29 Mart 2008 Cumartesi

Guraba dergisi

Türkiye'de yeni bir dergi çıkmış. Gidince nasip olursa görebileceğimiz ve aman gıybet olur gibi bir aymazlığa saplanmadan, genel tenkit yerine özel, yani isim isim itikadi cürüm işleyenleri ilan eden bir dergiymiş. Web adresleri olmadığına göre merak edip duracağız. Aşağıdaki yazıda E.Sifil hocamız önemli noktalara işaret etmiş. Ben vurgulama yaparak bu günlüğümde bu yazıyı saklamak istedim:
'' Yeni bir dergi / Dr. Ebubekir Sifil mail@ebubekirsifil.com 29.03.2008
''Mecmûamız hakiki Selef’in ve temsilcileri olan Mezheb imamlarımızın yolunda ve izinde olmayı ve onların yolundan sapan şaşkınları adım atım ta’kib edip teşhir etmeyi şi’ar edinecektir...”
Yukarıdaki satırlar, Guraba dergisinin manifesto niteliğindeki tanıtım yazısından. Kendisini “Tasavvufî Edebî Siyasî Mecmua” olarak ifade eden Guraba, gerçeği söylemek gerekirse, alışılmış Tasavvufî dergi anlayışının epey dışında bir görünüm arz ediyor. Sadece fizik görüntüsünden değil, daha ilk sayısında Müslümanlar’ın aktüel meselelerine “tenkitçi” bir üslupla neşter vuran yazıların kemiyetinden de anlıyoruz ki, her şeyiyle farklı bir dergi olmaya aday Guraba.
Sözü “ortaya” söylemektense, doğrudan “adresine” iletmeyi tercih eden, eleştiriyi hak edenlere karşı, “bunları ne kadar konuşursanız, o kadar meşhur edersiniz” miskinliğine prim vermeyen duruşuyla kısa zamanda hak ettiği yere geleceğine inanıyorum.
Kim ne derse desin, hangi bakış açısı revaçta olursa olsun, Hak ile batıl, hakikat ile hurafe, gerçek ile sahte arasındaki mücadele, tarihte olduğu gibi günümüzde de kesintisiz biçimde devam ediyor. Ancak günümüzü tarihten farklı kılan bir husus var ki, hayatî önemi haiz. Geçmişte hak yoldan/sırat-ı müstakim’den sapan ve Müslümanların birlik-bütünlüğüne kasteden faaliyetler içinde bulunan kimse, grup ve akımların aksine, günümüzde bu konumda bulunanların arkasında “dışarıdan” birileri var.
Geçmişte yaşamış hiçbir İslam içi fırkanın siyasî ve stratejik anlamda “dışarıya” uzanan kökleri bulunduğunu, ya da dışarıdan yönlendirildiğini bilmiyoruz. Hatta Batınîlik, Karmatîlik gibi hayli tahripkâr olmuş İslam dışı oluşumlar için dahi böyle bir şey söylemek kolay değil…
Oysa günümüzde durum böyle mi? İngiltere hangi hizmetlerinden ötürü Hindistan’ın Seyyid Ahmed Han’ına “sör” ünvanı verdi dersiniz?! Şeytan Ayetleri kitabının yazarı Salman Rüşdi’ye o ödülleri gerçekten “sıkı” bir yazar olduğu için mi verdiler?
Bugün de birileri aynı kapıya çıkan hizmetlerinden ötürü Abdülkerim Süruş gibilerine ödüller dağıtıyor. İçimizden “yeni sima” Bilderbergçilerin çıkması da, Vatikan tarafından Dinlerarası diyalog temalı “ilmî” çalışmalarına malî destek sağlanan “müslüman” araştırmacılara rastlanması da aynı gerçeğin tezahürleri…
Küresel emperyalizm, Müslümanların varlık ve kimlik bilincini kaba güç kullanarak aşındıramayacağının farkında. Dün Anadolu topraklarında uğradığı hezimetin bir benzerini bugün Irak’ta tadıyor. Bu “problem”i aşmanın yolunun “kaleyi içeriden fethetme” taktiğinde yattığını çok iyi bildiği için de, durmadan içimizde fitne ateşleri tutuşturuyor.
Bu ateşleri söndürmenin en etkin yollarından birisini, hiç şüphesiz kimliğine sahip çıkma bilinci oluşturuyor. Öyle görünüyor ki, Guraba bu yolda önemli bir işaret taşı oluşturacak.
Sanıyorum dil ve üslup meselesine biraz daha dikkat etmeleri gerekiyor. Nice hayırlı hizmetlere…
İletişim için tel: 0216 523 98 68e-mail: gurabamecmuasi@gmail.com ''

28 Mart 2008 Cuma

Dini öğrenmede ölçüler.(1)

SORU : Can Abi, dinimizi öğrenmede ölçümüz nasıl olmalıdır ? Ortalıkta pek çok kitap ve benim dediğim doğrudur yaklaşımında yazar yada alim var. Ömür kısa, hedef büyük. Her Allah diyenin peşinden gidilemiyeceğine göre; bu konuda bir şeyler yazar mısınız ? Cemile

Cemile hanım, bu yazı sizin için teknik açıdan ağır olabilir. En kısa zamanda bunun tefsiri, daha kısa ve basit anlatımlı bir yazı daha yazmaya çalışacağım.Selamlar ( 31.03.08)


Bir kimse, salihler gibi amel işlese; ama kötü kişilerle, günahkârlarla düşüp kalksa, iyi amelleri boşa gider, kıyamette kötülerle beraber haşrolur. Bir kişi de, kötüler gibi amel işlese; ama salihleri sevse, onlarla beraber olsa, günahları iyiliğe çevrilir, iyilerle beraber haşrolur. (Ka’b-ül-ahbar)


Bu çok hassas bir ölçüdür. Dinimizi öğrenirken nelere dikkat etmeliyiz diye soruyorsunuz. Aslında çok önemli bir sual sormuşsunuz. Her kitap okunur mu? Her kitap yazan muteber midir, gibi soruları da içeren bir mevzu. Ahirette herkes imamı, önderi; bu dünyada peşinden gittiği ile haşrolunacaktır. Bu din, bize şüphelilerden kaçın buyuruyor. Nedense bunu hep yeme-içme olarak algılama kolaycılığı var. Oysa itikatta, şüphesiz/muteber biriyle alış-veriş yapmak gerekir.

Siz, hiç sizi aldattığını düşündüğünüz mahalle bakallına, kasabına gitmek ister misiniz? İmanın mide kadar önemi yok mu?

Hadis-i şerifte Efendimiz -Aleyhissalâtü Vesselam- :'' İlim, Din'dir. Namaz din’dir. Bu ilmi kimden aldığınıza (iyi ) bakınız ve namazı nasıl kıldığınıza dikkat ediniz ! Zira kıyamet günü sorumlu tutulursunuz !'' (Deylemi, İbn-i Ömer (RA)'dan rivayet etmiştir.)

Bu noktada bir şeyi belirtip, naklimize geçelim: Başta hilal ve ramazan olmak üzere; Müslümanlar işin kolayını bulmuşlar, ne yapalım, biz yanlışsak vebal üstümüzdekilerin, hocalarımızın olsun, diyebiliyorlar..Hayır, bu mazeret yukarıdaki hadisi bizlere açıklayan Enver Baytan (doğ.1925) gibi hocalarımızın beyanıyla, bizleri doğru itikad ve ibadet hususunda sorumluluktan ve vebalden kurtarmaz!

Bu konuda derlediğim nakil :
"..bu kabiliyetsizliklerine, geçmişteki imamlara ve ilmiyle amil alimlere ve salih velilere saldırmalarını ilave et ve kararını ona göre ver.
Dini hükümleri, kadınlardan, çocuklardan ve cahil kimselerden öğrenmek, bu sapık beyinsizlerden fetva almaktan daha uygun olurdu. Zira bunlar, kendi ahmaklıklarını görmezler, aldatıcı bir inançla, kitap ve sünnetten hükümler çıkarmakla iftihar ederler. Hiçbir müctehide tabi olmazlar. Onların dini heva ve heveslerine tabi olmaktan ibarettir.Peygamber aleyhissalatü vesselam şöyle buyurmaktadır :
" Bu ilim, din(inizi öğrenmeye bir alet)dir. Dininizi kimden aldığınıza iyi bakınız." (Hakim'in Enes bini Malik'den (RA)'den)

Azizi, şerhinde bahsi geçen ilmi, "Tefsir, hadis ve fıkıhtan ibaret şer'i hükümlerdir " diye tefsir etmiştir. Dininizi kimden aldığınıza iyi bakınız cümlesinden sonra da "İlmi, sireti temiz ve güvenilir kimse olduğu ortaya çıkmamış şahıstan almayınız." şeklinde açıklamıştır. "

Yine hadis-i şerifte :
"Bid'at ehlinden ilim öğrenmeye tahammül etme. Tanımadığın kimseden de bilgi yüklenme. İnsanların haberlerine yalan karıştıran kimseden de ilim yüklenme. İsterse Resulullah (sav)'in hadisine yalan karıştırmamış bir kimse olsun "

Yine Camiussağir 'de bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur :
"Hakikat bu ilim, din(i öğrenmeye vesile)dir. Dininizi kimden alacağınıza dikkat edin."

" Ahir zamanda cahil din adamları ve fasık hafızlar çoğalır. O zamanın din adamları, eşek leşinden daha bozuk ve daha kokmuş olacaklardır."
(Tezkiret-ül Kurtubi )

" Din adamlarının kötüsü kötülerin en kötüsüdür."
( Daremi )

" Ümmetim kötü din adamlarından çok zarar görecektir."
(Hadika )

"Ümmetimden münafıkların çoğu Kur'an-ı Kerimi okuyanlardan olacaktır...Cehennemde azap yapan zebani isimli melekler puta tapan kâfirlerden önce şeriata uymayan hafızlara saldıracaklardır."
(Kimya-i Saadet )

Aldatılmış, başı boş bırakılmış bu kimselerin adeti, yaldızlı laflar etmektir. Maksatlarının dine yardım, ümmetin hidayetine çalışmak, İslam'a ve müslümanlara hizmet etmek olduğunu söylüyorlar.Bu davranışları kandırılmış bazı ilim talebesinin hoşuna gitmiş ve uzun bir zaman geçmeden onlardan biri olup çıkmışlardır.Bu fitnecilerin adeti, kandırdıkları kimseleri, bazı alimlerin eserlerindeki kalem sürçmelerini araştırıp bulmaya çalışmak, (yada başka bir maksad için söylenmiş sözü tevil ederek)sonra da ortaya çıkıp halka hitaben "Bakın falan fıkıh alimi böyle söylüyor " diyerek O'na itirazda bulunmaktır. Bunu yaparken sadece o alime değil, onun şahsında fıkıh alimlerinin tamamına ve hatta mezhep büyüklerine itirazda bulunmaktır.

Mesela bir muhaddisin müstehcen denilen bir ibaresini görseler, onu nakledip, hem ona hem de diğer muhaddislere itirazlar yağdırırlar. Bir sofinin vuzuha (açıklığa) ermemiş bir sözünü görürler, ona ve diğer sofilere ağıza alınmayacak laflarla saldırırlar. Tefsirlerden birinde mevzu bir hadis veya israiliyata dair bir kıssa görüverseler, o müfessirle birlikte diğer tefsir alimlerine çirkin sözlerle hakaret ederler.

İşte alimlere karşı onların davranışı! Hayret edilecek şeydir ki, bir çok İslam şehirlerinde onlardan bazı kimseler vardır. Sanki şeytan, onların kalblerine bu sapıklıkları, bir anda üfleyivermekte ve bazı haberleri birbirine ulaştırıp yetiştirme hususunda bir kısmı diğerine yardımcı olmakta; tek mezhebin adamlarıymış gibi davranmaktadırlar. Hakikatte onların mezhepleri yoktur. Bu taife mezhepsizliği mezhep edinmişlerdir. Bunlar kırlarda otlayan sürüler gibidirler. Çoğu sapık ve cahildirler...Bunlardan her birinde hakim olan kanaat, kendisinin bizzat imam olduğu ve müslümanların mezhep imamlarını taklid etmeye muhtaç olmadıkları fikridir.

İstedikleri sapıklık ve arzuladıkları yegane şey, bir mesele bulup çıkarmak, onunla avam tabakasını tereddüt içine düşürüp, şaşırtmak ve din imamlarına itirazda bulunmaktır.

İbn-i Teymiyye bu hareketi sebebiyle doğrudan ayrıldı ve her yönüyle ayıplanma sahasına girmiş oldu. Sen hakarete uğramış kimseleri ibn-i Teymiyye'nin fikirlerini yaymaya son derece düşkün olarak göreceksin. İçinde onun fikirleri bulunan kitapları en uzak şehirlere varasıya kadar ulaştırmaya çalışırlar. Maksatları doğru yoldaki kulları saptırmaktır. Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanmaktadırlar.

..Peygamber Efendimizin, diğer peygamberler ile salih kimselerin yüzü suyu hürmetine, Allah'dan yardım dileğinde bulunanların şirkini tasrih eden sözde kitaptır. Bunlardan biri de "el Furkan beyne evliya-ir-Rahman ve evliya-iş-şeytan " adını verdikleri kitaptır. Bu kitabın ikinci kısmında evliyaullahın büyüklerine hakarete yeltenmiş ve hatta Muhyiddin ibnü Arabi'yi tekfire kadar ileri gidilmiştir. Halbuki O ariflerin sultanı, ilmiyle amil alimlerin önderidir...Bu yüzden ibn-i Kayyım Peygamberimizin ve diğer peygamberlerin, evliyaullahın ziyaretine giden ve ondan medet dileyenlere son derece çirkin laflarla sataşmıştır. İbn-i Abdil Hadi'de bu çirkin davranışın başka bir örneğini vermiştir.O ne çirkin kitap. '' Nakil burada bitti. ( Yusuf Nebhani, Şevahidü'l Hakk'dan Vehhabilere Cevaplar )

Bu mezhepsizler ilk defa iş başına geldikleri beldelerde, hemen kendilerini belli etmezler. Zaman içinde sabrederek, önce kendilerini insanlara sevdirmeye çalışırlar. Takva, azimet gibi şeylere hiç yanaşmaz, şüpheli diye bir iş tanımazlar. Halkın gerçek imanda olmadığını, asıl imanın ne demek olduğunu kendilerinin bildiğini ima ederler. Tarikat ehline kafir derler. Kendi tilmizlerinden başka kimsenin arkasında namaz kılmazlar. Oysa arkalarında namaz kılmamak biz ehl-i sünnete yaraşır.

Ehl-i sünnetin alimlerini küçümseyerek, hakaretlerini bazen sinsi, bazen de açıkça yaparlar. Yeri gelmişken bu reformculara şu hükmü de aktaralım, vebal bizden gitsin : "Hakiki alimleri alim oldukları için hafife almak, ilmi hafife almak demektir. İlm ise Allah'ın sıfatıdır...Alimlere buğzetmek küfürdür...Birgün bir fakih, dükkana bıraktığı kitabı almaya geldi. Dükkan sahibi fakihe :" Burada bir testere unuttun" deyince, fakih : " Ben testere değil, kitap bıraktım" deyince, dükkan sahibi : " Ne fark eder, marangoz testere ile ağacı keser. Siz de insanların boynunu kesersiniz" dedi. İbn Fadl, bu kimsenin öldürülmesini emretti. Bunun sebebi, dükkan sahibinin, fıkıh kitabını hafife almış olmasıdır. Bundan da anlaşılıyor ki, şeriat (ehl-i sünnet ve cemaat ) dışı kitapları tenkid etmek insanı küfre düşürmez. ( Gümüşhanevi, a.g.e. sh: 121-122 dipnotları, parantez içindeki açıklamalar, şahsıma aittir.)

Ben İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, İbn Arabi, kütüb-i sitte'ye kadar kitap sahiplerine dil uzatanlara rastladım. Bundan sonrası kendilerinin bileceği bir iştir.

Şüphesiz yazıyı kısa tutmak adına İslam'ı yaşamak için başvurulacak yegâne kaynakların Kitap, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha, denilen 4 kaynağı ele alamadık. Edille-i erbaa yada edille-i şer'iyye denilen, sünnet ehlinin başvuru kaynaklarından, Kitap deyince Kur'an-ı Kerim; Sünnet denilince Önderimiz aleyhissalatü vesselamın Kur'anı yaşayışı, tefsiri, sözler-hadisleri, emirleri, yasakları ve olayları tastiki aklımıza gelir. İcma-ı ümmet denilince Molla Hüsrev (Rh.a)'in tarifiyle "Müctehid imamların herhangi bir asırda, şer'i bir hüküm üzerinde söz birliği etmeleridir. Tevatürle gelen icmaın inkarı kişiyi kâfir eder. Zira bunda kat'i delilleri yalanlama söz konusudur.'' (Y.Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet I/40 )
Kıyas-ı Fukaha ise, bulunamayan bir hükmü, yukarıdaki kaynaklara bakarak, benzerleri ile, ( illet ve sebeplerini dikkate alarak ) kıyaslayarak bulmaktır. Müçtehid vasıflarında olmayan bu dört delilden hüküm çıkaramaz; kıyas yapamaz. Sabit olan hükümlerde kıyas geçerli olmaz.
( Y.Kerimoğlu, a.g.e. I/ 41 vd.)

Günümüzde müctehid vasıflarında birinin bulunmadığını tekrarladıktan sonra, ilmihal ve kitap yazanların kaynakları belirterek yazılanları makbul olmakla birlikte; bazı kaynak verenlerin de verdikleri kaynakların arasına kendi görüşlerini sıkıştırdıklarını da belirtmeliyiz. Bunu bazen ehl-i sünnet yazarlardan yapan da oluyor; verilen kaynak, aslında hiç bulunamayabiliyor. Genelde okuyucu kaynak ismi görüp itimad edegeldiği için, asla müracaat etmiyor. Bu da dikkat edilmesi gereken özel bir nokta ! Şayet verilen kaynak meşhur, ama alıntı tuhaf ise, o meşhur kaynağa, zat'a sui zan yapmayınız. Ya nakleden yanlış anlayıp nakletmiştir, yada o meşhur kitaba reformcu eli değmiştir!

Selefe açıkça küfür ve ta'n edenlerin şahidlikleri kabul edilmez. Selef; sahabe-i güzin ve müctehid ulemadır. Onlara küfür ve ta'n etmek, o kimselerin akıllarının ve mürüvetlerinin kusurlu olduğuna inanmaktır. Böyle büyük bir vebalden kaçınmayan kimse, YALAN SÖYLEMEKTEN DE ÇEKİNMEZ. ( Molla Hüsrev, Dürer-ül Hükkâm, II/381)

Peygamber-Aleyhissalâtü Vesselam- Efendimiz'in gül kokusu arkadaşlarına, onları görmüş olan tabiine ve dahi onları da görme bahtiyarlığına ermiş bulunan tebe-i tabiine, mezhep imamlarımıza, ehl-i sünnet ve cemaatın ilim öncülerine, mürşidlerine dil uzatıp eleştirebilme cesaretini gösteren yazarların kitaplarından; zehir dolu fikirlerinden mutlaka uzak durulmalıdır. İtikad hırsızının, dini tamir adına yapacağı tahribi, dinsiz olduğu bilinen biri başaramaz ! Hak olsun, batıl olsun, bir mezhebin insanı olanla zaten işimiz yok. Zira o bir kimlik sahibidir !

Yeri gelmişken, “dinde reformcu” kelimesinin ne anlama geldiğine işaret edelim. Fransızca bir kelime olan reform, aslından çıkan ve bozulan şeyin aslına döndürülmesi demektir. Bir başka anlamıyla da; düzeltme, tanzim, islah etmektir.

İslam’ın doğuşundan bugüne, başta Kur’an ve hadis kitapları, ehl-i sünnet ve cemaatın müçtehid imamlarının mezhepleri bütün tazeliği ve saffeti ile bozulmadan orijinal eserleri ve yaşayan din ile ayaktadır. İslam’ın neresi –haşa- eksik yada fazla ki, onu “sentez”ci bir anlayışla “çağdaş” hale getirecekler. Yapılmak istenilen iş, İngiliz avam kamarasında alınan kararların son noktasına kadar uygulanmasındır. Şii ve vehhabilik uysallaştırılarak ehl-i İslam’a yayılmalıdır, böylelikle Osmanlı gücünün yeniden hortlaması (!) hayali kesin olarak bertaraf edilmelidir.

Tecdid ise, yenilemek, sağlamlaştırmak, gençleştirmek, tazelemek, canlandırmak gibi manalara gelir. Reformu, sahte din adamı, batıl adına; tecdidi hakiki din ehli, İslam adına yapar. Zıddından olarak biri İslam’a bid’at sokmaya, O’nu bozmaya, diğeri ise (müceddid) İslam’a girmiş olan bid’atleri, İslam’dan olmayan çirkinlikleri atarak, aslını ortaya çıkarır.
“Şüphesiz ki, Allah her yüz sene başında (yani her asırda) bu ümmete dinini tecdid ediverecek kimse (veya kimseler) gönderecektir.” hadis-i şerifi buna işarettir. ( Ebu Davud, Hakim Fi’l Müstedrek, Beyhaki Fi’l Ma’rife ( Enver Baytan a.g.e sh: 240)

Müceddid zatın ille de müçtehid vasfında olması gerekmez. O, ehl-i sünnet ve cemaat mensubu olarak bağlı olduğu mezhebe harfiyyen uyarak, bu uyduğu asla uygun olmayan bozucu bid’atler hakkında ümmeti uyarır, eserler yazar. Zaten O’nu ümmet tanır. İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, İmam Abdülkadir-i Geylani, İmam-ı Suyuti....gibi. Bu isim sıralamaları çeşitli eserlerde, bazen farklı olarak sıralanmıştır. Müceddidin her yüz senede bir kişi olması gerekmediği, birden fazla ve değişik beldelerde olabileceği ulema tarafından beyan edilmiştir.

BİR MES’ELE
Konuyu bir önemli noktaya daha işaret ederek kapatalım. Bahsettiğimiz reformcu yada onlardan etkilenmiş isimler, kitaplarında hiç mi doğru şeyler yazmıyorlar; onların bu doğrularını alırız, yanlışlarını kabullenmeyiz, toptancı anlayışa gerek yoktur, gibi sakat ve çok tehlikeli bir anlayış hakim. Bu anlayışı da yayanlar yine o dinde reformcu /mezhepsizler yada onların tesirinde kalmış insanlar.

Bu, şuna benzer. Bir bardak suya, bir iki damla idrar döksem ve sana al iç desem..Ya da bir bardak suya, bir damla zehir damlatsam, içer misin ?
Sen, elbette asla içmem ya zehirleneceğim, yada iğrenç sidikli su içilir miymiş, diyeceksin. Benim sana : Ne diye olaya toptancı bakıyorsun, demem nasıl saçma ve ikna edici olamazsa; sakat fikirli bir adamın kitabı da, o bir bardak sudaki, bir damla zehirden bin kat daha zararlıdır.
Sonuçta suyu içen, var sayalım ölür; ama o sapık fikirli adamların kitaplarını okuyan; iman zehirlenmesi yaşar, an gelir imandan çıkar da, haberi olmaz. Mülhid kendisini Müslüman sanır ! İşte büyük tehlike..

Senin, benim ne ilmimiz varki, bu sapıkların fikirlerinden korunalım. Ayrıca onların kitaplarını okuyanı bekleyen bir başka tehlike, bid’at ehli oldukları için; yüzlerine bakmak; fikirlerini dinlemek (okumak) insanın iman nurunu karartır.Bu herkese gözükmeyen, manevi bir hastalıktır ve şu asırda çok çabuk bulaşır.

Evet bu mezhep tanımazlara, bu heva ve heveslerine göre kitap yazabilme cür’et ve cesaretini gösterenlere karşı, istisnasız toptancı yaklaşmak gerekir.Ne kitaplarına para verme vebali, ne onlarla tartışmaya yeltenmek.. Adam, binlerce asırlık, sahabe, mübarek mezhep imamlarımızı ve icazetle gelen o nurlu yolun sünnet ve nakil ehli alimlerimizi kötülüyor ve onlara dil mi uzatıyor..? Bu isterse koca kitapta tek cümle olsun..Edebi olmayanın, dini noksandır.Aklı nakıstır. Edep, imandandır. Din baştan sona edeptir.

Tekraren, koca kitapta; mesela bir imam Gazali hazretlerine tek satırda dil mi uzatılmış..Bu bir bardaktaki tek damla zehirdir. Dök o zehiri..Ne kitaplar yaktık biz..Ne tefsirler, ne bilgiçlik taslayan ve zehiri yaldızlı cümlelerde gizleyen adamların kitapları..

Evet, bu konuda toptancıyız biz.Ya ehli sünnet ve cemaat ehli olacak kitabını okuduğumuz; ya da evimize, gönlümüze, beynimize sokmayacağız, TV.lerde dinlemeyeceğiz, internette sitelerini ziyaret etmeyeceğiz. Bu imanı korumanın en önemli. olmazsa olmaz şartlarından biridir vesselam.

26 Mart 2008 Çarşamba

Unutma..!



Ne çok ağır yükün ey omzum..!
Botswana’yı,Brundi’yi,Kongo’yu,Lesoto’yu bilir misin sen..?
Moritus’lu çocukları, Ace’li dedeleri, Arakan’lı nineleri..
Moğol kızlarını, Keşmir’in yetimlerini..
Sibirya’nın yoksul delikanlılarını..
Un bulamacıyla, toza bulanmış yüzleri..!
Sen de o ülkelerden birinde..
Mesela, İngusetya’da, Çad’da yırtık elbiseli, un bulamacından aş,
Hayvanların içtiği dereden su getiren bir kadının oğulcazı,
Radyo bile tanımamış, oyuncak bebek görmemiş kızı olabilirdin!
Açlıktan, hastalıklardan kırılanlar zincirinde bir halka..
Kemikleri sayılan, kaburgası üzerinde canlı bir iskelet değilsen eğer,
Seni Yaratan oralarda sınamadığı,
Ama seni Yaratan burada onları unutmamakla,
Yardım elini cömertçe uzatma rolü biçtiği,
Resimlerine baktığında, sıcacık yatağına yattığında,
Onlar için hıçkırıklarla ağlaman, dua etmen için..
Onlar için sana gelenlere, sen gitmediğin halde,
‘’Ver’’ diyenlere vermen, sofrandaki çeşitleri azaltman,
Onlar için arttırman,
Omzundaki insanlık sorumluluğunu sıcak yuvanda..
İdrak edip vermen için, onlara verilmeyenlerin;
Senin elde ettiklerini sandığın, aslında sana kolayca verilenleri,
Onlara iade etmen için,
Yarın hesap gününde, utanmaman için
Sen, buradasın,
Onlarsa, unutma..
Senin omzunda! 30.11.2007

23 Mart 2008 Pazar

Abdülkerim Süruş

Bu blogda yazılar bir -iki paragrafdan sonra devamı arka bölümde okunamadığı için, Muhterem Ebubekir Hocamızın yazısının ilgili 3 serisini burada versem, tren gibi aşağı uzayacak.

Bu yazı ile M.Şevket Eygi yazısı arasında paralelellik de bulunmaktadır.

Şunu ifade etmeliyim ki; günümüzde namazında niyazında, hatta haccında- hadislerde de belirtildiği gibi-maalesef azımsanmayacak kadar ''mülhid'' yada en hafifinden ''firak-ı dalle'' mensubu insanlar mevcuttur. İslam davasına yada Müslüman yaşamına bereketsizlik ve başarısızlık da ilk önce bu sebepten gelmektedir.

Şu asırda, Peygamberimiz Efendimiz -Aleyhissalâtü Vesselamdan- bize temiz insanlardan intikal etmiş bu din ve mezhep içinde; itirazsız 'amenna ve saddakna' diyerek, aşırılıklardan uzak iman ve salih amellerle dünya hayatını noktalamak en büyük nimet ve zenginliktir, diyerek Ebubekir Sifil hocamızın yazısından bir bölüm okuyalım:

Abdülkerim Süruş: Modern bir savruluş (3)
''Nitekim bütün bu gürültünün sebebini Abdülkerim Süruş şöyle açıklıyor: “Kur’an’ın beşeri olduğu yönündeki telakki, Kur’an’ın zâti ve ârızi yönleri arasında fark bulunduğunu görmeyi kolaylaştırabilir. Dinin bazı yönleri tarihsel ve kültürel olarak şekillenmiştir ve bugün artık konu olmaları mevzubahis değildir. Buna misal olarak, Kur’an’da öngörülen bedensel cezaları gösterebiliriz. Eğer Peygamber başka bir kültür çevresinde yaşıyor olsaydı bu cezalar muhtemelen onun mesajının bir parçası olmayacaktı.” (http://www.fikritakip.com / news.asp?pg =1&yazi=2376.)
İşte bütün mesele bu! Din bedensel cezalara indirgendiğinde, bütün bir dini, hatta onun kaynağı olan ilahî vahyi, sırf çağdaş ceza telakkisine uymuyor diye “tarihsel” ilan etmek, aşağılık kompleksinin değilse, neyin eseridir?..
Süruş’un Kur’an metninin beşerîliği sadedinde söyledikleri, dinî bazı hükümler karşısında “içine sindirememe” duygusunu yaşadığını ele veriyor. Dolayısıyla esas meselenin nereden kaynaklandığı belli. Ama buna rağmen, Kur’an metninin beşerîliği iddiasına bizzat Kur’an’ın ne dediğin sorusunu cevapsız bırakmak bu yazı için bir eksiklik olacağından, kısaca meselenin bu yönüne de değinmek durumundayım.“Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler, “Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (10/Yûnus, 15.)
Kur’an’ın Efendimiz (s.a.v)’e “lafız” olarak indirildiğini, O’nun Kur’an vahyi konusunda –diğer insanlar gibi sebeb-i nüzul olmak dışında hiçbir belirleyiciliğinin bulunmadığını bu ayet oldukça net biçimde ortaya koyuyor.
Bir diğer ayet de bu gerçeği şöyle ifade ediyor: “Kur’an’ı hemen ezberine alıvermek için dilini kımıldatma. Onu (senin kalbinde) toplamak da, okutmak da bize düşer. O halde biz onu okuduğumuzda sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (75/el-Kıyâme, 16-9.) '' Dr. Ebubekir Sifil

( Yazının tamamını buradan okumalısınız )


ABDÜLKERİM SÜRUŞ: MODERN BİR SAVRULUŞ-1 isimli ilk makalede Hayrettin Karaman ile ilgili müthiş dip notlar var!


21 Mart 2008 Cuma

İmamı Gazalî’yi Tenkit Eden, ibn Teymiye’yi Öven Bir Zata

MEKTUBUNUZU aldım, teşekkür ederim. Hayret, etmek adetim olsaydı, ederdim... İmamı Gazali, Fahreddin Râzî, İmamı Suyutî, İmamı Şar’anî gibi İslâm büyüklerinin kitaplarında Ehl-i Sünnet’e ters düşen bilgi, görüş ve yorumlar olduğunu iddia ediyorsunuz. Doğrusu büyük cesaret ve cür’et... Bu büyük hidâyet güneşlerini tenkit ederken, İbn Teymiye’yi ve İbn Kayyım el-Cevziyye’yi göklere çıkartıyorsunuz.
Son devrin büyük din alimlerinden merhum Ahmed Davutoğlu hocamızın “Din Tahripçileri” (Bedir Yayınevi) adlı kitabını tedkik etmiş olsaydınız bu konuda aydınlanmış olurdunuz.
Peygamber Efendimiz’den bu yana İslâm’da büyük, nurlu, temiz bir cadde-i kübra olagelmiştir. Bu cadde Ehl-i Sünnet yoludur. Salih Selefler, müctehid imamlar, her asırda yaşamış ve hizmet etmiş ulema, meşayıh bu geniş cadde içinde bulunmuşlardır.
İbn Teymiyye, gulüvve sapmış bir kimsedir. Onun için “İlmi kadar aklı yoktur” denilmiştir.
Osmanlı devleti ve hilafeti din konusunda cadde-i kübrada gitmiştir. İbn Teymiye Osmanlıların has alimi, mürşidi değildir. Osmanlı devletine isyan etmiş olan Vehhabîlerin imamıdır.
“Ed-dürretü’l-seniyye fi’r-red ‘ale’l Vehhabiye” kitabının yazarı olan Mekke Şafiî reisü’l-uleması Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri İslâm Fütuhatı adlı kitabında Osmanlı devletini şu cümleyle övmektedir: “Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra Kur’an’a ve Sünnete en uygun hareket eden devlet Osmanlı devletidir.”
İmamı Gazali hazretlerinin kitaplarında mevzu hadîsler bulunduğuna dair cahilce bir iddia ve iftira vardır. Büyük muhaddislerden İmamı İrakî uzun yıllar çalışarak bu iddiayı çürüten bir eser yazmıştır.
Bugün, İslâm dünyasındaki birçok kötülük, fitne fesat, sapış; İmamı Gazalî, İmamı Rabbani, Abdülkadir Geylanî gibi büyüklerin yolundan ve metodundan sapılmasından dolayı meydana gelmiştir.
Bozuk bir fırka Müslümanların kısm-ı azamını (büyük kısmını) sapık, kafir, müşrik, bid’atçi ilan ediyor, doğru Müslüman olarak bir kendi fırkalarının mensuplarını görüyor. Bunlar İbn Teymiye’yi İmam kabul etmişlerdir. Size, ana caddeyi bırakıp da dar bir patikada sıkışıp kalmamanızı tavsiye etsem acaba bana darılır mısınız?
Şeriat ve Tarikat, zahir ve bâtın, fıkıh ve tasavvuf birbirleriyle uyuşmayan değerler değildir. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin Gunyetü’t-Tâlibîn kitabını okursanız, onun içinde Şeriata aykırı hiçbir şey bulamazsınız.
Ehl-i Sünnet Cadde-i Kübrasını bırakıp da dar yollara, çıkmaz sokaklara, patikalara sapan kardeşlerimizin hallerini görüyorsunuz.
İbn Teymiye, “Hâtemü’l-Evliya” olan Muhyiddin İbn Arabi için “O Şeyh-i Ekber değil, Şeyh-i Ekferdir” (en kâfir şeyhtir) demiştir. Şimdi biz Sünnî Müslümanlar ona mı inanalım, yoksa büyük bir çoğunluğun kıymetini takdir edip hürmet ettikleri ve övdükleri İbn Ârabî hazretlerine mi?
Bu coğrafyada İslâm’ın temeli Ehl-i Sünnettir, hem Şeriata hem Tarikata hürmettir, cadde-i kübradan gitmektir.
İbn Teymiye İslâm dünyasında ihvancılık hareketini başlatmıştır... Vehhabîlik hareketi bir tür ihvan hereketidir.
İbn Teymiye’nin ve takipçilerinin yanlış, hatalı tarafları hakkında bilgi edinmek isteyenler Arapça biliyorlarsa “Beraatü’l-Eş’ariyyîn” adlı kitabı mütalaa etmelidir. (Bu eseri Türkçeye tercüme ettirip “Ehl-i Sünnetin Müdafaası” ismiyle yayınlamıştım. Mevcudu kalmamıştır)
İslâm itidal dinidir. Müslümanların orta yolda yürümelerinde hayır vardır. Dinde aşırılıktan, gulüvvden uzak durmamız gerekir. İmamı Gazalîyi ve onun gibi Ehl-i Sünnet büyüklerini tenkid etmek, eserlerinde yanlışlar vardır demek, dolaylı şekilde dini baltalamak, Müslümanların kafalarını karıştırmak olur.
Hürmet ve selamlarımla


( M.Şevket Eygi,21 Mart 08 / Milli Gazete)

20 Mart 2008 Perşembe

Kum saatimin üzerinde ne kadar kum kaldı Yarabbi ?

AKP'ye oynanan oyunlar ve karşılıklı direncin sürdüğü çirkin bir atmosferden bunalmıştım. Kaç gündür evden dışarı da çıkmıyordum!

Gönlüm Allah adamlarına, Necip Fazıl merhumun deyişiyle cins kafalara özlem çekti. Dün geceki yakaza ile çağırdığım tulumbamdan gelenin etkisi ile derin devlet değil, derin (tasavvufi) sohbet arzuluyordum.

Kum saatimin üzerinde ne kadar kum kaldı Yarabbi ?

Üstelik ''iyi insanlar iyi atlara bindiler. Sonsuzluk kervanında, üç ayakla seken bir köpekçik olamamak da var. Aman Yarabbi, bunu düşünmek bile hüsran! Ey güzel sadıklara, sadık olan Kıtmir, sen ne mes'utsun..

Hafakan, cinnet der üstad buna..!

Allah'ım bana nasıl muamele edeceksin..?

Sen ''rahim''sin. Bense-çok iyi ve şiddetle bildiğin gibi- pis bir mücrim..!

Ölüm elçini bana nasıl yollayacaksın? Canımı çok yakacak mı? Ben çok korkacak mıyım?

Yüzü sapsarı olup, korkudan altına kaçıranlar var! Son pişmanlık fayda etmeyecek!

Ahh nefsim, bile bile günahlara daldın, beni yaktın, demek var..!

Uslanmayan, akıllanmayan çocuk ruhum, bir anda yaşlanacaksın!

Gönül ne kahve ister, ne kahvehane; gönül Allah sohbeti ister, Allah muhabbeti ister, gerisi bahane..

Hz. Mevlana Efendime sorarlar: Efendimiz, Allah sohbeti geçen yere, Allah muhabbeti yağarmış, ne buyurursunuz..O kuddise sirruh, sırlarını kendisine peçe etmiş, aşk güneşi her zamanki cezbe haliyle buyurur : ''Allah anılan meclise Allah celle yağar! '' Ahh bir anlayabilseydin nefsim..

Keşke bu günlüğümden kimselerin haberi olmasaydı..Belki riyasız kendimle konuşurdum..

Ve bir dağda seslenen deli/deni gibi seslenirdim :
- Allahım..! Bana nasıl muamele edeceksin..? Zannım iyi sana karşı Yarabbi, ümidim hep var. Ama şu merakım yok mu? ''Sonum varmış, bir bilsem..!''

Bu sıkıntılar içinde yolum ihya org’a düştü.(*) Orada kıssalar bölümünde Sevgili koca İmam Muhammed Gazali hazretlerinden (Kalplerin Keşfi) bir kıssanın bir kısmını buraya iliştirmek için geldim. Söz uzadı.İşte o kıssa, haddimden geçseydim, belki araya parantezler açardım (tamamını oradan okumak lazım) :

''Nakledildigine göre Hz. Isa (A.S.) bir gün bahçe sulayan bir delikanli ile karsilasir. Delikanli Hz. Isa'ya «Rabb'inden, sevgisinin zerre agirligindaki bir kısmını bana bagislamasini dile» der. Hz. Isa ona «sen zerre kadarina dayanamazsin diye karsilik verir.

Delikanli «o halde zerre kadarinin yansini versin» der. Bunun üzerine Hz. Isa onun için «Ya Rabb'i bu gence sevginin zerre kadarinin yarisini bagisla» diye dua eder ve yoluna devam eder.

Epeyce bir müddet sonra Hz. Isa'nin (A.S.) yolu yine oraya düşer, delikanlıyı sorar, «delirdi, dağlara çıktı» derler. Hz. Isa delikanliyi kendisine göstermesi için Allah (C.C)'a dua eder.

O sırada delikanliyi daglar arasinda görür onu gözlerini gök yüzüne dikmis ve bir kaya üzerinde dimdik ayakta dururken bulur. Hz. Isa (A.S.) delikanliya selâm verir, selâmini almaz, «ben Isa'yim» diye kendisini tanıtarak delikanlının ilgisini çekmeye çalışırken ulu Allah (C.C)'dan kendisine şu vahiy gelir: ''Kalbinde benim sevgimin yarım zerresini taşıyan kimse insanoğlunun sözünü hiç duyar mı? İzzet ve celâlim hakkı için sen onu testere ile ikiye biçsen onun acısını bile duymaz.''

Üç şeyden kendini kurtarmaksızın şu üç şeyi iddia eden kimse aldanmıştır: 1 — Dünyayi sevmesine ragmen Allah (C.C)'i zikretmekten lezzet aldığını söyteyen kimse. 2 — Insanları pohpohlamayi sevdigi halde amelde ihlâsi sevdigini iddia eden kimse. 3 — Nefsinin burnunu kırmaksizin Allah (C.C)'i sevdigini ileri süren kimse.

Peygamber'imiz (S.A.S.) şöyle buyuruyor: Öyle bir gün gelecek ki, ümmetim beş şeyi unutarak beş şeyi sevecektir:
1 — Dünyayı sevecek, ahireti unutacaklardır.
2 — Malı sevecekler, fakat ahiret günü hesaplaşmasını unutacaklardır.
3 — Mahlukatı sevecekler, yaratıcıyı unutacaklardır.
4 — Günahları sevecekler, tebveyi unutacaklardır.
5 — Köşkleri sevecekler, mezarları unutacaklardır.

(*) İhya org'da bu güzel kıssaları hazırlayan arkadaş, mümkünse Türkçe klavye/karakter kullanmaya özen gösterirse çok daha başarılı olur.

19 Mart 2008 Çarşamba

Yalnız Kur'an diyenler bugün Mevlid Kandilinde ne yapacaklar?



Bugün mübarek bir zaman dilimine girdik. Ömrümüzün her anı çok kıymetli, ama bazı yaşanılan zamanlar, diğerlerine göre çok daha kıymetli ve önemlidir.

Bir yolcunun, yolu üzerinde tabelalar, trafik işaretleri vardır. Sözgelimi İstanbul'dan Adıyaman'a gidiyorsanız, daha ne kadar yolunuzun kaldığını görür/bilirsiniz.
44 km kaldı dersiniz, artık geldim! Artık geldim.. Menzilde sayılırım!

Cennet hayatı gamsız tasasızdır ama pişmanlık vardır. Rahat koltukta belin ağrımadan oturup 4 boyutlu TV ile kainatın oluşumunu, yada Yusuf (as)'ın kıssasını izlerken, kendi yaşamını seyretmek istediğinde; boşa geçen gün ve zamanları görünce o sözü edilen pişmanlık saracak seni.

Mahşerde el işi yaparken bir ''Allah'' demesinin sevabını bile evladına vermeyen, git başımdan, benim derdim bana yetiyor diyen annenin; belkide el işi yaparken dediği ''Allah'', ''Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed''den hasıl olan sevap, amel defterinde günahları geçen kurtarıcı olacak!Belki o salavatı söylemeseydi, günah kefesi ağır gelecekti..

Cennette, dünya hayatında boşa geçen zamanlarımıza; fazladan uyuduklarımıza, fazladan konuştuklarımıza, TV karşısında heba ettiğimiz zamanlarımıza..büyük pişmanlık duyacağız.

Çünkü 8 derece olan cennetler, kendi içinde bile yaşayan mü'minlere, kurtulmuşlara; aynı meyveden, dünyadaki çalışmalarına göre farklı lezzetlerin alınacağı yerdir.

Kainatın övüncü bilindi sanıldıkça, meçhulünde oldu insanlık. Siyerlere serpiştirilen dünyalık gözlere yem sadedinde. O'na -Aleyhissalâtü Vesselam- en yakın olan Hz. Ebubekir (ra) gibi zatlar, mutlaka diğer insanlardan çok şeyler biliyorlar. Ama bilinmesi gerekenlerin kaçta kaçı..

''Bana dünyanızdan güzel koku, kadınlar ve gözümün nuru namaz sevdirildi'' hadisinde nice sırlar gizli. ''Dünyanızdan..'' İçimizden gönderilen elçi idi, ama bizden biri değildi. Hani uzaydan bir uzaylı gelir ve dünyalılar diye hitap eder ya..O-Aleyhissalâtü Vesselam- haşa uzaylı değildi. Görünüşte un eleyen, hamur yapan bir kadının oğlu idi.
Rivayet ederler, (ya Hz. Fatıma, ya Hz. Aişe ra olacak) birgün Fahri Alem -Aleyhissalâtü Vesselam- Efendimize sorarlar: ''Sen mi daha güzelsin, Hz.Yusuf mu diye. O -Aleyhissalâtü Vesselam- efendimiz, cevaben ''Övünmek yok, ben kardeşim Yusuf'dan daha güzelim'' buyurunca. Bakışma olur. Bir kamil mürşid Hz. Mevlana kuddise sirruh deyişiyle, kalp casusu olursa, Allah celle celaluhün bildirmesiyle kalpten geçenleri bilir de, Kainatın Övüncü bilmez mi?

İşte o anda Efendimiz Hz.Aişe (yada Fatıma) annemize buyurur: Tekrar dön yüzüme bak..Annemiz gördüğü farklı güzellik karşısında, düşer bayılır.

Perdeler, perdeler..Allah azze ve celle dilerse ölmezden önce perdeleri kaldırır. Her peygamberden daha güzeldi -Aleyhissalâtü Vesselam- ve bütün peygamber kardeşlerinden üstün. Kur'an edebiyat düşkünü araplar içinden kainata yayılan bir nurdu ve Yusuf (as)'dan güzel bir cemal ile görünmek, hikmete ve o cemiyete/şartlara uygun olmazdı.

Annemize, şüpheye düşmesin demiyelim ama, itminan olsun, gönlünün imanına gözü de inansın diye bir anlık hakiki çehresini gösteren, aydan aydın; güneşte gölgesi olmayan O nur -Aleyhissalâtü Vesselamın- ''dünyanızdan sevdirildi..'' buyruğunda nice sırlar gizli Allahım.

Bizim gibi ama bizden değiller. Peygamberler, sahabe ve sonra Allah Tealanın gökkubesi içindeki velileri..Bizim gibiler ama bizden değiller. Sırları ile yangın yerine dönmüş gönülleriyle; hepsi de bize ''dünyanızdan'' diyen hal ile bakıyorlar.''Sevdiriliyor'' onlarda seviyorlar.

''Ne az düşünüyorsunuz !''ayet mealince biz düşünmeyi de unuttuk. Küçücük beynimiz, dünyevi meseleler ve boş kaygılarla dopdoluyken, şu kandil ikliminde O'nu -Aleyhissalâtü Vesselam- yadetmeye ne kadar muktediriz..?

Allah bir kuluna salavatın lezzetini bir an tattırsa, onu görenler deli sanırlar!O lezzet devamlı bir cezbeye dönüşse, insan kendisini vallahi çöllere atar ve yemeden içmeden günlerce yaşar da, karnı acıkmaz..

Ey yaşamımızın anlamı!
Ey ''ümmetim'' diyerek "Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir." (Tevbe Suresi, 128) ayeti ile bize merhameti tescillenen Nebi..
Mahşer yerinde utancımızdan, huzurundan geçerken, ne yüzle hep merak ettiğimiz, özlediğimiz nur cemaline bakmak için başımızı kaldırabileceğiz..?

Anlamadık, anlasaydık böyle olmazdık. Şükrümüz Alemlerin Rabbine ki, bizi Sevgilisine -Aleyhissalâtü Vesselam- ümmet kıldı. Hz.Musa (as) nın imrenip dilediği, Hz. İsa (as)'ın imrenip istediği ve kendisine son zamanda verilecek olan ''ümmetliği''.

Peygamberler sana ümmet olabilmek için yalvardı..Allahım bu nimetin kadrini anlamak ve ona göre yaşamak nasip eyle.Amin.

Aslında ne kadar yazılsa hep eksik kalacak bir bahistir -Aleyhissalâtü Vesselamdan- anlatmak.
Bir kaç ayet meali ile burada bırakalım.Bu ayet meallerini Elmalılı, M.Vehbi Ef. tefsirlerinden okumalı. Kur'andan başka tanımam diyenlere :


''İndirdiğimi insanlara açıkla!'' Nahl 44

''Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!''Haşr 7

''O, [Resulüm] vahiyden başkasını söylemez.'' Necm 3,4

''Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!'' Araf 158, Nur 54

''Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.'' Nisa 80

''Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.''Ahzab 36

''Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.'' Nisa 13,14

''İhtilaflı bir işin hükmünü Allah’tan [Kur’andan] ve Resulünden [Sünnetten] anlayın!'' Nisa 59

''O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.'' Araf 157

''Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: “İşittik, itaat ettik” demek, ancak müminlerin sözüdür, işte kurtuluşa erenler onlardır.'' Nur 51
'
'Allah’a ve Resulüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.'' Enfal 13

''Allah’a ve Resulüne itaat edin! (uymayıp) yüz çeviren (kâfirdir) Allah da kâfirleri sevmez.''
Al-i İmran 32

''Allah ile resullerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyen kâfirdir.'' Nisa 150,151

''De ki, "Eğer Allahı seviyorsanız, bana uyun!" Allah ta sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.'' Ali İmran 31

''Kim, Allaha ve Resulüne itaat ederse, elbette en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.'' Ahzab 71

Kadınlar ne ister ?

2007 Mayısından arama motoru tanıştırdı beni T.Suat Demren ile. (Arama motoru cümlesi çok şık gelmiyor bana, edebi bir alanda motorun işi ne, tamirhane gibi. Google dememek için, reklam olacakmış. Varsın olsun, bir kelime ile dünyayı önümüze getiriyorlar.Bundan sonra arama motoru demiyeceğim.)

Suat dostum, öncelikle polemik ustasıdır. Siyasi, politik, felsefi konularda az bulunur. O’da aslan burcu ve birbirimize fotograflarımızı gönderdik..(ne aşk :) Mayıs 2007’den beri dostluğumuz sürüyor. İslami konularda da oldukça bilgi/fikir sahibidi.Tabiki anlaşamadığımız ve sık sık tartıştığımız alan da burası. Karşılıklı kızmalara, sitemlere varsa da (ençok da ben), medeni olgunluğumuzla; karşılıklı olarak insana saygıda kusur etmiyoruz.(En azından niyet bu). Biz, fikirle, insanın ayrı tutmasını başaranlardanız. Suat buna çoğulculuk diyor. Ayrıntılara girmeyeceğim. En azından İslami konularda anlaşamamakta anlaştık. Günlüğümü yazdığım bu bloğu da bana kendisi hazırladı.Tekrar çok teşekkür. Hatta burayı ziyaret eden bir-kaç kişiden ilkidir ve site şifreleri onda da olduğu için dilerse bu yazıya da parantez içinde itirazlarını ilave edebilir. Yok yapmaz o uslu çocuktur, nede olsa yaşca ben abisi yerineyim.

İnsanları seviyorum. Suat’ı da..İslami konularda anlaşmazlığımız ölene dek devam etse de..
Uzattım farkındayım. Aslında bu yazıyı sabah yazmıştım, teknik hata ile yok oldu ve ben bir yazdığımı tekrar yazmaktan nefret ederim! Başka bir konu olsaydı, tekrar denemezdim sanırım. İşte benim Suat kardeşim ile tanışmama sebep olan yazısı (Mel Gibson’un o filmini seyredilir kılan, kadınların içinden geçenleri duymasıydı değil mi Suat, desem, Suat film analizi ile bir makale yazar mı yazar, ama o politik yazmayı daha çok seviyor) tamam tamam kestim 19.03.08:

Kadınlar Ne İster? / T.Suat Demren / www.dusunceler.org
by Suat
Yok, Mel Gibson’ın “What Women Want?” filminden bahsetmiyorum.
Ekşi sözlükte bir yazarın “Freud’un ölürken bile delicesine merak ettiği şey” dediği “Kadınlar ne ister?” sorusu hiç kuşkusuz dünyanın en zor sorularından birisi.
Kadınların ne istediğine gelmeden önce biraz “aşk”tan bahsedeyim.
Hiçbir zaman aşka itibar etmedim; yok elbette ben de aşık oldum/olduğumu sandım -hem de birkaç kez- ama “insanî aşk” kavramını gerçekçi görmedim.
Epey zaman önce materyalist bir yorumcu ile “insan zihni ve duyguları”nı tartışırken muhatabım aşk için “Doğanın neslin devamının garantisi için bulduğu iki cinsi birbirine bağlayan geçici tutkal” ifadesini kullanmıştı.
Elbette materyalizmin insan zihni ve duygularını beyindeki nöronların etkileşiminden ibaret gören bakışına katılmıyorum ama aşkın “geçici” olduğunda hemfikirim.
Birçok kişi “hoşlanmak” ya da “hayran olmak” ile “aşk”ı kolayca birbirine karıştırdığı için “aşk” kolayca olunabilen, tabii kolayca olunduğu için de kolayca üstesinden gelinebilen ucuz ve sıradan bir duyguya dönüştürülüyor.
Halbuki aşk başkadır.
Hem dayanılmaz acılar yaşatır hem de insanı mutluluğun zirvesine çıkartır aşk; maşukun sesini duyduğunuz, yüzünü gördüğünüz hatta görüp duymasanız bile biryerlerde varlığını hissettiğiniz anda avuçlarınız terlemeye, kalbiniz deli gibi çarpmaya başlar, o üzgünken sizin de kalbiniz acır, tarif edemediğiniz bir çekim yüzünden ondan bir türlü kopamazsınız. Onu yalnızca O olduğu için sever, “güzellik görecelidir”i haklı çıkartacak biçimde sevdiğinizin “dünyanın en güzeli” olduğunu sanırsınız.
Yaradan’a serzeniştir aşk; “yüklediğin yükle yıkıldım kaldım..” diyerek.
“İnsanî aşk”ı gerçekçi görmem demiştim; bana göre insanların yaşadığı bu duygu, “İlahî aşk”ın bir ön provasıdır; gönül derinliğini ölçmeye, bu derinliğin farkına varmaya yarayan bir tecrübedir.
“İlahî Aşk” bambaşka bir konu olduğu için geçelim.
Sevgiye evrilmeyen “insanî aşk” kadüktür ve bu “geçici tutkal” çözülmeye mahkumdur. O yüzden aslolan sevgidir, aşk değil.
“İnsanî aşk”ın maşuka ulaşılıncaya kadar kişiyi perişan etmesi ama ulaşınca bitmesi de bunda önemli bir delil olabilir belki.. Ama her halukarda bu işi akılla çözmeye çalışmak beyhudedir. Mevlana da “aşkın şerhinde (açıklamasında) akıl, çamura batmış eşek gibidir.” derken aklın çaresizliğine vurgu yapmıştır.
Aşka -aslında son derece ehliyetsiz bir biçimde- kısaca değindikten sonra Kadınlar ne ister?” sorusuna gelelim.
Hemen söyleyeyim bilmiyorum; sadece anlamaya çalışıyorum.
Herhalde bunlar klasik isteklerdir; aşık olunmak/sevilmek, beğenilmek, değer verilmek, anlayış görmek, her durum ve şartta övülmek, kıskanılmak, affedilmek, asla yaşlanmamak, özel olduğunu hissetmek, korunmak, kollanılmak -feminist tepkileri görür gibiyim- , kaynanasız olmak, dünyanın kendi etraflarında döndüğünü sanmak ve sadece kendileri varmış gibi ilgilenilmek, eşitliği savunmakla birlikte hesabı size ödedip, askere sizi göndermek (bu şaka), sürekli sağlam bir kariyer istediklerini belirtmek ama ilk fırsatta evlenip çocuk sahibi olmak, vs vs. Liste uzatılabilir.
Sevilmek isterler ama kaçarlar. Kovalarsanız daha da kaçarlar. Kovalamayı bırakırsanız bozulurlar. Kaçmaya çalışırsanız bu kez de kovalamaya başlarlar.
Nerden kaydetmişim bilmiyorum bilgisayarıma, işte birkaç klasik davranış daha:
İltifat edersiniz “yalan” der, etmezseniz bırakır gider. Her isteğine evet derseniz karaktersiz olursunuz, karşı çıkarsanız anlayışsız. Çok yanına giderseniz “sıkıldım” der, az giderseniz küser. İyi giyinirseniz “çapkın” der, dikkat etmezseniz zevksizlikle suçlar. Kıskanırsınız “huyun kötü” der, kıskanmazsınız “sevmiyorsun” der.
Siz bir dakika geç kalın kıyamet kopar, kendisi bir saat gecikirse “bunda ne var?”der. Arkadaşınızla buluşursunuz adı ihmal olur, o buluşur “bizim kızlar” olur. Siz başka kadına bakacak olsanız gözleriniz oyulur, başka bir adam ona baktığında adı “hayranlık” olur. Konuştuğunuz anda dinlemenizi ister, dinlediğiniz anda “neden konuşmuyorsun?” der.
Benim gözlemime göre birçoğu özel gün fetişistidir. Unutulması durumunda dünyayı size zindan ederler.
Hiç tahmin edilmeyecek tepkiler verirler. Bambaşka bir konuda konuşurken öyle bir soru sorarlar ki mantık üstadları mezarında ters döner.
Philo Sophia Loren’de okumuştum. 1.Dünya savaşı yıllarında Enver Paşa’nın ardından yurtdışına kaçmaya çalışan eşi Naciye Sultan dadı kıyafeti giymek zorundadır. Dadı kıyafetinde başa şapka takılır. Naciye Sultan şapkanın yüzüne ve saçlarına yakışmadığını düşünerek bir berber çağırılmasını ve saçlarının düzeltilmesini isteyince orada bulunanlardan birisi “bunu bu anda düşünmek için ve yapabilmek için ancak kadın olmalı!” der.
Kaçarken bile güzelliği düşünmek? Evet bazı şeyleri yapabimek için ancak kadın olmalı..
Çok akıllılardır, akılları ile sizi şaşkına çeviririler ama sezgileri her zaman akıllarından önde gider.
Kadınları çözmeye çalıştıkça daha da karmaşıklaşır herşey. Bir labirentte kaybolduğunuzu hissedersiniz.
Bunu biraz abartıp genelleştirenler “kadınlar ne ister” sorusuna “erkeğin o anda düşünemeyeceği ya da veremeyeceği herşeyi isterler” şeklinde cevap verirler.
Ama işte “aşk” böyle anlamlı belki de. Erkekleri çeken, tutsak eden ve kadınları yaratılışta “eş”imiz yapan bu karmaşadır kimbilir?
Erkek ve kadını bir bütün olarak görmüşümdür hep; birbirlerinin eksikliklerini kapatan, dişli gibi kenetlenerek anlam kazanan, birbirlerinde sukûnete ulaşan, yaratılışın iki muhteşem eseri olarak..
Karşılıklı sevgiyle beslenen mutlu bir evlilik ve bunun meyvası olan çocuk/lar kadar insana huzur veren hiçbirşey yoktur.
Birbirimizin değerini bilmeliyiz..
Neyse; boyumuzdan büyük yerlere daldık..
Gündem boğdu son günlerde ve pazar rehaveti ile böyle bir yazı çıktı; idare edin..

18 Mart 2008 Salı

organ nakli

''İş için Ukrayna'da bulunduğu belirtilen Mehmet Gül hayatını kaybetti. Edinilen bilgilere göre Gül, dün gece Ukrayna’da fenalaşarak hastaneye kaldırıldı. Belli bir süre yaşam ünitesine bağlı kalan Gül, daha sonra yaşamını yitirdi. Gül’ün ölüm nedeni henüz açıklanmazken, nedenin daha önce de yaşadığı karaciğer sorunu olabileceği bildirildi. Mehmet Gül'e 2007 yılında Hepatit-B'den siroza dönüşen hastalığı sonucu karaciğer nakli yapılmıştı.'' (medyadan)

"Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz" (Ankebut Suresi, 57 )

Konumuz siyasi bir kimliğin analizini yapmak değil.Her Müslüman bildiğimize ve Gül’e Allah rahmet eylesin deriz. Allah’dan geldik, yine O’na döneceğiz. Bunu ezberci düşünmeyelim. Gözlerimizi kapatalım ve kendi iç dünyamızda yaşayalım. Yaşadığımızın ispatı da, gözlerimizden akacak olan yaşlar olsun. Üstad N.Fazıl rahmetlinin Tabut şiirindeki dizeleri gibi :

''Cılız vücuduma tam görünse de,
İçim, bu dar yere sığılmaz diyor.
Geride kalanlar hep dövünse de,
İnsan birer birer yine giriyor.''

"O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de dirimi de takdir edip yaratandır" (el-Mülk, 67/2).

Hep birilerinin ölümünü seyrederiz.Kendimize sıra gelmek üzere olduğunu kabullenmeyiz. Zaten bize şu kıyafet, bu tarz, şu söz yakışır ama ''ölüm'' asla.. Onu bir türlü yakıştıramayız kendimize..

Mehmet Gül merhumun siyasi kimliği ile değil, Hepatit-B, siroz ve karaciğer, yani organ nakli konumuz. O’da artık sağlık sorununu halletmenin ve organ bağışıyla elde ettiği karaciğer nakli ile, işlerine umutla ve yeni bir moralle sarılıp, bunun için Ukrayna’lara bile gitmişti.

"Şöyle de: Siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine şüphesiz öldürülecekleri yerlere çıkıp giderlerdi" (Âl-i İmrân, 3/154)

Organ nakli için çok şeyler konuşulur. Bir keresinde Prof.Cevat Akşit hocayı dinlemiştim. İslam’da organ nakli caiz mi, diye soranlara :''Yıllardır bu işin içindeyim, araştırıyorum; kitapta bunun yerini (olurunu) bulamadım, caizdir diye fetva veremem'' demişti. Keza Yusuf Kerimoğlu vb. gibi alimler aynı kanatte. Elbette karşı yorumlarda bulunanlar da var ve son devir alimlerinden (molla) İsmail Çetin hoca efendinin organ nakline caizdir diye fetva verdiğini biliyoruz. İttifak edilen hükümse, organın mal gibi asla satılamıyacağı.Organ nakli hakkında seleften-halefe haramdır diye bir içtihad/fetva bizlere ulaşmadığına göre; en azından haramdır hükmünün ''yenilerce'' verilmemesi gerekir.Mesele de zaten caiz mi, değil mi noktasında tartışılıyor.

Organ nakli meselesinde din farkı bir önem arzetmiyor. Mesela bir Müslümanın, gayri müslime organının nakli, yada tersi..Belki fıtrat, organ naklinin Müslümanlar arasında olmasını ister, aynı şeyi bir gayri müslim de dileyebilir ama bunda direnmemek gerekir. Meseleye insancıl boyuttan bakmak gerek.

Sanırım bu konuda en uçta duran bir insan bile, en azından, yakın aile/akraba söz konusu olunca dayanamaz. Sevdiğinizin göz göre göre ölmesini istemezsiniz. En azından bir can kurtarmaya sebep olmak insanı sonsuz mutlu eder, bu can ister müslim, isterse gayri müslim olsun farketmez. Herşeyi Allah (cc) yarattı. Bilindiği gibi dinimizin bir hükmü vardır. “Zaruretler, yasak olan şeyleri mubah kılar.” (Mecelle)

İmam-ı Azam Hazretlerinin (RA) ölmüş bir annenin karnının yarılıp, bebeğin kurtarılmasını istediği eski kitaplardan Eşbah’da kayıtlı diyenler var. Vicdan, organ naklini- satmamak ve ticarete alet etmeksizin- gerekli görüyor.

Bir konu yazayım dedim, kaç türlü açılımı çıktı. Organ nakli konusunda son devir alimİsmail Çetin hoca efendi, Allah kendisinden razı olsun, son derece takva, ilmiyle amil ve muteber/saygın otoritedir.Birileri gibi medyada boy göstermez o Allah dostları. Beni de İsmail hocanın fetvası bağlar.Yani organ nakli mecburiyeti olursa evet diyenlerdenim. İşte mezhepler de buna benzer doğdu. Sahabeden gelen farklı fetvaları her büyük imam, hem ilmi kıstaslarla hemde kendi meşrebince kaydedip onunla amel ettiler.Kimi ruhsatla, kimi azimetle..Coğrafi şartlar,sosyal yapı..

Mehmet Gül ile başlamıştık. Karaciğer gibi bulunması zor bir organla, yenilenmiş ve artık Ukrayna’lara falan koşturmaya başlamıştı..Hani diyorlar ya, organ bağışla hayat kurtarır!

"Nerede olursanız olun, tahkîm edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur" (en-Nisâ, 4/78)

''De ki: 'Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)

Organ bağışı hayat kurtarır!Aslında dünya gözü ile öyle görünüyor ve söyleniyor.Sebepler önemli tabi. Sebeplere yapışmak ve gereğini yapmak.Kader.. Hani azl (cinselliği yaşama zamanı çocuk olmaması için spremin dışarı atılması) konusunda Alemlerin Efendisi -aleyhisselatü vesselama- korunayım mı, diye soran sahabiye (mealen) : Korunsan da, korunmasan da birdir. Allah’ın dileği olur.(Yani ezelde taktir edilen ruh, taktir edildiği zamanda/mekanda ve kişilerden gelecektir) hadisesine benzetiyorum bu organ naklini. Yeni (kullanılmış) bir organ edinsen de bir, edinmesen de..Ölüm konusunda taktir olunanın önüne geçemiyorsun. Böbrek nakli gibi organlar istisna, haftada birkaç gün makineye gitmekten ve saatlerce zaman harcamaktan kurtulmuş olunur.Bir başka önemli nokta da, acı çekerek yaşayıp ölüme varmıyorsun. Yoksa birilerinin sandığı gibi, ölüm zamanını geciktiremiyorsun.

İşte Gül, karaciğer gibi en önemli organı buldu ama birkaç ay sonra azrail kapıyı çaldı.''Hadi yolculuk var, gidiyoruz!''

''Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız.'' (Yunus Suresi, 24)

Organ nakli konusunda ayrıca Muhterem Dr.Ebubekir Sifil hocanın şu makalelerine de bakılabilir.

17 Mart 2008 Pazartesi

1 Yahudi 100 Müslüman’dan daha güçlü / Dr.Faruk Saleem

Aşağıda okuyacağınız yazıyı, not defteri gibi kullanacağım bu blogda saklamam gerek. Harcanacak, günümüzün karmaşasında net / gazete sayfalarında unutulacak bir makale olmadığını, olur da yolu buraya düşen olursa, okuduktan sonra kabul edecektir.Avrupa'nın ''ortaçağda'' banyosuz, helasız, ilimsiz, irfansız fukaralık içinde debelendiği demlerde; İslamlarda sayılamayacak kadar ilim öncülerini hayal ettikten sonra bu yazı bir Müslümana daha çok dokunuyor. Sonra gelsin nedenler, niçinler, amalar..Sözü uzatmayayım, işte bahsettiğim yazı :

Dr.Faruk Saleem / Pakistanlı bir bilim adamı… Yazar, İslamabad

Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var, Kuzey ve Güney Amerika’da yedi milyon, Asya’da beş milyon, Avrupa’da iki milyon ve Afrika’da 100,000 kişi. Tek bir Yahudi’ye 100 tane Müslüman düşmektedir. Buna rağmen Yahudiler tüm Müslümanların toplamından yüz kez daha güçlüdürler.

Nedenini hiç merak ettiniz mi?

Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından ” Yüzyıl’ın Adamı ” seçilen Albert Einstein bir Yahudi’ydi. Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudi’ydi.
Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman da öyle. İşte size ürettikleriyle tüm insanlığa zenginlik katmış olan Yahudilerden bazıları:
Benjamin Rubin insanlığa aşı iğnesini verdi.
Jonas Salk ilk çocuk felci aşısını geliştirdi.
Albert Sabin çocuk felci aşısını daha da geliştirdi.
Gertrude Elion lösemiye karşı ilacı verdi.
Baruch Blumberg Hepatit B aşısını geliştirdi.
Paul Ehrlich frengiye karşı bir tedavi buldu. (cinsel temasla bulaşan bir hastalık).
Elie Metchnikoff bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazandı.
Bernard Katz nöromüsküler iletişim ( kas -sinir sistemi arası iletişim ) alanında Nobel ödülü kazandı.
Andrew Schally endokrinoloji ( metabolik sistem rahatsızlıkları, diabet, hipertiroid )
Aaaron Beck Cognitive Terapi (akli bozuklukları depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemi) geliştirdi.
Gregory Pincus ilk doğum kontrol hapını geliştirdi.
Gerald Wald insan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı.
Stanley Cohen embriyoloji ( embriyon ve gelişimi çalışmaları ) dalında Nobel aldı.
Willem Kolff böbrek diyaliz makinesini yarattı.
Müslümanlar da dahil tüm hastalar Yahudilerin bu buluşlarından yararlanıyor, sağlığına kavuşuyor.
Peter Schultz optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, Benno Strauss paslanmaz çeliği, Isador Kisse sesli filmleri, Emile Berliner telefon mikrofonunu ve Charles Ginsburg videotape kayıt makinesini geliştirdi.
Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini icat etti.
Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirdi.

Son 105 yılda 14 milyon Yahudi bilim dalında
100’ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken, 1,4 milyar Müslüman yalnızca üç Nobel kazandı. Neden Yahudiler bu kadar güçlü?

Yahudi inancına bağlı ünlü yatırımcılar:
Ralph Lauren ( Polo ), Levi Strauss ( Levi’s Jeans ), Howard Schultz ( Starbuck’s ), Sergei Brin ( Google ), Michael Dell ( Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle ), Donna Karan ( DKNY), Irv Robbins ( Baskins & Robbins ) ve Bill Rosenberg ( Dunkin Dougnuts ).
Yale Üniversitesi’nin Başkanı Richard Levin bir Yahudi’dir.

Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers, Dustin Hoffman, Michael Douglas, Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk’ın da Yahudi olduklarını biliyor muydunuz?

Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler:
Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210), Neil Simon (The Odd Couple), Andrew Vaina (Rambo 1 /2 / 3), Michael Mann (Starzky and Hutch ), Milos Forman (One Flew Over The Cuckoo’s Nest, Amadeus), Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat), Ivan Reitman (Ghostbusters), Kohen Kardeşler, William Wyler.

William James Sidis, 250–300 lük I.Q derecesiyle dünyanın gördüğü en parlak insandır. Bilin bakalım hangi dine mensuptur?
Soru: Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür?
Cevap: Eğitim
(Sorgulayıcı, Araştırıcı, Yaratıcı)
Soru: Neden Müslümanlar bu kadar güçsüzdür?
Cevap: Yanlış Eğitim veya Sıfır Eğitim
(Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci)
Gezegenimizde yaklaşık 1 476 233 470 Müslüman yaşamaktadır. Asya’da 1 milyar, 400 milyon Afrika’da, 44 milyon Avrupa’da ve 6 milyon Amerika kıtasında. Toplam dünya nüfusu içinde her beş kişiden biri Müslüman’dır. Her bir Hindu’ya iki Müslüman düşmektedir, her bir Budist’e karşılık iki Müslüman vardır ve her bir Yahudi’ye karşılık 100 adet Müslüman bulunmaktadır.
Neden Müslümanların bu kadar kalabalığa rağmen güçsüz olduklarını hiç merak ettiniz mi?
Nedeni şudur:
İslam Konferansı Örgütü’nün ( OIC ) 57 üyesi ülkelerin tümünde 500 adet üniversite bulunmaktadır ve üniversite başına üç milyon Müslüman düşmektedir. Sadece ABD’de 5758 üniversite vardır. 2004 yılında Shanghai Jiao Tong Üniversitesi ” Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi” hazırlamış ve ilginçtir ki Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500 e giren üniversite yoktur.
UNDP tarafından toplanan verilere göre Hıristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse % 90 ve bunlardan 15 Hıristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı % 100 dür.

Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı oranı yaklaşık % 40 olup, % 100 okur-yazar oranına sahip bir Müslüman ülke yoktur. Hıristiyan dünyasındaki “okur-yazar” ın % 98 i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran % 50’dir. Hıristiyan dünyadaki okur-yazarların % 40 ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında % 2′yi geçememektedir.

Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı 230 olup her bilim adamına düşen Müslüman sayısı 1 milyon kişidir. ABD her 1 milyon Amerikalıya karşılık yaklaşık 4000 bilim adamına, Japonya 5000 bilim adamına sahiptir.
Tüm Arap dünyasındaki tam -zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 000 kişidir ve her bir milyon Arap nüfusa50 teknisyen düşmektedir. ( Bu sayı Hıristiyan dünyasında bir milyon kişiye 1000 teknisyendir. ) Ek olarak İslam dünyası gayrı safi milli hasılasının yalnızca % 0.2 sini araştırma- geliştirme bütçesi
olarak ayırmaktayken Hıristiyan dünyası % 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır.

Sonuç: İslam dünyası bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur.

1000 kişiye düşen günlük gazete sayısı ve bir milyon kişiye düşen kitap çeşidi bilginin toplum içine yayılıp yayılmadığının iki önemli göstergesidir. Pakistan’da 1000 kişiye 23 günlük gazete düşerken bu sayı Singapur’da 360’dır. İngiltere’de her 1000 stand için 2000 çeşit kitap bulunurken, Mısır’da kitap çeşidi 20’dir.

Sonuç: İslam dünyası bilgi yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır. Bilgi uygulamasının önemli göstergelerinden biri ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki
oranıdır.

Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran % 1, Suudi Arabistan’ın % 0.3, Kuveyt, Fas, ve Cezayir’in aynı şekilde % 0.3 tür. Singapur’da bu oran % 58′dir.

Sonuç: İslam Dünyası bilgi uygulamasını gerçekleştirememektedir
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgi üretmiyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgiyi yayamıyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür?
Çünkü bilgiyi uygulamıyoruz.

Ve gelecek bilgi- temelli toplumlara aittir. İlginçtir, OIC üyesi 57 ülkenin gayrı safi milli hâsılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. ABD, tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte, Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3.8trilyon dolar ve Almanya 2.4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. (Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır.)

Petrol zengini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar hep birlikte 500 milyar dolarlık mal ve hizmet üretmektedirler ve bunların çoğu petroldür. Mal ve hizmet üretimi İspanya’da 1 trilyon doların üzerindedir.

Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleşmektedir.

Budist Tayland 545 milyar dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İslam Dünyasının gayrı safi milli hasılasının tüm dünya gayrı safi milli hasılası içindeki oranı hızla azalmaktadır.
O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür?
Cevap: Eğitim Yoksunluğu
Tam anlamıyla söylersek kaliteli eğitim yoksunluğu. Çok kesin biçimde söylersek akılcı olmayan, din eksenli ve çağdışı eğitim.

WWW.MORALHABER.NET

15 Mart 2008 Cumartesi

Merhaba İnziva..

Bismillah diyelim, hayır getirsin.

Bu blogda haliyle düşüncelerimi ve bazen şiirlerimi bulacaksınız..Medyada önemli bulduğum bilgileri de burada, aslında önce kendim için saklamak istiyorum. Dilerseniz sizler de gönderebilirisiniz.

Hüzün bir keyiftir.Aslında her kahkahada bir hüzün vardır.Çünkü her kahkaha, bir an sonra kainatta göremiyeceğimiz bir şekilde ''zerre'' olacak; geri dönülmez, yakalanmaz, aslı gibi tekrarlanmaz bir ''hatıra'' olarak geçmişte saklanacak! Nasılki her nefes, sonsuzluk caddesine bir adım ve geri dönüşü mümkün değilse, kahkahadaki hüznü de bu mantık içinde aramak lazım..

Şairlerden ençok Necip Fazıl Kısakürek üstadı severim.Ürperti verir şiirleri içime. Sonsuzu kurcalayan, ölümle yatıp-kalkan bir adam.

Birgün erkek kardeşimle Eyüp Mezarlığında üstadın dinlendiği yere (mezarına) gittik.Ben üstada hüzünle seslenip : '' Üstadım, durumunuz nedir? Allah izin verirse rüyama beklerim, seni çok seviyorum '' dedim.

Yalan olmasın 2 yada 3. gece üstadı rüyamda çok güzel tebessümle gördüm. Namaz kıldık birlikte. Hani ''saat'' şirinin bir yerinde :

''Dün hâtıra, yarın hayal, bugün ne?
İki renk arası bir çizgicik pay.
Ne devlet zamanı bütünleyene!
Ebed bestecisi bir çark ve bir yay.''
dediği bugün ne, bu an ne sorularını ben genelde hazlar ülkesinden bir tadı yaşarken düşünmüşümdür. Mesela yemek yemenin lezzeti, tadı..

Yada cinselliğin (şehvetin doruğunda) yaşama süresi bitince geriye kalan nedir? (Çocuk demeyin hemen :)

Geriye kalan bir hayaldir ve lezzet namına bir hiç..! Evet koca bir hiç..

Olurda birilerinin yolu bu bloğa düşerse, bana bunu hissettirsinler yorumlarıyla. Kimbilir belkide kendi kendime yazıp okurum. Olsun burası benim aynı zamanda hatıra defterim. Hatta inziva odam..Bu sebeple ilk yazımın adı ''merhaba inziva'' oldu ya..Laf aramızda hiç de anlamıyorum bu blog işinden. Mesela bu yazıya güzel bir İstanbul resmi yapıştırmak isterdim, be-ce-re-me-dim..(ee daha bloğu incelemeden yazmaya başladın anacım..)

Bütün saçmalıklarımı, düşlerimi, hatıralarımı, düşünce adına bende olan biteni burada yazmak fikrine kolay gelmedim. Halada acaba iyi mi yaptım demekten kendimi alamıyorum..

Avusturya'dan anavatana bakış farkını hissetirmek de düşüncelerim arasında.Yurdumda demokrasi yok, laiklik yok. Üç-beş adam, millete rağmen seçilmişleri al aşağı etmeye derdinde. Çok yazık..!

Memleket dedim de, ahh İstanbul..!

Selam olsun sana..Aşık olduğum şehir..

Aşka da selam olsun, aşıklara da..

Galiba yazı uzun oldu.. Geri dönüp imla ve kurgu hatası ile kontrolü hiiiç sevmiyorum.Şimdiden bu tembelliğimi mazur görün.Uzun yazılardan artık kendim sıkılıyorum.Yaşlanıyorum (galiba demiyeceğim).

Böylelikle ilk yazımı tamamlamış olsun.15.03.08