7 Temmuz 2008 Pazartesi

EBUBEKİR SİFİL İLE MÜLAKAT-4 “İLİM ÜRETEMEDİK, MEVCUDU TÜKETİYORUZ"


- Şimdi işin ilim dünyası, ilim adamı boyutu var. Yine, dünyada yaşanan bir İslami pratik var İslam ülkeleri için. İslam ülkelerindeki farklı coğrafyalarda yaşanan İslamî pratikler çoğu zaman birbirinden farklı farklı. İslamî hareketler var. İslamî hizmet yaptığını söyleyen çalışmalar, gruplar var. Bunları teorik olarak destekleyen İslamî düşünceler var. Özellikle yakın dönem için, geçmiş az çok tartışılıyor konuşuluyor vs. Yakın dönemde ortalık biraz daha bulanık gibi. Diğer ülkeleri de bir kenara bırakalım isterseniz, Türkiye’de yaşanan Müslümanlık bağlamında, yakın dönemde yaşanan gelişmeler, bizim serüvenimiz, gidiş noktamızı nasıl buluyorsunuz? Bir de bununla bağlantılı olarak, bir yerelleşme olgusu var; yerel özelliklerin bir harekete, düşünceye yansıması. Yani biraz somutlaştırırsak, mesela 12 Eylül sonrasında İslamî camia genelde tercüme eserlerden besleniyordu. İşte Suriye, Mısır, Pakistan vs. zaman içinde bundan kaynaklanan bazı sıkıntılar da yaşadık. Yani bizim topraklarımızda yeşermeyen ağacın meyvesi bizi biraz rahatsız etti. Yani rahatsız etti derken, Kuran ve sünnet ölçüsünde değil, onun ötesinde pratik açıdan söylüyorum. Bütün bunları da içine alan bir değerlendirme yapar mısınız?

- Aslında İslam dünyasının dününü konuşurken biz farkında olalım ya da olmayalım Osmanlıyı konuşmuş oluyoruz. Ya da İslam dünyasının dününü konuşmak için, Osmanlıyı konuşmak lazım. Dolayısıyla bugünü konuşmak için de bizim, Osmanlıdan hareketle bugünü okuma tarzı üzerinde konuşmamız gerekiyor. Belki bugüne kadar yapmadığımız ama yapılması behemehal gerekli olan şey buydu. Bugün biz farkında olmasak da bizi yeryüzünde önemli kılan, Osmanlıdan bize kalan ilmî miras, medeniyet ufku, dünya görüşü ve pratik tecrübelerdir.
Afganistan, Bosna, Kuzey Afrika, Suudi Arabistan, Mısır değil ama Türkiye, ama Anadolu ama İstanbul. Bizi önemli kılan budur. Çünkü tarihte ortaya konmuş, yaşatılmış bihakkın temsil edilmiş bir tecrübe var.
O az önce sözünü ettiğim kırılma noktasını yaşadığımız tarihten bu yana biz, tabii olarak, kendimizi bulmak için deneme yanılma yöntemine başvurduğumuzdan dolayı bir takım sıkıntılara düştük, halen düşüyoruz. El yordamıyla yapıyoruz bunu çünkü. Mesela henüz, Osmanlıca arşivleri, el yazması eserleri okuyabilecek nitelikte, çapta, yeterlilikte insanımız son derece sınırlı. Türkiye’nin, bizim geçmişimize, dünyanın geçmişine, bu coğrafyanın geçmişine, dolayısıyla geleceğine ışık tutacak bir birikimi var ve bu birikim kütüphanelerde yatıyor. Bu birikimi değerlendirecek, arayacak, bulacak, ortaya çıkaracak insanımız, kadromuz yok.
Bizim, İslam anlayışımızı bir süre tercüme eserlere bina etmemizin sebebi de budur. Fakat hani böyle kökü kesilmiş bir ağacın üzerinden ince bir dal çıkması gibi günümüzde bazı büyük şahsiyetlerin, bazı fedakâr, feragatli insanların ismi etrafında kümelenmiş cemaatçikler vardır ya, onlar gibi adını ihya etmemiz gereken, belki adına dernekler kurup faaliyetlerine gitmemiz gereken pek çok ilim adamımız var. Bunların yaptığı araştırmalar, bunların temsil ettiği çizgi bize bugün yerli İslam anlayışının nasıl olması gerektiğini, bugünün problemlerine yerli bir çözümün nasıl üretilebileceğini göstermesi bakımından önemli olabilir. Ama biz maalesef bunu çok ideal biçimde, arzu edilir biçimde bugüne kadar yapamadık. Yaptıklarımız oldu. İşte Bediüzzaman merhumun ismi etrafında bir kümelenme oldu. Fakat o kümelenme daha ziyade onu tüketmek tarzında gelişti. Faaliyet gösterdi. Onu üretemedi. Oysa o kendisinin üretilmesini isteyen birisiydi. “Benim her söylediğimi olduğu gibi kabul etmeyin, mihenge vurun! Ola ki benim söylediklerim arasında da yanlışlar vardır” diyen birisi. Ama Bediüzzaman’ın böyle söylediği eseri bile şerh edilirken burada hata yapmıştır denmedi. Bize göre hatalıdır denmedi. Neden? Çünkü o her söylediğini her yazdığını ilhamla söyler, vahiyle söyler, yanılmaz. Asla Edille-i Erba’ya aykırı bir tek kelimesi bile yoktur, diye düşünüldü. Bediüzzaman merhum diyor ki ben hata yapabilirim, mihenge vurun öyle alın. Şimdi biz diyoruz ki hatasızdır. Bu bir örnek. Bu Süleyman Efendi merhumun ismi etrafında da yapıldı. Başka şeylerde de yapıldı. Tüketildi yani. Üretilmedi. Oysa, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişen ilmî kadronun şöyle bir özelliği var: Bunlar Osmanlı’nın modernizmle hesaplaştığı, yüzleştiği, karşılaştığı kritik zaman diliminde yaşamış insanlar. Dolayısıyla bunların düne ilişkin yorumları bugüne ilişkin cevapları bizim için hayatî önem ifade eder. Bunlar arasında Mustafa Sabri Efendi var, Zahid el-Kevseri var, Ahıskalı Ali Haydar Efendi var, Ahmet Cevdet Paşa var. Pek çok isim var. Yine Elmalılı Hamdi Yazır var, Bediüzzaman var. Bunlar yaşadıkları döneme hem entelektüel birikimleriyle, hem ilmi vukûfiyetleriyle, hem bürokratik kişilikleriyle damgasını vurmuş insanlar. Biz bunları yeterince değerlendiremiyoruz, tanımıyoruz maalesef.

Yerli bir İslam anlayışı ve yerli çözümler bu toprakların yetiştirdiği insanların tanınmasıyla mümkün olabilecektir. Biz bunu belki tasavvufi hareketlerle sınırlı olarak yaptık bugüne kadar. Belli bir fonksiyon da icra ettiler doğrusu. Ama bunu ilmî, entelektüel seviyede mutlaka yaymamız lazım. Öbür hareketlerden istifade edilemez mi? Elbette ki edilir. Mesela bu bağlamda az önce sözünü ettiğim Pakistan’da yaşayan bir gelenek var. Halen orada Kütüb-i Sitte’ye şerhler yazılıyor, Kuran tefsirleri yazılıyor. Bunlar çok önemli, hatta hadisle ilgili yeni yeni tasnif çalışmaları yapılıyor. İşte Kandehlevi’nin Hayatüs-Sahabe’si bir örnektir. Buna benzer daha pek çok örnek var. Dolayısıyla bugün mesela Türkiye’de herhangi bir hadis kitabını yetkin biçimde şerh edebilecek âliminiz yoksa yapılmış çalışmalardan istifade etmek zorundasınız. Buhari bugüne ne söyler, Buhari’de yer alan hadislerden hareketle bugüne ne söyleyebiliriz? Bunun cevabını belki bugün biz burada sınırlı olarak tercümesinde, şerhinde bulabiliriz ama daha yetkin biçimini de Pakistan’da bulabiliriz. Bunun gibi kelam sahasında, fıkıh sahasında ve daha birçok sahada orada çalışmalar var. Burada da olmalı. Burada da olmasının temel şartı, devam etmekte olan bir gelenektir. Bir sistem işi bu. Ve mutlak surette üniversite tarzı modern eğitim sisteminin dışında bire bir hoca-talebe ilişkisine dayanan ve uzun süreçleri kapsayan bir sistemdir bu. Böyle bir sistemle olmalıdır. Çünkü talebe hocasından sadece kuru kuruya nakilleri almıyor. Aynı zamanda bir tavır alıyor, bir edeb alıyor, bir ahlak alıyor, sözlü yorum alıyor. Dolayısıyla bu kartopu gibi yuvarlandıkça büyüyen bir süreç halinde kendisini sürekli geliştirerek devam ediyor. Ve son bir şey, bu işin başlangıcı mutlak surette hiçbir beklentisi olmayan, bugün bana ne getirir diye değil, bugünden elli yüz sene sonrasına ne getirir diye bakan bir anlayışla bu yola çıkılması lazım. Maalesef Türkiye’de şöyle bir handikap oluştu: Diyelim ki herhangi bir vakfa herhangi bir finans kaynağına gidiyorsunuz proje sunuyorsunuz, bugünden yarına bu bana ne getir diye bakıyor.
Mesela, bugünün ilmi faaliyetleri arasında diyelim ki akademik sistemde bir öğretim üyesi genellikle, ortalamayı söyleyelim -Türkiye’de bunun çok fazla istisnası var çünkü- senede iki üç ilmi araştırması yayınlanmazsa çok muteber birisi değildir. Bazı akademik sistemler Batı’da onu dışarı atar. Türkiye’de işler böyle yürümüyor ama olması gereken budur. Modernist sistemin kendi iç tutarlılığı bakımından. Bizde nasıldır? Bizde habire ürün vereceğim diye kendisini paralayan insan tipi yoktur. Önce bulunduğu yeri bilen, edebini bilen, ukalalık etmeyen, talebelik eden insan tipi vardır. Ondan sonra bu öğrendiklerini, ilmi bir emanet olarak görüp bunları, Allah rızası için, daha sonraki kuşaklara aktaran, bu hassasiyeti gösteren insan tipi...
Pek çok akademik faaliyete katıldık hasbelkader. Gördük, adam ben yeni bir şey söylemeliyim derdiyle kıvranıyor. İnsanların söylediğinden farklı bir şey söylemeliyim, bu beni farklı yapmalı. Böyle bir sıkıntıyla kıvranıyor ve saçmalıyor o zaman. Olmadık şeyler söylüyor. Bu olmamalı. Önce edeb, önce talebelik. İşte hocasının yanında herhangi bir konuda fetva vermekten imtina eden bir talebe. Ki bunun temeli Efendimize dayanır. Bir soru sorulduğu zaman yanındaki bir sahabiye, ‘buna cevap ver’ diyor.
- Ya Rasulallah siz buradasınız, nasıl ben cevap veririm.
- Ver, diyor.
Yani böyle bir ahlak, böyle bir yapı. Dolayısıyla Türkiye’nin, müslümanların, ümmetin problemleri bugünden yarına nasıl çözülür gibi bir söylemle hareket ederiz ya, bu çok aldatıcıdır. Çünkü bizim problemimiz bugünden yarına çözülecek gibi değil. Bizim problemlerimiz yapısal problemlerdir. Bu yapısal problemler de elli sene, yüz sene sonrasını projeksiyon yaparak, hedefleri böyle koyarak başarılabilir. Bugünden yarına öngörülmesi gereken budur.
Hocam müstefid olduk. Allah razı olsun. İLKADIM - Kasım 2005