükümetsiz kalmaktansa zalim idarecilerin zulmüne karşı direnilmemesi gerektiği ile ilgili bilgilerin yer alması..” diyerek dalkavuklukla suçlayan yazar acaba İbn-i Abidin’in (ve aynı doğrultuda hakkı söylemekte gözünü budaktan sakınmayan yiğit fakihlerin) yaptıklarını yaparak, “Zamanımız sultanına adil diyen kafir olur” diyebilmiş midir? İnanç kitaplarında yer verilen ifadelere gelince, yazara, bunları söylemeden önce hiç olmazsa Buhari ve Müslim’e bir göz atma sorumluluğunu hissetmesi gerektiğini hatırlatırız.

--------------------------------------------------------------------------------

DİPNOTLAR

1 M. Yusuf Musa, “Fıkhî İslam Tarihi”, s.71 vd.

2 Şah Veliyullah Dehlevî, “el-İnsaf”, s.24-25.

3 Kevserî, “Makâlât”, s.133.

4 Abdulgânî en- Nâblusî, “el-Hadîkatü’n Nediyye”, 1/143.

5 İbn-i Kayyım, “İ’lâmu’l Muvakki’în”, 1/176 vd. ayrıca M. Ebu Zehra “Mezhepler Tarihi”, s.62.

6 Kevserî, a.g.e., s.151

7 M. Ebu’l Feth el-Beyanûnî, “Dirâsât fî İhtilâfâti’l Fıkhiyye”, s.13.

8 el-Aclunî, “Keşfu’l Hafâ”, 1/66 vd.

9 el Aclunî, a.g.e., aynı yer.

10 Sabunî, “Ahkam Tefsiri”, 1/33. Buhari’den naklen.

11 Sabunî, a.g.e., 1/34. Buhari ve Müslim’den naklen.

12 Fahruddin er-Râzî, “Mefâtîhu’l Gayb”, 5/85.

13 Kurtubî, “el-Câmi’ li Ahkmi’l Kur’an”, 3/113

14 Sabunî, a.g.e., 1/451. İmam el-Cessas, İbn-i Ömer’den de bu surenin üç gün olarak rivayet edildiğini belirtir. Bkz. “Ahkâmu’l Kur’an”, 3/235.

15 İmam Tahâvî, “Şerhu’l Asâr”, 1129.

16 İbn-i Mes’ud (ra)’ın bu konudaki fetvası ve diğer rivayetler ve asar için bkz. Zeylâ’i, “Nasbu’r Râye”, 2/10 vd.

17 İbn-i Abidin, “Reddu’l Muhtar”, 2/377.

18 A. Davutoğlu, “Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi”, 3/63.

19 el-Beyânunî, a.g.e., s.38.

20 “Tecrid Tercemesi”, 2/699

21 A. Davutoğlu, a.g.e., 1/147.

22 el Aclunî, a.g.e., 1/147.

GİRİŞİM - Ağustos 1989

11 Temmuz 2010 Pazar

Ehl-i Sünnet Âlimleri Birleşiyor

Geçtiğimiz Cuma günü Dâru’l-Hikme İlim Araştırma ve Kültür Derneği mühim bir toplantıya ev sahipliği yaptı.
Bilindiği üzere günümüz dünyasında Şia’nın devleti var: İran… Vehhâbî akımları destekleyen bir devlet var: Suudi Arabistan ve bazı körfez ülkeleri… İbazî mezhebinin devleti Uman… Başta ABD olmak üzere dünya egemenleri ve konjonktürü tarafından desteklenen modernist akımları da göz önüne aldığımızda bugün sadece Ehl-i Sünnet’in devletinin olmadığını söylemek mümkün. Bu yüzden de Sünnî dünyada ciddi bir merciiyet ve otorite krizi yaşanmakta.
Sünni dünyanın yaşadığı bu krizi aşmak için bir grup âlim, sorumluluk yüklenerek “Dünya Ehl-i Sünnet Âlimleri Birliği (DESAB)nin kuruluş çalışmalarını başlattılar.
Mısırlı ilim ve davet adamı Safvet Hicazî ve Muhammed Musa eş-Şerif hocanın sekreterliğini yürüttüğü Dünya Ehl-i Sünnet Âlimleri Birliği (er-Râbitatü’l-Âlemiyye li Ulemâi Ehli’s-Sünne)nin kuruluş aşamasındaki toplantılarından birine de Dâru’l-Hikme ev sahipliği yaptı.
Dünya Ehl-i Sünnet Âlimleri Birliği (DESAB) üyesi âlimler, İstanbul, Fatih’teki Daru’l-Hikme İlim Araştırma ve Kültür Derneği’nde toplandı. haberin devamı burada

4 Temmuz 2010 Pazar

Ölçü 3

"İyiliklere gelince, onları şu üç şeyden birisi boşa çıkarır:

"Birincisi: Allah Teala'ya ortak koşmaktır. Bu konuda, "Her kim imanı inkâr ederse, yaptıkları boşa gitmiştir" buyurmuştur.

"İkincisi: Bir kimsenin, bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, sıla-i rahim yapmak yahut sadece Allah Teala'nın rızasını gözeterek sadaka vermek gibi (güzel) amellerin ardından öfkelendiği zaman veya öfke durumu dışında iyilik yaptığı kimseye, iyiliğini başa kakarak "Seni hürriyetine ben kavuşturmadım mı, seni ziyaret etmedim mi?" diye eza vermesidir. Bu ve benzeri durumlarda o kimsenin sevabı boşa gider. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sadakalarınızı (sadaka verdiğiniz kişiye) başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın." (2/el-Bakara, 264)

"Üçüncüsü ise insanlara riya için amel işlemektir. Çünkü insanlara riya ile yapılan salih ameli Allah Teala kabul etmez. (el-Beyâdî'nin el-Usûlu'l-Münîfi'sinde (125) burada "kendini beğenme" de iyilikleri iptal edici hususlar arasında zikredilmiştir. Ancak elimizdeki el-Âlim ve'l-Müte'allim nüshasında bu ifade mevcut değil.)

"Bunlar dışındaki günahlar ise iyilikleri silip ortadan kaldırmaz."Dr. Ebubekir Sifil

21 Haziran 2010 Pazartesi

Entellektüel obezite / Dr. Ebubekir Sifil

Rivayete göre el-Hasenu'l-Basrî, Efendimiz (s.a.v)'in Ureyneliler'le ilgili uygulamasının Haccac'a nakledilmesini doğru bulmamıştır. Sebebi, Haccac'ın bu uygulamadan hevasına uygun neticeler çıkarmasıdır.1

Bilginin üzerinde her yönüyle özel bir hassasiyet göstererek durmamız gereken bir "emanet" olduğunu dile getiren referanslarımız var. "İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Resulü'nün yalanlanmasını ister misiniz?"2 diyen Hz. Ali (r.a)'ın nasıl bir endişe ile hareket ettiğini anlamak zor değil.

Aynı hassasiyeti Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'da da görmek şaşırtıcı gelmiyor: "Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylersen, şüphesiz bu onların bir kısmı için bir fitne olur."3

Bilgi, kim tarafından, nerede ve ne şekilde kullanılacağına bağlı olarak faydalı olabildiği gibi yıkıcı ve zararlı da olabilir. Bu "yıkıcılık" vasfı sadece o bilgiyi hazmedemeyen hamiliyle ilgili değildir; onun, genel olarak topluma yönelik bir yanı bulunduğu da açıktır. Bu noktada, tarihte ve günümüzde ortaya çıkmış bid'at akımların tamamının bir bilgiye, hem de Kur'an ve Sünnet'ten elde edilmiş bilgiye dayandığını hatırlamakta fayda var.

Bu sebeple İmam Mâlik, sıfat-ı ilahiye konusundaki müteşabih rivayetlerin ve İmam Ebû Yusuf, garib hadislerin uluorta nakledilmesini hoş karşılamazlardı.4

Sahabe'den ve daha sonraki kuşaklardan ilim ve fekahetiyle öne çıkan bu zirve isimlerin bu tutumlarının altında yatan sebep aynıdır: Bilginin "tahrip edici" özelliği. Efendimiz (s.a.v)'in "faydasız bilgi"yi "kendisinden Allah'a sığınılınacak" bir şey olarak gördüğünü anlatan rivayet son derece önemli bir uyarı taşıyor.

Her seviyeden insanın her türlü bilgiyle doğrudan muhatap kılınması, "obezite"ye davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir. Yemek yeme kültürünü kaybetmiş, midesini abur-cuburla doldurmayı "beslenme" zanneden insanları bekleyen son; sağlıksız, tabii halini kaybetmiş, türlü hastalıklara/arızalara düçar olması kaçınılmaz olan bedendir. Bu durum "obezite" olarak isimlendiriliyor. Obezite, "bu beden bu kadar yemeği kaldırmıyor" feryadının beden tarafından haykırılmasından başka bir şey değildir.

Obezite sadece mideye aşırı şekilde yükleme yapmakla ortaya çıkmaz. Kalp ve beyin hazım kapasitesinin üstünde ve abur-cubur bilgiyle doldurulduğu zaman da bir "obezite" durumu ortaya çıkar. İşte bu, "entelektüel obezite"dir. Bu obezite, çağımızda hayli yaygın olmakla birlikte, ancak yakın temas halinde farkına varılabilen bir türdür. Ve o da, tıpkı yanlış beslenme durumunun ortaya çıkardığına benzer bir "hastalık"tır. Aralarındaki fark, birinin mideye, diğerinin kalp ve beyne aşırı yükleme yapılmasıyla ortaya çıkması; birinin bedeni, diğerinin ruhu "hamal"lığa mahkûm etmesi ve nihayet birinin karşıdan görmekle hemen tanınmasına rağmen diğerinin -dediğim gibi- yakın temasla anlaşılabilmesidir. İlk gruba girenlerin -eğer birilerinin sırtından geçinen asalak türünden değillerse- genellikle kendilerinden başka kimseye zararları dokunmaz. İkincilere gelince, hem kendileri bu amansız hastalığın pençesinde kıvranırlar, hem de temasta bulundukları insanlara zarar verirler.

Kimdir bu "entelektüel obezler?" diye soracak olursanız; bunlar, "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar" sınıfına dahil değildir. Bilgileri vardır, ancak sahip oldukları bilgi, yığma duvar gibidir. Rast gele, üst üste yığılmış tuğlalardan müteşekkil bir duvar...

İbn Teymiyye için söylenen bir söz vardır: "Onun ilmi aklından fazlaydı" derler. Elbette burada İbn Teymiyye ile entelektüel obezler arasında, haklarında bu sözün söylenmesi dışında bir ortak nokta yoktur.

Bunların tek özelliği kapasitelerinin üstünde bilgi yüklemesi durumu yaşıyor olmaları değil; onlar aynı zamanda yükleme işi "sistemsiz" yapıldığı için hatırı sayılır ölçüde "kafası karışık" ve "ukala" tiplerdir.

Hz. Peygamber (s.a.v)'den, Sahabe'den ya da bu ümmetin kılavuzu imamlardan bahsederken "asker arkadaşlarından" bahsettiklerini sanırsınız. Bireysel mükellefiyetleri konusunda hemen hiç hassasiyet göstermezler. Bu dinin temel referansları onlar için birer "bilgi nesnesi"nden ibarettir.

Onlar çağın en amansız hastalığına müpteladırlar...

1 İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X, 225.

2 el-Buhârî, "İlim", 49.

3 Müslim, "Mukaddime", 5.

4.İbn Hacer, a..e., aynı yer.

15 Haziran 2010 Salı

Amaç Ambargoyu Kırmaktır / M.Şevket Eygi


''İsrail'e insanî yardım götüren barış filosunun asıl amacı az bir yardımı muhtaç Filistinlilere ulaştırmak değil, İsrailin zâlimâne ambargosunu delmekti.

İslamî kesimden bazıları "Bu iş için İsrail'den izin alınmalıydı" diyorlar.

İsrailden izin almak demek onun Gazze üzerindeki hakimiyetini ve zulmünü kabul etmek, meşrulaştırmak demektir.

Gazze İsrail toprağı değildir.

Gazze İsrail tarafından idare edilmemektedir.

Gazzenin Meclisi vardır, hükümeti vardır, bayrağı vardır.

Orada küçük bir toprak parçası üzerinde bin bir çile ve sıkıntı içinde yaşayan din kardeşlerimize insanî yardım (gıda maddeleri, ilaç, inşaat malzemesi vs) göndermek için niçin İsrailden izin alacakmışız?

Silah ve cephane yardımı yapılacak olsa belki tartışılır ama gıda maddesi konusunda tartışmaya lüzum yoktur.

Hıristiyanlar Gazzelilere acıyor, Siyonist olmayanYahudiler acıyor... Bir kısım Müslümanların acımaması doğru mudur?'' yazının tamamı burada

14 Haziran 2010 Pazartesi

''İslami chat''

''Kangrenleşmeye doğru giden bu problem için kısa ve uzun vadede yapılacak işler var. Özellikle İslamî konularda bilgi edinmek isteyen gençleri "internetten öğrenme" alışkanlığından vaz geçirmek gerekiyor. Esasen "İslamî bilgi" konusunda kimin, kimden/nereden, nasıl ve ne kadar öğrenmesi gerektiği sorusu bana sorarsanız modern dönemde Müslümanların "en önemli" meselesini oluşturuyor. Zira şurası kesin ki, modern dönemde İslam'ı bildiğini sananların yaşadığı zihnî karmaşa ve istikamet sapması, İslam'ı bilmediğini bilenlere oranla kat kat fazla. Bunun için herkesin her türlü bilgiyle birebir muhatap olduğu, herkesin her meseleyi konuşup tartıştığı ortamlar yerine, herkesin kendisi için "gerektiği kadar" ve "doğru" bilgi ile buluşturulduğu ortamlar oluşturulmalıdır. Bu cümleden olarak istikamet ve sahih bilgi sahibi insanların toplumla buluşturulması için gerekli mekanizmanın oluşturulması hayatî önemde. İrşad faaliyeti bir "seferberlik" anlayışı içinde yürütülmelidir.'' Dr. Ebubekir Sifil

7 Haziran 2010 Pazartesi

Hocaefendi'nin açıklamaları

''IHH önderliğindeki "Filistin'e Yardım" girişimine İsrail'in müdahalesi, gerek tarzı, gerekse neticeleri dolayısıyla çok konuşulacak; bu kesin. Bu olayın kısa vadedeki etki ve yankıları yanında uzun vadedeki etki ve yankıları da olacak şüphesiz.

Olay henüz sıcaklığını muhafaza ettiğinden, konu hakkındaki her sözün, her tepkinin "refleksif" bir yanı var. İlk anda gösterilen tepkilerde her zaman "kurgu dışı", "tabii" bir boyut vardır. Dolayısıyla Hocaefendi'nin açıklamasını biraz da bu çerçeveden değerlendirmek gerekir.'' Dr.Ebubekir Sifil yazının tamamı burada

5 Haziran 2010 Cumartesi

Obama ve Fethullah Gülen beyanları !

Katil İsrail'in yardım konvoyundaki malum cinayet ve işkencelerinin ardından ABD başkanı Obama olayı ''trajik bir durum'' olarak yorumlayıp, ''gereksiz can kayıplarının'' olduğundan dem vururken; ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, "İsrail hükümetinden, bu trajik olayın etrafındaki tüm gerçeklere ulaşan ve uluslararası standartlara uyan hızlı, tarafsız, güvenilir ve şeffaf bir soruşturma yürütmesini bekliyoruz." diye konuştu.

Onlar bu kadarını da söylemeyeceklerdi, eğer Türkiye Başbakanı ve Dışişleri bakanı aktif ve cesur olmasalardı..

ABD'de yaşayan biri daha var ve önemsediği olaylarda konuşur..Hocaefendi derler kendisine..Ne hoca..!

Fethullah Gülen'in, Müslümanları şaşkına çeviren sözleri Obama yada Clinton'dan farklı değildi çünkü..

Gülen,Wall Street Journal'e : ''Gördüğüm şeyler hoş değil. Çirkin şeylerdi..diyerek başladığı konuşmasına,"İHH İnsani Yardım Vakfı" gemisinin İsrail'den izin alması gerektiğini..Otoriteye karşı gelinmemesini..İsrail'den izin alınması gerektiğini..'' söyleyebildi.

Zaman gazetesi her ne kadar Fethullah'ın çirkin beyanatını zorlama yorumlarla/te'villerle duyursa da, herkes gördü ki, Fethullah ile Obama'nın beyanları arasında fark yok!

Acaba gördüğüm şeyler hoş değildi derken, gemideki can pazarında ellerine sopa alan çaresiz Müslümanları mı kasdediyordu, ben bir tek burasını anlayamadım..

Ya otorite..!?

Müslüman Filistin topraklarını zorla gaspederek orada gayr-i meşru devletini ilan eden İsrail çetesi mi otorite?

Uluslararası sularda 19 yaşındaki Furkan'ın nur yüzüne 1 metreden kurşunları acımasızca sıkan; 9 kişiyi şehid eden, insanları yaralayıp saatlerce işkenceye tabi tutan İslam ve insanlık düşmanı İsrail mi otorite?

Yıllardır mazlum Filistin halkının en temel ihtiyaçlarına ambargo koyup, bebekleri ilaçsızlıktan öldüren, anaları ağlatan Şabra ve Şatilla katliamlarını yapan, düşmanımız PKK'yı eğiten/besleyen İsrail mi otorite..?

Fıkhı dönemsel ve değişmesi gereken, Kur'an ayetlerinin bazılarını sırf kafirlere şirin gözükmek için ''tarihsel'' olarak yorumlayabilen bu Fethullah'ın kalbinde İslam düşmanlarına nefret kalmamış herhalde..Diyalog yapa yapa; kafirlere sevecen davrana davrana; İslam'ın emrettiği ''Allah (cc) için sevmek ve Allah (cc) için nefret etmek'' kalbi durumu, kendisinde dumura mı uğramıştır?

Almanya'da bir protestan kilisesinin yapımında yüklü miktarda yardım yaptığı iddiasını ;ADL (Anti Difamation League) adlı Yahudi örgütü, Gülen'in bir kitabını ABD'de İngilizce olarak yayınlatacağını açıkladığında da yalanlamayan; "Kadınların başlarını örtmesi iman meselesi ölçüsünde önem arz etmez.'' diyerek İmam Hatip karşıtlarını sevindiren Fethullah'ın bugün İsrail çetesinden yana tavır almasına Türkiye'de bazı kesimler şaşırmış olsa da, ben hiç şaşırmadım!

Kadir Mısıroğlu'nun 6 haziran 2010 TvNet'de Fethullah'ın yahudiden yana tavrı sorulduğunda: ''Müslüman böyle konuşmaz, yazıklar olsun'' mealinde konuşmuş, ben daha sonra internetten izledim ve çok okunanlar bölümüne videosunu ekledim.

Barteleomus'lara hoşgörü ile el uzatan, bu el uzatışı kendi gazeteleri Zaman'da "Hep Böyle, el ele ! " diye övülen ve bu papazlara "Patrik HAZRETLERİ " diyebilen bir isim Fethullah..

İsrail, Gazze için kendisinden izin istendiğinde asla izin vermediği gibi, Mısır zalim yönetimine de Refah sınır kapısını açmaması için baskı yaptığını Fethullah bilmiyor mu? Yardımda ısrar edenleri de kendi limanına yanaştırıp, yardımları eleyerek ve azaltarak kardeşlerimize veriyor, yani tamamını değil..

Erbakan'a mesafe koyan, Demirel ve Baykal ile iyi ilişkiler kuran bu Fethullah, böylelikle cürümlerine Vatikan papazına dostluktan sonra, İsrail avukatlığını da eklemiş oldu!

3 Haziran 2010 Perşembe

İsrail ile yapılmış anlaşmalar

''Bu projelerden en önemlilerden biri 54 adet F-4 savaş uçağının modernizasyonu. Bu projenin maliyeti 1 milyar doları aştı. 170 adet M60 tankının modernizasyonu 650 milyon dolara yapıldı. 10 İnsansız Hava Aracı Heron 188 milyon dolara İsrail'den alındı. F-4 uçaklarının hareket eden cisimleri algılamasını sağlayan Sentetik Açıklıklı Radar (SAR) sistemleri, 160 milyon dolara İsrail'e verildi. F-4 ve F-16 uçaklarından alınan görüntülerin yere indirilmesini sağlayan Datalink 16 projesini 120 milyon dolara İsrail yine kazandı. Mayına karşı korumalı “Yürüyen Kale” kara araçları ihalesini Türk BMC firması aldı. Araç, İsrail Hatehof firmasının Navigator aracı temel alınarak geliştiriliyor.'' Kaynak Haber Vaktim

31 Mayıs 2010 Pazartesi

İsrail ürünlerinden bazıları

Prima çocuk bezi,
İpana diş macunu,
Orkid,
Ariel deterjan,
Ace deterjan,
Alo deterjan,
Fairy bulaşık sabunu,

Oral B

Braun,
Pantene şampuan
Rejoice şampuan,
Head & Secoulders şampuan,
Koleston saç boyası
Olay cilt bakım kremi,
Max factor makyaj ürünü,
Duracell pil
Gillette traş bıçağı

Ümmet

''Felç olmuş, reflekslerini kaybetmiş bir insanın iyileşme sürecinde kendi bedenini adeta yeniden keşf etmesi gibi, İslam Ümmeti de kendisini yeniden fark ediyor. İmkânlarını, zaaflarını, güzelliklerini ve arızalarını değerlendirme iradesini fark ediyor.'' Dr. Ebubekir Sifil

İsrail..!


''İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun..'' (El Maide: 82 )

İHH'nın başka din ve milletlerle düzenlediği;
''Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım''eyleminde; katil İsrail 6 gemilik yardım filosuna bu gece sabaha karşı beklenen müdahalesini yaparak, ilk haberlere göre en az 2 kişiyi (muhtemelen Müslüman) şehid etti ve 30'dan fazla yaralı var..! Ölülerin artacağını sanıyorum. Gemilerde müthiş bir terör estirildiğini düşünüyorum.

Gemileri, uluslararası sularda müdahale ettiği yetmiyormuş gibi; yine vampir ruhuyla insan kanı akıtmaktan çekinmeksizin Hayfa limanına eziyete devam etmek için götürdüğü haberini TvNet'den büyük üzüntü ile görüyor ve İsrail'e; siyonizme binler lanetler ediyoruz..

İsrail bir şey yapamaz diye dün akşam yorumlar yapıldığı zaman, aynı fikirde değildim. Zira vahşi yahudi biliyorki, hepsini batırsa; kınama dışında kimse başka bir şey yapamaz ve günler içinde olay diğerleri gibi etkisini yitirir ve unutulur..
Bu noktada, Türkiye hükümetinin büyük bir aymazlığı, gafleti söz konusudur. Biliniyorduki, İsrail öldürmeyi sever ve gemilere müdahale edeceğini ilan etmişti..Neden, deniz kuvvetlerimizle, hava kuvvetlerimiz yardım filosuna eşlik etmediler? Şimdi o kınamalar, ölenleri geri getiremeyecek (şehidlik ve kader meselesi başka) ve yaptıkları/küstahlıkları vampirlerin yanına kar olarak kalacaktır.

Mısır'ın satılmış yönetimi kendi sınırından Filistine yardımı engellediği için, gemi yolu seçilmişti.
Filistin'de kahramanca ve cesurca yıllardır mukaddes toprakları bekleyen kardeşlerimizin acısı, çektikleri bu olayla bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu.

Müslümanlar birleşmedikçe bu zillet devam edecektir.
Başta Türkiye hükümeti olmak üzere, tüm İslam dünyası; İsrail ile ne kadar ikili anlaşma varsa iptal etmeli; elçilerini geri çekmeli ve İsrail elçiliklerini ülkelerinden defetmelidirler.

Aslında bu bile yetmez. Ta başından wan minute'nin intikamı peşinde olan İsrail ikaz edilmeli, bir kişinin burnunun kanamasının savaş sebebi sayılacağı ilan edilmeliydi.

İnşaallah bu İsrail'in batışının başlangıcı olur.

25 Mayıs 2010 Salı

Necip Fazıl'a vefasızlık günü..

Bugün büyük şair ve düşünce adamı rahmetli Necip Fazıl Kısakürek üstadın öteye geçişinin 27. yıldönümü..

İslami camianın yazar-çizerlerine, gazetelere baktım..

Fena fil politika olmuş ve İslami derinliği kaybetmiş beyler yine CHP ve yeni/ eski başkanlarını konu etmeye ara verip de; Türkiye Müslümanları üzerinde büyük emek sahibi Necip Fazıl merhuma bir günlüğüne köşelerini ayıramamışlar..!

Çok yazık, bu ne vefasızlık..

Vefatında, gasli esnasında hala gözünden şıpır şıpır yaşlar akıtan bu güzel insandan bahsetmeyi unutmak kadirşinaslıkla bağdaşır mı?

Eyüp Sultan'dan Piyer Loti'ye çıkarken, mezarlığın solda kalan kısmında meftun bulunan üstadı ziyaretlerimden birinde kendisine hitaben :
- Üstadım, Allah (cc) izin verirse rüyama gelir misiniz, demiştim.

Üçüncü gece kendisini çok güzel bir halde, namaz kıldırmak üzere önümüze geçerken görmüş ve çok mutlu olmuştum..

Bir defasında Büyük Doğu yayınlarına uğradığımda, muhterem oğlu Mehmet bey'in, dışardaki satış elemanı ile konuşmama kulak misafiri olup, bana çay ikramı sırasında kendisine: Zindandan Mehmed'e mektup vardı, ''öteden'' de Mehmed'e mektup var mı, diye sorduğumda:

- Olmaz olur mu, sıklıkla rüyama gelir; yanlışım olursa beni ikaz eder (babam) demişti.

Günümüz gençliğinin üstadın eserlerini mutlaka okumaları gerekir.

O, büyük bir aksiyon ve dava adamı; ehl-i sünnet yolunun sadık savunucusu güzel insan, yüreğinde küfür düzenlerine ''öfke ve hınç''la ve Allah dostlarına muhabbetle göçtü bu sefil dünyadan.

Geride boynu bükük üç-beş karanfil yerine; boynu bükük sevenler bırakarak..

O sevenlerin pek çoğu vefayı unutmuş olsalar bile..

Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
'İyi insanlar iyi atlara binip gitti.' (1973) NFK