9 Mayıs 2011 Pazartesi

Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı'nın ''Yeni Bir Anlayışın Işığında Kurân Tefsiri'' Adlı Eseri Üzerine/ Taha Hakan Alp

Tefsir yazmak Cenâb-ı Allah’ın murâdını açıklamak demektir. Bir bakıma Allah adına konuşmak anlamına gelir ve son derece mesuliyetli bir iştir. Bu sebeple eski âlimler diğer alanlarda genç yaşlarda eser yazdıkları halde, eğer tefsir yazacaklarsa bunu ekseriya ömürlerinin sonlarına bırakır, bütün ilimlerde ihata kesp ettikten sonra ancak Allah’ın ayetlerini açıklama cesareti gösterirlerdi. Modern zamanlarda ne yazık ki bu hassasiyet kalmamıştır. Artık İslamî düşünüş biçimini topluma açmak isteyen hemen her ilim ve düşünce adamı ilk iş olarak açıklamalı meal veya Kur’ân sözlüğü gibi Kur’ân-ı Kerim üzerine bir şeyler yazmayı deniyor. Şahsî fikirlerini Allah’ın kelamı üzerinden deklare etmek halk üzerinde daha etkili bir yoldur. Tabi meselenin ticarî boyutu da var. Maalesef Türkiye’de “Kur’ân İslamı” söyleminin büyüsüne kapılan kesimin meal talebi, yayınevleri için iştah kabartıcı boyutlardadır.
Son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında boy gösteren Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın tefsiri de ilginç ve iddialı yorumlarıyla toplumda hayli yankı uyandırdı. Çevremizden birçok kimsenin Bayraklı’nın tefsiri hakkındaki sorularına muhatap olduk. Allah’ın kelamını en doğru şekliyle anlama azminde olan müminin tefsir ve diğer dinî kitaplar hakkında ihtiyatlı olması son derece isabetli bir tutumdur. Tabi bu durum bize de önemli sorumluluklar yüklüyor. Bir eseri gereği gibi incelemeden hakkında olumlu ya da olumsuz bir fikir beyanında bulunmak doğru olmayacağından Bayraklı’nın tefsirinin bir nüshasını temin ederek eseri incelemeye başladık. Bir grup arkadaş bir yandan tefsiri inceliyor, bir yandan da göze çarpan sorunlu hususları not alıyorduk. İnceledikçe Bayraktar beyin lüzumsuz ve mesnetsiz yorumlarından bezginlik geldi. Sonuçta, bir kelime üzerine fındık kabuğunu doldurmayan ve çoğu tutarsız, yığınla laf u güzafla boşa vakit harcamak yerine, modern dönem tefsir yazarları için adeta karın ağrısı haline gelmiş bazı konuları esas alarak tefsiri değerlendirmeyi daha doğru bulduk. Bunun üzerine yazarın, münhasıran nesh, recm, mucize ve nüzul-i İsa gibi konuların irtibatlı olduğu ayetler hakkındaki görüş ve yorumlarına yoğunlaşmaya karar verdik. Bu makale, Bayraklı'nın bu ve benzeri spesifik konulardaki yaklaşımlarını incelerken aldığımız notlardan bir bölümünü kamuoyuyla paylaşmak düşüncesiyle kaleme alındı.
“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kurân Tefsiri” gerçek anlamıyla bir tefsir midir?
Hem bu soruya verilecek cevaba bir giriş olarak hem de Bayraktar Bayraklı’nın tefsiriyle ilgili tahlillerimizin zemin ve çerçevesi hakkında okuyucuya ön bilgi olarak tefsir kelimesinin kavramsal yapısıyla ilgili kısa bir açıklama yapmamız yerinde olur. Kaynaklarda tefsir kavramıyla ilgili zikredilen tariflerin genelinden anlaşıldığına göre bu kelime, ayetlerin, literal verilere dayalı olarak zahir anlamlarının açıklanması ve bu yolla murâd-ı ilâhînin tespitine çalışılması anlamına gelir[1]. Murâd-ı ilâhîyi tespit amacına matuf olması bakımından tefsir, ancak Peygamberimiz, Sahâbe ve Tabiîn müfessirlerinden nakledilen verilerden hareketle yapılır. Bu bakımdan ayetleri tefsir ederken elde ayet, hadis, sahabe veya tabiin görüşü gibi literal veriler bulunması zorunludur. Bunun yanında kelimelerin zahir ve muhtemel anlam çerçevesini aşmamak için Arap dilinin teârufunu/yaygın kullanımını dikkate almak gerekir. Şu halde muteber delile dayanmayan veya Arap dilinin teârufunu zorlayan ayet yorumları tefsir olarak değerlendirilemez. Bu tür yorumlar, sahibinin, murâd-ı ilâhîyi keşfetmekten çok Kur’ân’a bir şey söyletme çabasını yansıtır.
Şimdi bu kavramsal arka plandan sonra Bayraktar beyin tefsirini incelediğimizde onun tefsirinin kavramsal anlamıyla bir “tefsir” olmadığını, belki Bayraktar beyin ayetler hakkındaki şahsî yorumları olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Ayet tefsiri ile ayet yorumu arasında önemli kavramsal bir fark olduğunu düşünüyoruz. Zira tefsir, belli usul ve kaideler muvacehesinde hareket etmek kaydıyla, menkûl/me’sûr verilere paralel olarak yapılır. Ve murâd-ı ilâhîyi tespit gayesine matuf olduğundan ancak derin bir takva hissiyatı içinde gerçekleşir. Bunun mukabili günümüzde yaygın olarak kullanılan “yorum” kelimesidir ve belli bir yönteme bağlı ilmî izahlardan çok, sıradan ve sübjektif açıklamaları da içine alacak geniş bir kaplama sahiptir. Tefsirde olduğu gibi kendisini hem besleyen hem de kontrol eden tarihî arka planı da yoktur. Bu bakımdan yorum adı altında kuru spekülasyonlarla ayetlerin çarpıtılması vakıasına pek sık rastlanır.
Bayraktar beyin ayetlere getirdiği açıklamaları tefsirden çok birer yorum olarak değerlendirmekle kendisine haksızlık ettiğimizi düşünenler için söylüyoruz: Bayraktar bey, ayetleri açıklarken zaman zaman konuyla ilgili başka ayetlerden yararlansa da, ne Resulullah Efendimizin hadislerine ne Sahabe ve Tabiîn’in görüşlerine itibar etmediğinden hadis ve âsâr birikiminden neredeyse hiç faydalanmadığını söylemek herhalde abartı sayılmaz. Hatta faydalanmak şöyle dursun, ayetlere önemli açılımlar getiren bazı sahih ve mütevatir hadisleri dahi, ayetten çıkarmak istediği anlamla örtüşmediğinden uydurma olmakla itham etmiştir.
Sözgelimi yazar, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasıyla ilgili ayetleri açıklarken nüzûl-i İsa konusunda vârid olan onlarca sahih hadisin bir çırpıda uydurma olduğunu söyleyebilmiştir. (c. 4, s. 135-139) Bunu söylerken, iddiasını desteklemek maksadıyla da olsa, mevcut hadislerin hiçbiri üzerinde ne senet ne de metin kritiği yapma ihtiyacı hissetmemiş, adeta dediğim dedik, çaldığım düdük mantığıyla sorumsuzca bir tavır sergilemiştir. Böylece yazar, mezkûr ayetleri sahih hadislere göre anlamak yerine, hadislere rağmen anlamaya kalkışmıştır. Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu lakayt tutum nedeniyledir ki, Bayraktar beyin yaptığı işi bir tefsir olarak görmüyoruz. Bu kısa açıklamadan sonra tefsirle ilgili değerlendirmemize geçebiliriz.
“Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri”ndeki sorunlar
Bayraktar beyin tefsirini incelerken karşılaştığımız ana sorunları metot, kaynak, tasavvur ve dil sorunu olmak üzere dört başlıkta özetleyebiliriz.
a) Metot sorunu
Tefsirde göze batan ilk sorun metot sorunudur. Bayraklı, ayetleri neye göre açıklamıştır, takip ettiği belli bir yöntem var mıdır, yoksa bütün söyledikleri birer spekülasyon mudur, doğrusu yazar bu konuda okuyucuya güven vermiyor. Yazarın önsözde takip ettiği metot hakkında verdiği bilgiler gerçekçi değildir. Dört başı mamur bir Kur’ân tefsiri için yeterli olmamakla birlikte yazar, bunların bile hakkını verememiş, tefsirin ilerleyen bölümlerinde önsözü okuyup heyecanlanan okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmıştır. Sözgelimi yazar önsözde ayeti ayetle açıklama metoduna bağlı kaldığını ifade etmesine rağmen (c. 1, s. 61) ön kabullerine uymayan konularla ilgili ayetlerde bu metodu hiç hatırlamamış, ayetleri bir bütün olarak anlamak yerine parçacı bir yaklaşımı tercih etmiştir. Çoğunlukla ayetler arasında âmm-hâs, mutlak-mukayyed, mücmel-müfesser, muhkem-müteşabih dengesini kuramadığından ayetlerdeki anlam örgüsünü çözememiştir.
Bunu bir örnekle somutlaştırmak için Bayraklı’nın Nisâ 7, 11, ve 32. ayetlere getirdiği yorumları birlikte inceleyelim. Sırasıyla bu ayetlerin mealleri şöyledir: “Anne-baba ve en yakınların bıraktıklarından erkeklere pay vardır. Kadınlara da anne-baba ve en yakınların bıraktıklarının azından da çoğundan da farz kılınmış pay vardır.” (Nisâ, 7), “Allah sizlere, miras taksiminde çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı verilmesini emrediyor.” (Nisâ, 11), “Bir de Allah'ın bazınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri istemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisâ, 32)
Görüldüğü gibi birinci ayette sadece, erkeklerin ve kadınların mirastan mutlak olarak pay sahibi oldukları bildirilmiş ve fakat bu pay açıklanmamıştır. Şu halde bu ayet payların miktarı konusunda mücmeldir. İkinci ayet bu ayetin bıraktığı noktadan devam ederek erkekle kadının paylarını açıklayıp bir yandan birinci ayetin mücmel tarafını tefsir ederken diğer yandan meseleye son noktayı koymaktadır. Şu halde ikinci ayet kadının payının erkeğin payının yarısı olduğunu bildirir. Son ayete gelince Bayraktar beyin bu ayeti erkekle kadının miras paylarını bildiren ayetler grubuna dahil etmesi pek sağlıklı görünmemektedir. Öyle görünüyor ki, yazar bu ayeti, birinci ayetten çıkarmak istediği “eşit miras” anlayışına yakın bulduğu için anılan kategoriye sokmak istemiştir. Zira sahabe ve tabiînden nakledilen tefsirler ekseriyetle bu ayette geçen payların fazilet ve sevap gibi uhrevî boyutu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki mezkûr ayeti mirasla alakalı gören azınlık selef müfessirleri de anılan payları yazarın anladığı gibi anlamamışlardır. Bu ayette kadına nispet edilen payı, Nisâ 11. ayette bildirildiği üzere erkeğin payının yarısı olacak şekilde tefsir etmişlerdir[2].
Bayraklı’nın yorumlarına bakılacak olursa o, anılan ayetleri miras paylaşımına farklı düzenlemeler getiren birbirinden bağımsız ayetler olarak görmüştür. Ona göre, birinci ve üçüncü ayetler erkekle kadınının paylarının eşit olduğunu, ikinci ayet erkeğin payının kadının payından iki kat fazla olduğunu göstermektedir. Bayraklı’ya göre, erkeğin çalışıp kazanması mevzubahis olduğunda ikinci ayet esas alınmalı ve erkeğe kadının iki katı pay verilmelidir. Kadının da erkek gibi çalışıp kazanması söz konusu olduğunda ise birinci ve üçüncü ayetler esas alınarak kadına da erkeğin payına eşit pay verilmelidir. (c. 5, s. 53, 54)
Hakikat şu ki, Bayraklı, hadis ve âsâr birikimden şükran duygularıyla faydalanıp makul izahlarda bulunmak yerine “orijinal düşünceler” uğruna ayetleri çarpıtmıştır. Bir defa birinci ayette kadınla erkeğin paylarının eşit paylar olduğuna dair hiçbir beyan yoktur. Konunun başında da belirttiğimiz gibi, birinci ayet herhangi bir miktar belirlemesi yapmadan sadece kadınların miras payına sahip olduğunu göstermektedir. Asıl payların açıklaması ikinci ayete bırakılmıştır. Burada Bayraktar Bey, büyük ihtimalle ayette geçen “nasîbün” kelimesinin Türkçe meallerdeki karşılığı olan “bir pay” ifadesini çarpıtarak erkeğe de kadına da birer pay verildiği sonucunu çıkarmıştır. Oysa burada geçen “bir”in, “iki”nin yarısı anlamında rakamsal bir çağrışımı bulunmamaktadır. Buradaki bir, şairin "kalbim bir çiçektir, gündüzler ölgün" dediği gibi, Türkçe’de belirsizlik ifadesi olarak sıkça kullanılan “bir” kelimesidir[3].
Bunun yanında yazar neshi inkâr eden biri olarak müteârız ayetler karşısında da epey bocalamıştır. Bu gibi yerlerde yazar, murâd-ı ilâhîyi tespitten çok ayetleri kendi düşüncesiyle örtüştürmenin kaygısıyla hareket etmiştir. Bu konuya bir misal olması için yazarın, kocası ölen kadının iddetini bildiren şu iki ayetle alakalı yorumlarına bakalım. Söz konusu ayetler mealleriyle şöyledir: “İçinizden hanımlarını geride bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler.” (Bakara, 240), “İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.” (Bakara, 234)
Görüldüğü gibi birinci ayette kocası ölen kadının iddeti bir sene olarak bildirildiği halde bu süre ikinci ayette dört ay on gün olarak ifade edilmiştir. Müfessirler ikinci ayetin birinci ayeti nesh ettiğini kabul etmiş ve kocaları ölen ve hamile olmayan kadınların iddetinin dört ay on gün olduğunu bildirmişlerdir. Bayraklı neshi inkâr eden biri olarak, çelişkiye düşmek pahasına da olsa, bu ayetlerin her birini ayrı ayrı ele almıştır. Kendi ifadeleriyle Bayraklı’nın ayetlerden çıkardığı sonuç şöyledir: “Görüldüğü gibi Kur'an, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanımaktadır: İsterse dört ay on gün sonra, gebe ise doğum yaptıktan sonra yeniden evle­nir; isterse de ölen kocasının vasiyeti ile bir yıl daha kocasının evinde kaldıktan sonra evlenebilir.” (c. 3, s. 179-180) Bir defa ayetlerden, ucu açık ve kimin neye göre hareket edeceği tam olarak belli olmayan sonuçlar çıkarmak tefsir yazmanın amacına aykırıdır. Ayrıca yazar burada birbirlerine aykırı hükümler ihtiva eden söz konusu iki ayeti, sırf neshi iltizam etmemek için böyle muğlâk beyanlarla geçiştirmek zorunda kalmıştır. Bayraklı, kocası ölen kadına iki tercih hakkı tanındığını ilgili ayetlerin neredesinden çıkarıyor, anlamış değiliz. Söz konusu iki ayet de belli hükümler getiren normatif bir üslubu haizdir. Bu gibi ayetlerde geçen ihbar cümlelerinin inşaî karakter arz ettiği hususu teşrî dilini bilenlere gizli değildir. Bunun dışında Bayraklı’nın yorumunun tekabül ettiği bir pratik gerçeklik de söz konusu değildir. Hangi kadın dört ay on gün ile bir yıl iddet beklemek arasında tercih hakkına sahip kılınsa bir yıl beklemeyi tercih eder?!
Metot sorunuyla alakalı olarak Bayraklı’nın kelimeleri anlamlandırırken dikkatimizi çeken ilginç semantik anlayışına da temas etmemiz gerekir. Bayraklı, gerek sözlükte gerekse Kur’ân’da bir kelime şöyle ya da böyle hangi anlamlarda kullanılmışsa bunların hepsini aynı kelimeye uygulamaya kalkarak ciddi anlam kargaşasına yol açmaktadır. Bu yaklaşım kendi ifadesiyle “orijinal şeyler üretmek” olarak görülse de, hakikatte Kur’ân kelimelerine yapılan bir işkencedir. Sözgelimi içinde “talak” lafzı geçen bir ayeti tefsir ederken bu kelimenin Kur’ân’da boşamak, öne atılmak, yola koyulmak, gitmek veya kekeleşmek manalarında kullanıldığını söyleyen Bayraklı, bakın bütün bu manaları boşama ayetine nasıl uygulamaktadır: “Bütün bu manaları “talak/boşama” konusuna bağlayarak şöyle izah edebiliriz: Eşlerden biri, özellikle erkek 'öne atılarak' nikah bağını çözmeye çalışmakta ve bu uğurda yapılacakları yapmak için 'yola çıkmakta' ve böylece 'aile bağını' hukuka 'dolamaktadır'. 'Dilin dolaşması' gibi karı-koca arasındaki iletişimin de dolaşması, yani kopması söz konusu olduğu için boşama yoluna gidilmektedir. Dili kekemeleşen Hz. Musa'nın göğsünün daralması gibi, karı-koca arasında da iletişimin bozulması, göğüslerinin daralmasına sebep olmakta ve buna bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktadırlar. Onun için yapılacak bu işe talak adı verilmiştir. (c.3, s.141)
T-l-k kökünden gelen bütün kelimeleri toplayıp üzerine boca ettiği talak kavramına kimsenin aklına gelmeyecek bir imge yüklemeye çalışan Bayraklı’ya birinin kırdığı çanakları söylemesi gerekiyor. Kendilerine “t-l-k” kökünün kekeleşme anlamında kullanıldığına dair delil olarak getirdiği ‘la yentaliku lisâni’ (Şuarâ, 13) ayetinde yer alan ‘yentaliku’ kelimesini yanlış anladığını hatırlatmak isteriz. Bu kelime “kekeleşme” değil aksine fasih ve güzel konuşmak anlamına gelir. Ve Arap dilinde fasih ve güzel konuşan kişi için talîku’l-lisan denir. Ayette bu kelimenin Hz. Musa’nın kekeleşmesi için kullanılması, önüne eklenen olumsuzluk edatı “lâ” sebebiyle olumsuz haliyle kullanılmış olmasındandır. Yoksa kelimede kekeleşmek diye bir anlam asla söz konusu değildir.
b) Kaynak sorunu
Bayraktar beyin tefsirinin önemli bir eksikliği kaynak fakiri olmasıdır. Tefsirin ne klasik ne de modern zengin bir bibliyografyası olmadığını her okuyucu fark eder. Klasik kaynaklar içinde müellif ağırlıklı olarak Beyzâvî, Nesefî, Hâzin ve Fahrurrazî’den yararlanmıştır. Yazarın Fahrurrâzî'den istifadesi ağırlıklı olarak Mutezile'nin ayetlere getirdiği aykırı yorumları tespit edip bunları, kendisine ait orijinal birer yorum gibi sunmak içindir. Bilindiği gibi anılan tefsirler rivayet tefsiri değildir. Ve özellikle son iki tefsir birer kelamî tefsirdir. Doğrudan ve yalın haliyle murâd-ı ilahîyi anlamaya yönelik açıklamalardan çok, ayetlerle ilgili kelamî yorumları ihtiva eden ihtisas kaynaklarıdır. Taberî ve İbn-i Kesîr gibi rivayet tefsirlerinden; el-Ferrâ’nın Me‘âni’l-Kur’ân’ı ve Ebu Hayyan’ın el-Bahru’l-Muhît’i gibi lügavî tefsirlerden istiğna ile kayda değer bir tefsir faaliyetinin gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Ayrıca yazarın ahkâm ayetleriyle alakalı olarak el-Cessâs, İbnü’l-Arabî ve el-Kurtubî gibi fakihlerin ahkâm tefsirlerinden faydalanmamış olması da bu ayetlerle ilgili açıklamalarının çok naîf olması sonucunu doğurmuştur.
Modern kaynaklar konusunda da tefsirin ciddi kaynak kıtlığı sorunu vardır. Bu bapta yazar genelde, Elmalılı, Süleyman Ateş ve Muhammed Esed’in meal ve tefsirlerinden yararlanmıştır. “Yeni bir anlayışın ışığında Kurân tefsiri” diye takdim edilen bu tefsirin yeni kaynaklar konusunda fakirlik çekmesi müellifin bu çabasının arkasında ilmî gayelerden öte medyatik ve sansasyonel amaçların yattığının bir göstergesi olarak da okunabilir. Aslında Bayraklı’nın önsözdeki şu ifadelerini hatırlayınca kaynak kıtlığı konusundaki mazuriyetini teslim etmek gerekiyor: “Söylenmişi tekrarlamamak ve bu zamana kadar yapılanları taklit etmemek suretiyle orijinal yorumlar yapma gayretinde olduk. Çünkü orijinal şeyler üretmek, Kur'an tefsirinde bizim sevdamız ve tutkumuzdur.” (c. 1, s. 63) "Orijinal şeyler üretme sevdası"nda olan bir yazarın kaynakla ne işi olur ki?
Bayraktar Bayraklı’nın önemli bir kaynak sorunu olarak onun hadis ve âsâr’dan faydalanmaması da tefsir adına büyük bir talihsizliktir. Bayraklı ayetleri tefsir ederken ne Peygamber Efendimiz’den nakledilen hadislerden ne de Sahabe veya Tabiîn’den nakledilen âsar’dan faydalanmıştır. Bu bakımdan tefsirin rivayet boyutu oldukça zayıftır. Ayrıca yazar, Kur’ân’ın nüzul dönemi itibarıyla kelimelerin lügavî ve örfî manalarını tespit için erken dönem lügat ve edebiyat kaynaklarından yararlanmış da değildir. Bu yönüyle yazarın ayetlere getirdiği açıklamaların Arap dilinin doğasına yabancı kaldığına çok defa şahit olmuşuzdur. Mesela Hz. Meryem’e Hz. İsa’nın ruhunun üflenmesiyle ilgili ayetlerden birinde Hz. Meryem’e işaret eden zamir müzekker/eril kalıbında, diğerinde ise müennes/dişil kalıbında gelmiştir[4]. Arap dilinde zamirler çok yönlü kullanılmakla esneklik arz eder. Zaman zaman kelimenin farklı boyutları göz önünde bulundurularak müzekker kelimelere müennes zamir, müennes kelimelere de müzekker zamir gönderilmesi bu dilde garip karşılanan bir durum değildir. Nitekim anılan vakıayı anlatan ayetlerin birinde müennes kalıbında olan zamir Hz. Meryem’in bizzat kendisine, müzekker kalıbında olan zamir ise bir kelime öncesinde geçen Hz. Meryem’in fercine/ceybine (gerdan) işaret etmektedir[5]. Ferc kelimesi müzekker olduğu için ona râci zamir de müzekker olmuştur. Bu mesele hemen her klasik Arapça öğrencisinin fark edebileceği kadar basit bir meseledir. Ne var ki Bayraktar bey bu nükteyi kavrayamamış; tarihî bir keşfin arifesindeki mûcid heyecanıyla buradan akıllara ziyan bir çıkarımda bulunmuştur. Bayraktar beye göre Hz. Meryem, bitkilerden fındık ve cevizde, hayvanlardan solucanlarda olduğu gibi hem erkeklik hem de dişilik mekanizmasına sahip garip bir yaratıktır. Ona göre Hz. Meryem’e işaret eden zamirlerden müzekker olanı onun erkek kişiliğini, müennes olanı da onun kadın kişiliğini ortaya koymaktadır. Böylece Hz. Meryem Hz. İsa’nın hem annesi hem de babası olmuştur. (c. 12, s. 514-515)
Aslında bu ve benzeri ayetlerde Bayraklı’nın mucizelere yaklaşımını da görmek mümkündür. Hz. İsa’nın anne rahmine düşmesi başlı başına bir mucizedir. Bayraklı bu gibi mucizeleri olağan hallere indirgemek için hemen her yolu dener; modern bilimde kıyısından köşesinden konuyu ilişkilendirebileceği en ufak bir teoriye bel bağlar, mucizeyi olağan fizikî sürece indirger. Görünüşte Bayraktar Bayraklı mucizeleri inkâr etmiş olmuyor ama mucizeyi olağanlaştırmakla içini boşaltmış oluyor.
Bayraklı’nın mucizelere bir mümin saflığında bakmadığı hususunu teyiden onun mucizelerle ilgili ayetleri müteşabih kabul ettiği yönündeki görüşüne temas etmeliyiz. Bayraklı’nın bu konudaki görüşlerini bizzat kendi ifadelerinden okuyalım: “Peygamberlerin mucizelerini anlatan ayetler, yapı itibariyle müteşabih de­ğillerdir, ama konu itibariyle müteşabih alana girmektedirler. (Kitaptan bir bilgisi olan kimse ise, "Gö­zünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi). [Neml/40] Ayetin manası müteşabih değildir, ama Belkıs'ın tahtının göz açıp-kapayıncaya kadar uzun bir mekândan getirilmesi mahiyet itibariyle müteşabihtir. Günümüzde ses ve resim nakledilmektedir; istikbalde maddenin ışınlanma yoluyla nakli gerçekleşirse, bu ayetin konusu müteşabihlikten çıkıp muhke­me dönüşür.” (Bkz., c. 3, s. 491) Burada da Bayraklı’nın mucizelere mesafeli yaklaştığını görmek mümkündür. Zira mucizeleri anlatan ayetlerin konusu itibarıyla müteşabihattan kabul edilmesi, onların içeriğinin bilinemeyeceği anlamına gelir. Bu ise mucizeleri olağanüstü haller olarak tarif eden ve mucizelere bu haliyle kayıtsız-şartsız teslimiyeti ilke edinen Ehl-i Sünnetin duruşuyla örtüşmemektedir. Ayrıca mucizeleri anlatan ayetlerin bilimsel gelişmelere paralel olarak bir gün müteşabih olmaktan çıkıp muhkem hale geleceğini düşünmek, mucizelerin doğrudan kabul edilemeyeceği, ancak bilimin referansıyla kabul edileceği yönünde bir anlayışa da kapı aralamaktadır. Bayraklı’nın mucizeler konusundaki bu temel yaklaşımı, onun ilgili ayetlere getirdiği izahlara da yansımıştır. Nitekim Bayraklı’nın; Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması (Bkz., c. 12, s. 473-480), Hz. İsa’nın çamurdan yaptığı kuş timsalini canlandırması gibi (Bkz., c. 4, s. 115; c. 6, s. 193) mucizelerle ilgili açıklamalarında belirsiz ve kendi içinde sorunlu bir dil kullanması da, onun mucizeler konusunda kafasının karışık olduğunu göstermektedir.
c) Tasavvur sorunu
Bayraktar Bayraklı’nın tefsirini incelerken karşılaştığımız en önemli sorun, onun ayetlere yaklaşırken bir türlü etkisinden kurtulamadığı modernist İslam tasavvurudur. Seküler din telakkisinin İslam dünyasına sızmasından bu yana, adeta bir virüs gibi İslamî bünyeyi içten içe tahrip eden modernist İslam tasavvuru ne yazık ki Bayraktar Bayraklı’yı da derinden sarsmıştır.
Bayraktar bey, özellikle Hz. İsa’nın nüzulü, recm ve nesh gibi konuları ele alırken kullandığı argümanlarla bunu dışa vurmuştur. Sözgelimi onun recm konusuyla alakalı şu açıklamaları üzerinde dikkatle düşünmek gerekir: “…Netice olarak diyebiliriz ki, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlanarak öldürme tatbikatı, Yüce Allah'ın merhametine uygun değildir. Bir insana ölüm cezası verilebilir ama uygulaması bu şekilde olamaz.”, “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kurân'da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…”, “Genelde örnek olarak anlatılan Mâiz olayı, bir daha gözden geçirilip sorgulanmalı, sahabeye zina isnat etmenin doğruluğu araştırılmalıdır. Kurân ve İslam dini bizden bunu istemekte ve bu leke ile İslam'ı bir yere götüremeyeceğimizi öğütlemektedir.” (c. 13, s. 326-329)
Bayraklı’nın recm cezasıyla ilgili fikirlerinin kritiği bir yana burada dikkat çekmek istediğimiz husus, onun kullandığı argümanlarda kendini ele veren tasavvur sorunudur. Mesela bu konuda yazarın kullandığı “Allah’ın merhameti” söylemi, diğer modernistlerin kullandıkları “özgürlük” ve “eşitlik” gibi modern konseptler, modernist İslamcıların zihin ve ruh koordinatlarını teşkil ediyor. Modernist, dinî nasslara kayıtsız bir zihin ve duru bir ruhla yaklaşıp Müslümanlığını nasslara göre yapılandıramıyor. O, modern paradigmanın dayattığı, konjonktürel söylemlere göre nassları tenkit süzgecinden geçirerek imanda seçici davranıyor; modern algıyla örtüşen hükümleri alıp örtüşmeyenleri reddederek bir bakıma nasslara rezerv koymuş oluyor.
Bayraklı’ya şunu sormadan edemiyoruz. Allah’ın merhametinden ne anlıyorsunuz? Allah’ın merhametinin, sınırları belirlenmiş, eşit bir tarifi var mıdır? Eğer varsa böyle bir tarifi kim neye dayanarak yapmıştır? Bayraktar bey neden aynı gerekçeyle, kâfir ve fasıkların cehennemde yanacağını da reddetmiyor, doğrusu merak ediyoruz. Taşlanarak öldürülmek ilahî merhamete ters düşüyorsa, alevlerin içinde eriyip kavrulmak nasıl izah edilebilir. Cehennem ateşiyle cezalandıracağına inandığımız aynı Allah’ın, taşlanarak öldürme cezasını meşru kılmış olabileceğini kabullenmemenin makul bir izahı olabilir mi? Hz. Peygamber Efendimizin recm cezasını uyguladığı hususunda inkârı kabil olmayan pek çok sahih hadis vardır. Hal böyleyken recm cezasının ilahî merhamete sığmadığını ileri sürmek, peygambere Allah’ı tanıtmaya kalkışmak gibi ölçüsüzce bir işgüzarlık değil de nedir?
Burada recm cezasının dindeki yeri ve delilleri hakkında konuşacak değiliz ama şu kadarına da değinmeden geçemiyoruz. Hz. Peygamberin recm cezasına çarptırdığı kimse sadece Mâiz değildir. Bunun dışında sahih kaynaklarda bu cezaya çarptırıldığı bildirilen iki Müslüman kadın daha vardır. Ayrıca bu ceza iki Yahudiye de uygulanmıştır[6]. Mütevatir hadisleri konu edinen kitabında el-Kettânî recmle ilgili hadislerin manen mütevatir olduğunu zikretmiş ve sadece Maiz’e uygulanan recm cezasının on sekiz râvi tarafından nakledildiğini isimlerini sayarak belgelemiştir.[7] Hz. Peygamberden sonra Raşit halifeler de bu cezayı uygulamış, meselenin üzerinde hassasiyetle durmuştur.[8]
Bayraklı’nın tasavvur sorunuyla alakalı olarak dinin yegâne kaynağının Kur’ân olduğu şeklindeki modern saplantıya da kısaca değinmeden edemeyeceğiz. Bayraklı’nın ön kabulleriyle örtüşmeyen bir çok konuda kullandığı ifadeler, onun, hadisler de dahil Kur’ân dışında herhangi bir kaynağı bağlayıcı kabul etmediğini göstermektedir. Hz. İsa’nın göğe yükseltilmesiyle ilgili “Kültürümüzde Hz. İsa'nın ruh ve bedeniyle Allah katına çıktığı inancı hakimdir. Bu inancın doğruluk derecesini -mihenk taşı olan Kurân'a vurarak- tesbit etmeye çalışalım.” (c. 4, s. 135-139) yönündeki ifadeleri, herhangi bir dinî esasın mutlaka açık seçik Kur’ân’da belirtilmiş olması gerektiğini gösteriyor. Buna göre, mütevatir veya meşhur hadislerde yer almış olsa bile, Kur’ân’da açık seçik biçimde zikredilmeyen konular inanılması gereken dinî esaslardan değildir. Hatta Bayraklı nüzul-i İsa da dahil bu gibi konulara hurafe gözüyle bakmaktadır. (c. 4, s. 135-139) Özelde bu konu hakkında yazılan eski-yeni eserler Bayraklı’nın kendini kaptırdığı bu saplantının ne kadar mesnetsiz ve tutarsız olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Örneğin eş-Şevkânî’nin et-Tavdîh fî Tevâtüri mâ Câe fi’l-Muntazar ve’d-Deccâl ve’l-Mesîh, el-Keşmîrî’nin et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nüzûli’l-Mesîh, Zâhid el-Kevserî’nin Nazratün Âbira isimli eserleri bunların başlıcalarını teşkil eder. Bu eserlerde mesele en ufak bir şüpheye mahal kalmayacak biçimde ele alındığı için ayrıca bu konu üzerinde durmadan Bayraklı’nın dil sorununa geçelim.
d) Dil sorunu
Bayraklı’nın tefsirinde okuyucuyu rahatsız eden bir diğer husus kullandığı dil ve üslup sorunudur. Yazarın zaman zaman Allah’la ilgili sözler sarf ederken kullandığı gayr-i ciddi dilin özellikle bir tefsire hiç de yakışmadığını söylemeden edemeyeceğiz. Sözgelimi yazarın bir münasebetle kullandığı şu cümleler aslında ne demek istediğimizi yeterince açıklıyor: “Cenab-ı Hak, ayetin sonunda (Allah azizdir, hakimdir) buyurarak, vermiş olduğu hükmün altına imzasını atmakta;…” (c. 3, s. 213) Bayraklı’nın tefsirde sıkça kullandığı bu profan dil, Kur’ân dilinin bayağılaştırılması probleminin tipik bir örneği olarak görülebilir.
Bayraklı’nın dil sorunu sadece benimsediği bayağı üslupla sınırlı bir sorun değildir. Onun zaman zaman tefsir kitabının maksadını aşan ıslahatçı-aktivist söylevleri de ayrıca tahlil edilmelidir. Yukarıda recm cezasıyla ilgili beyanları çerçevesinde aktardığımız şu ifadeler, selef-i salihîne hürmet duyguları besleyen duyarlı her Müslümanın tüylerini ürpertiyor: “Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kurân'da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor…” Bayraktar bey, müfessirliği bir tarafa bırakarak deruhte ettiği ıslahatçı kişiliğiyle burada açıkça din mühendisliği yapmakta, Allah adına Müslümanları hizaya getirmeye kalkışarak tarihe mal olmaya çalışmaktadır.
e) Sonuç
Bayraklı’nın “Yeni bir anlayışın ışığında Kur’ân tefsiri” adlı eseri, metodik bir ciddiyet içinde kaleme alınmış ilmî bir eser değildir. Bu eserde ayetler daha çok bir vâiz ya da ıslahatçı hüneriyle pratik amaçlar güdülerek açıklanmaya çalışılmıştır. Tefsiri incelerken edindiğimiz intibaya göre sanki eser, özellikle psikoloji ve eğitim planında ayetlerin Bayraklı’nın zihninde yaptığı çağrışımların kaleme alınmasından vücuda getirilmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki, bu çağrışımlar, çoğunlukla ispatı da reddi de kabil olmayan sübjektif düşünceler olmakla birlikte yer yer çok sakîl görünmektedir.
Son olarak Kur’ân’ın daha temel bir değerler sisteminin nezaretinde mütalaa edildiği izlenimini veren eserin adı üzerinde de durmak gerekir. "Yeni bir anlayışın ışığında Kur’ân’ı tefsir" etmek ne demektir? Kendisini nûr olarak tanımlayan Kur’ân’ın üzerinde ne zamandan beri karanlık oluşmuştur da bu karanlık bir başka şeyin ışığıyla giderilecektir? Yazara göre ışığıyla Kur’ân’ın üzerindeki karanlıkları giderecek olan yeni bir anlayış nedir? Kur’ân’ı bir başka şeyin ışığında tefsir etmek, onu bir üst referansın gölgesi altına sokmak anlamına gelmez mi? Tefsirin başından beri hadis ve icmâ ile sabit dinî esaslara karşı Kur’ân merkezli din anlayışını savunan yazarın, Kur’ân’ı daha üst değerler sistemine tabi kılmakla içine düştüğü bu yaman çelişkiye getireceği bir izah var mıdır? Gerek tefsirin ismi gerekse yazarın ayetlere yaklaşımından elde edilen bulguların önümüze koyduğu bu tür sorular, kanaatimizce okuyucunun, Bayraklı’nın eseri karşısında daha dikkatli ve seçici olması gerektiğini gösteriyor.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Bayraklı’nın tefsirindeki sorunlar sadece burada örneklerini zikrettiklerimizle sınırlı değildir. Bunların dışında Bayraklı’nın nesh, ehl-i kitabın imanı ve hırsızın elinin kesilmesi gibi konularla ilgili görüşleri de, en az buraya aldığımız örnekler kadar ciddi sorunlar arz etmektedir. Fakat biz makalenin boyutlarını göz önünde bulundurarak burada eleştirimizi sadece verdiğimiz örneklerle sınırlı tuttuk. Bu konularla ilgili eleştirilerimizi daha geniş bir makalede eni konu incelemeyi düşünüyoruz. ( Dar'ul Hikme )

[1] es-Suyûtî, el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, c. 2, s. 1189; Abdulaziz el-Buharî, Keşfü’l-Esrâr, c.1, s. 120.
[2] Tefsir-i Taberî, c.4, s. 69
[3] Örnekleriyle Türkçe sözlük, MEB Yayınları, c. 1, s. 339.
[4] Abdullah İbn-i Mesud’un kıraatinde her iki zamir de müennes olarak gelmiştir. Bkz. ez-Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşâf, c. 4, s. 560.
[5] Tefsir-i Taberî, c. 14, s. 219.
[6] Sahîh-i Buhârî, hadis no, 6633, 6819; Sahîh-i Müslim, hadis no, 1697, 1699, 4451.
[7] el-Kettânî, Nazmu’l-Mütenâsir mine’l-Hadisi’l-Mütevatir, s. 173, 174.
[8] Ebubekir Abdurrazzak, Musannefü Abdurrazzak, hadis no, 6626, 10170, 13357, 13364.