tag:blogger.com,1999:blog-64725523417293803872024-02-19T06:42:10.898+01:00Uyarılar''Ortalık karışıp,yalanlar yayılıp,dinden olmayan şeyler ortaya çıkıp,adetlere karıştırılıp, ashabıma dil uzatılınca; doğruyu bilenler herkese bildirsin.Allah-u Teala'nın, meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği halde bildirmeyenlere olsun.Allah-u Teala böyle alimlerin farzlarını ve diğer ibadetlerini kabul etmez ''(Mektubat-ı Rabbani-ks- c.I,251;Ebu Nuaym, Deylemi)15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comBlogger462125tag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-597142786971218202012-10-19T06:25:00.002+02:002012-10-19T06:25:45.491+02:00Bazı kardeşlerimiz aklını başına alana kadar yazacağım<br />
Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Şia, İslam Ümmeti'nin "azınlık" bir kesimini teşkil ediyor. Dinden çıktığı sadece Ehl-i Sünnet tarafından değil, diğer Şiiler tarafından da itiraf edilen Batınî fırkaları da hesaptan düşersek Şia'nın gerçek ağırlığının, bugünün dünyasında sahip olduğu özgül ağırlıktan çok daha az olduğu görülecektir.<br />
<br />
Öte yandan özellikle gençler arasında etkisini gittikçe artırdığı gözlenen Vehhabi propagandası da denklemin diğer kısmını oluşturuyor. Bu fırkanın da -Kerrâmiyye gibi fırkaların devamı olduğunu dikkate alarak söylersek- özgül ağırlığıyla gerçek ağırlığı arasında dağlar kadar fark var.<br />
<br />
Dikkat edilirse bu iki fırka (Şia ve Vehhabiyye) garip bir biçimde birbirinden beslenen, birbirine hayat veren iki oluşum olarak varlıklarını sürdürüyor. Şia, Amerikan ve Batı emperyalizmi söylemi ile Müslüman gençleri en azından duygusal olarak kendi safına çekerken, Vehhabiler, Şia'nın Ehl-i Sünnet karşıtı karakterini ön plana çıkararak kendi saflarını tahkim etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ister onlar başarılı olsun ister bunlar, bu oyunun "kazanan" tarafını yine kendileri oluşturuyor.<br />
<br />
Peki bu oyunun "kaybeden" tarafı var mı?<br />
<br />
Ne yazık ki var: Ehl-i Sünnet. Yani bu ümmetin ana gövdesi, temel dinamiği, aslı, kökü...<br />
<br />
Sanki Ehl-i Sünnet çizgi bu ümmetin temel karakterini oluşturmamış gibi, sanki bu ümmet, Ehl-i Sünnet'in 1400 yıl boyunca sahabe ve selef ekseninde kurduğu dünyayı hiç tanımamış gibi...<br />
<br />
Ne garip bir tecellidir bu! Bu topraklarda yaşayan insanlar, bizler, Osmanlı gibi bir mirasa emanetçi kılınmamışız gibi davranıyoruz. Osmanlı'nın bu ümmete bıraktığı ilim, itikad, medeniyet... mirası, yeni nesiller tarafından hakkı verilmiş bir miras mıdır? Bu mirasın neresine ne kadar vakıf olduk da onun "işe yaramaz" olduğunu ilan edercesine farklı mecralara sapıyoruz?<br />
<br />
Hadise, bu ümmetin köklerinden kopartılması, aidiyetlerine yabancılaştırılması meselesidir. Defalarca yazdım, bir kere daha yazayım: Her iki fırkanın da arkasında devlet desteği var. Her iki fırka da kendi propagandalarını yapan ekipleri yetiştiren, bu iş için kurulmuş özel müesseselere sahip. Devasa bütçelerle ve son derece bilinçli, planlı, programlı hareket ediyorlar. Basılı, sesli, görüntülü medyasıyla, internetiyle ve diğer vasıtalarıyla dört koldan çalışıyorlar.<br />
<br />
Sadece Ehl-i Sünnet bu anlamda derin bir mahrumiyet yaşıyor. Osmanlı'nın ilmî/itikadî çizgisine ve mirasına sahip çıkan, onu ihya ve idame ettirmek gibi özel bir amaçla icra-yı faaliyet eden bir müessese biliyor musunuz?<br />
<br />
Bu topraklarda yaşayan insanların, bizlerin, bu mirasa karşı hiç mi borcumuz yok? Amede mahkûm ettiğimiz ya da edilmesine göz yumduğumuz bu miras bize bir emanettir. Bu ümmetin gerçek varlık zemini bu mirasta gizlidir ve bizdeki bu aymazlık devam edecek olursa, bir süre sonra İslam Dünyası baştanbaşa bizim varlığımıza kast eden "Müslüman"ların işgali altına girecek. Bu ümmet, Ehl-i Sünnet Kelamı deyince, Osmanlı deyince yüzünü buruşturan gençlerin sayısındaki hızlı artışı fark edip üzerine düşeni yapmaya başlayana kadar bu meseleyi yazmaya devam edeceğim...<br />
<br />
<br />
<h3 style="border: 0px; color: #bb0707; font-family: Arial, sans-serif, Verdana, Helvetica, 'Lucida Grande'; font-size: 16px; line-height: 17px; margin: 0px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline;">
Dr. Ebubekir Sifil</h3>
<br />15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-16729981794497888692012-10-02T12:06:00.002+02:002012-10-02T12:06:27.010+02:00Dr.Ebubekir Sifil Hoca ile yapılmış önemli bir söyleşi.<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<b>“Ehl-i Sünnet istismar ediliyor”</b><br />
“Ehl-i Sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü…”<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbUEdRiSfx8wVgH6Q1lFCZJ0P32p8Q_C2EwcwEaoD4p0I9hASj3f52YADeTykZEXlLIa4BwDogWBj3CztrNfo6sbD5KbuVZYA7KlrqTDNleIUIYHsZPlxDyCeF21zfCb95iRHlIDO5EX5Z/s1600/EBUBEKIR_HOCA400X300.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgbUEdRiSfx8wVgH6Q1lFCZJ0P32p8Q_C2EwcwEaoD4p0I9hASj3f52YADeTykZEXlLIa4BwDogWBj3CztrNfo6sbD5KbuVZYA7KlrqTDNleIUIYHsZPlxDyCeF21zfCb95iRHlIDO5EX5Z/s320/EBUBEKIR_HOCA400X300.jpg" width="320" /></a></div>
Hayatını İslam’a göre şekillendirmek isteyen dindar bir Müslüman’ın yeni anayasadan beklentileri nelerdir?<br />
<br />
Önümüzdeki 20-30 yıl için Türkiye’nin yönünü önemli oranda belirleyecek olan yeni anayasa çalışmaları devam ediyor. Bu denli önemli bir konuda hemen her kesim sesini yükselterek taleplerini dile getirirken bir kesim adeta görmezden geliniyor. Acaba hayatını İslam’a göre şekillendirmek isteyen dindar bir Müslüman’ın yeni anayasadan beklentileri nelerdir?<br />
<br />
Dindarların talepleri, liberal ve demokrat aydınların şekillendirdikleri bir dünyanın parantezindeki unsurlardan biri olarak kalmaya mahkûm değildir. Kendine has ihtiyaç ve beklentilerini, kendi yöntemleri ile ifade edebilecek olgunluktadır. Belki geçmişin baskıcı dönemlerinin getirdiği ürkeklik, belki de “nasıl olsa hükümet bizim yerimize düşünür”kolaycılığı ama bu alanda dindarların sessizliği gözden kaçacak gibi değil. Merkez medya ya görmezden geliyor ya da tek tük talepleri iç sayfalardan veriyor. Yeni anayasa konusunda sesi belki de en fazla çıkması gereken kesim olan dindarların, hem bu sessizliğinin sebeplerini, hem de taleplerinin neler olabileceğini bu alandaki en yetkin isimlerden biri olan Ebubekir Sifil ile konuştuk.<br />
<br />
Röportaj: A.Köktürk-G:Sönmez<br />
<br />
Yeni anayasa çalışmaları başladı, devam ediyor, fikirler alınıyor. Yeni Anayasa için sizden de fikir alınsa kırmızı çizgileriniz neler olurdu?<br />
<br />
En genel şekli ile şöyle cevap verirdim; Bu milletin aslı, özü, tarihi, inancı, kimliği ile karakter vasıfları ile örtüşen bir anayasa talep ederdim.<br />
<br />
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönemde hassas merkezler var, sinir uçları var, buralardan “nasıl bir tepki alırız” diye bütün işler böyle yürüyor. Sadece yasama işleri değil gündelik hayat bile böyle yürüyor. “Aman bir yerlerden bir tepki almayalım” diye milletin üzerinde bir sindirilmişlik hali var. Cumhuriyetin başından beri böyle oldu.<br />
<br />
Cumhuriyeti “çoğunluğun iradesi” anlamında bir idare şekli olarak millete uygulayanlar, milletin Kur’an okumasını yasakladılar, Kur’an’ı yasakladılar, Kur’an kurslarını kapattılar. Çok büyük bir baskı ve sindirme politikası uyguladılar. Bu politikalar milletin adeta genlerine işledi. Her hangi bir konuda bir adım atılacağı zaman “acaba bir yerlerden tepki alır mıyım” düşüncesi var. Bu ülkenin görünmez yerlerinde, bu ülkeyi görünmez eller idare ediyor adeta. “O eller ne yapar, ne düşünür” diye herkes aklının bir ucunda hesap yapıyor. Öyle bir anayasa yapardım ki, artık böyle bir hesap yapılmasın. “Görünür görünmez ellerin sizin mahrem alanlarınıza uzanabilecek kudreti, marifeti, yetkisi, yeteneği yoktur” gibi bir garanti verirdim. Ne kadar mümkün bu? Cevap insanla ilgili. İnsan kendi korkularını ne kadar aşabiliyorsa bu, yasa yapma zeminine o kadar yansıyor. Biz ne kadar ürkek davranırsak o gayrimeşru faaliyetler de o oranda işin önünü açabilecek iradeyi buluyor.<br />
<br />
ŞERİAT BİZİM ÜLKEMİZDE “CISS” BİR KELİME<br />
<br />
Bu milletin dini inançları ile ilgili olarak, söz gelimi, en az İngilizler kadar özgürlükçü, en az İngilizlerin uygulaması kadar kendinden emin bir anayasa yapardım. 2000’li yılların sonunda İngilizler, Müslümanların kendi aralarındaki işleri kendi şeriat mahkemelerinde çözebilmelerine imkân sağladı. Bunu ne niyetle yaptığı konusunda farklı değerlendirmeler yapılabilir. Burada asıl üzerinde durulması gereken, ortaya çıkan “netice”dir. Bu uygulamalar o kadar başarılı oldu ki, Gayri Müslimler bile kendi aralarındaki ticari bir takım anlaşmazlıkları o mahkemelere götürmeyi tercih ediyorlar artık. Çok hızlı sonuç alınıyor, çok adil yargılama yapılıyor çünkü. Gayri Müslimler bile buna ilgili göstermeye başladılar. Biz İngilizlerin yaptığını bile yapamıyoruz. Burası Müslüman bir ülke, Müslümanların kendi aralarındaki hukuku kendi inançları doğrultusunda görebileceği gerçeğini dillendirmekten korkuyoruz.<br />
<br />
Bu ülkede “şeriat” diye bir kelime var, bu ülkede bu kelimeyi ağzınıza aldığınızda bile diliniz yanar, “cısss” bir kelime. Çok sıkı-fıkı ilişkilerde olduğumuz İsrail’in de bir şeriatı var, şeriat devleti var. Kimse şeriat deyince Yahudilerin uyguladıklarını anlamıyor. Hep “kötü örnek” olarak ya İran ya Suudi Arabistan aklımıza geliyor.<br />
<br />
“ÇAĞDAŞLIK” AYET GİBİ BELLETİLDİ<br />
<br />
Devlet, milletin ortak iradesinin yansımasından oluşan bir mekanizmaysa, o devletin o milletin inançları, kültürü, beklentileri doğrultusunda bir yapı arz etmesi tabiîdir. Müslüman bir millete Gayri Müslimlerin, İsviçre’nin medeni hukukunu ne diye dayatıyoruz? Hangi müslüman zina fiilinin suç olmaktan çıkarılmasına razı olur? Gerçekten bu milletin değerleriyle örtüşen bir durum mudur bu? Adına “çağdaşlık” denen ve “ayet gibi, vahiy gibi” belletilen bir şey var;“bunun kıstası da Batı’dır” diye öğretiliyor. İsviçre’nin medeni hukukunu, İtalya’nın ticaret hukukunu, bilmem nerden ne hukukunu almak zorundasın. Hayır, böyle bir zorunluluk olmamalıdır. Kendi medeni hukukumu, kendi ticaret hukukumu, kendi anayasamı bu toprakların beklentilerine, taleplerine, gerçeklerine göre yapmak zorundayım. Aksi halde meşruiyet tartışmalarının önünü alamazsınız. Bu milletin üzerinde, bu millete uygulamak için yasa yapan mekanizmalar, bu yasayı bu milletin hususiyetlerine değil de İsviçre’de yaşayan insanların hususiyetlerine göre yaparsa, meşruiyet problemini nasıl aşar?<br />
<br />
“Konjonktürel olan-ideal olan” ayrımı konusunda ne diyebilirsiniz, sizce böyle bir ayrım var mı?<br />
<br />
Böyle bir ayrım her zaman vardır. Başka hukuk sistemlerinde de vardır, İslam’da da vardır. Fıkıh, özellikle hukuk hakkında konuşulursa –Fıkha İslam hukuku denmesini doğru bulmuyorum çünkü ikisi iki ayrı şey–, insanın dünyasını ve ahretini tanzim eden, tahkim, tahsin eden bir sistem. Fıkhı bir Müslüman, hayatına uyguladığı zaman hem dünyasını mamur ediyor, hem ahiretini garantiye alıyor. Böyle baktığınızda fıkıh sistemi içinde, Kur’an’da, Sünnet’te veya diğer delillerde (icma, kıyas ve tali deliler) bunların tamamı içinde ilkeler var, ilke değerinde hükümler var ve pratik hayatı düzenlemeye dönük hükümler var. Bunlar değişmez. Biz bunları 1400 yıllık müktesebatımız içinde “kaideleştirmişiz”.<br />
<br />
İlkeler değişmez ama aktüele bakan kısımda değişebilir mi?<br />
<br />
Pratikte bu ilkeleri gerçekleştirecek değişikliler yapılabilir; o ilkelerin maksadını bozmadan, değişik uygulamalara gidilebilir. Böyle bir cümle kurulduğunda, genelde cümleyi kuranın maksadına göre farklı sonuçlar ortaya çıkar:<br />
<br />
‘ADAM ÖLDÜRENİ ÖLDÜRÜN’Ü DEĞİŞTİREMEYİZ<br />
<br />
Muhafaza edilmesi gereken ilkeler nelerdir?<br />
<br />
İslam 5 temel amacı garanti eder. Akıl Emniyeti-Nesil Emniyeti-Din Emniyeti-Can Emniyeti-Mal Emniyeti….<br />
<br />
Diğer uygulamalar bunların yansınmalarıdır, pratiğe aktarılmış şekilleridir. Bir takım ayetlerde, bir takım hadislerde, uygulamalarda hep bu 5 ana maksat gözetilir. “Maksad”ı öne çıkarıp da “bu maksatları gözetmek için filan devirde falan hüküm uygulandı, şartlar değişti bu devirde başka bir hüküm uygulanır” demek mümkün değildir. Anayasanın başlangıç maddeleri gibi değiştirilmeyecek hükümler vardır. Bunlar insanın iradesi dahilinde olan şeyler değil. Nasıl bu 5 temeli değiştiremiyoruz, aynı şekilde bizi bu 5 temele götürecek vesile hükümleri de değiştiremiyoruz.<br />
<br />
Mesela; Kur’an-ı Kerim’de emir buyurulan zekât ibadeti malın 40’ta birinden verilmek suretiyle yerine getirilir. Baktığınızda sanki zekât sosyal hayatta dengeyi korumak, muhafaza etmek için ibraz edilmiş gibi durur. Tam böyle değildir ama böyle bir misyonu da vardır. Şimdi bugün kalkıp da, “Geçmişte 40’ta bir nisabı iş görüyordu artık görmüyor” diyerek 40′ta 1 olan nisabı değiştirebilir misiniz? Değiştiremezsiniz, bu nisabı koyan Allah’ın ilmi, mutlak… O bu günü de biliyor, geçmişi de biliyor, geleceği de biliyor. Onun için bu zaman o zaman, konjonktürellik diye bir şey yoktur. Mutlak ilme dayalı olarak vaz edilmiş olan hüküm 40’ta bir ise 40’ta birdir, değişmez.<br />
<br />
Kur’an’da hırsızlığın ya da haksız yere adam öldürmenin vb. müeyyideleri var. Bunlar ilke değerinde bir hükümdür değiştirilemez.<br />
<br />
Üstelik “kısasta sizin için hayat vardır” diye bizi uyarıyor Kur’an-ı Kerim. Biz bunun yerine“artık bu geçmişte kaldı, çağdaş hukuk haksız yere adam öldürenin öldürülmesini değil başka bir ceza ön görür” diyerek bu cezayı değiştiremeyiz, değiştirmemeliyiz. Bu cezayı koyan her hangi bir konjonktürel duruma göre koymadı ve bizi de uyardı ki; “kısasta sizin için hayat vardır, uygulanırsanız keyfi öldürmelerin, fitnenin önüne alırsınız.”<br />
<br />
Şu an önümüzdeki en az 30 yılı ipotek altına alacak bir anayasa çalışması var. Yönteme bakılırsa hükümet diyor ki gelin farklı kesimler bir araya gelip hazırlayalım. Ne kadar bizden olacağı tartışılır ama diğerleri katılsın gayreti var. Bu, anayasa çalışmalarına katılanlar açısından itikadı bir sorun da doğurmaz mı?<br />
<br />
Bana anayasa konusundaki fikrimi sordunuz, ben de nasıl bir anayasa istediğimi söyledim. Her isteyen, her istediği hukuk sistemine kendi içinde tabi olsun. Çok hukukluluk sistemi… İngiltere örneğini onun için verdim. Anayasa olsun ve bu çok hukukluluğu garantiye alsın. Bundan korkmamıza gerek yok.<br />
<br />
LAİKLİK, BİR MÜSLÜMAN İÇİN ASLOLAN MIDIR?<br />
<br />
“Laiklik orta noktada ve tüm inanışları koruyacak eşit uzaklıkta olacak” söylemi var? Korkulan şey ne?<br />
<br />
Hukuk ve anayasa sürecinde “en ideal sistem laiklik olarak görülüyor. Herkesin anayasa-yasa karşısında eşit statüde bulunduğu ve aynı hükümlere tabi olduğu, devletin tüm inanç sistemlerine hatta inançsızlığa eşit mesafede bulunduğu bir sistem daha makul daha mükemmel” gibi gözüküyor. Ben böyle bakmak zorunda olmadığımızı düşünüyorum.<br />
<br />
Bir Müslüman için aslolan, bu dünyayı Allah rızası doğrultusunda yaşamaktır. Nasıl yapacağız? Bunun yolunu kendimiz arayıp bulmak gibi bir sıkıntıya düçâr edilmiş değiliz. Bu yolu da yine bizim temel referanslarımız gösteriyor. Bir bütün olarak fıkıh dediğimiz yapıyı, sistemi bireysel ve toplumsal hayata aktardığımız zaman biz Allah rızası doğrultusunda bir hayatı garanti etmiş oluyoruz.<br />
<br />
Diğer hukuk sistemleri ile diğer inanç mensupları ile kesiştiği noktalar olmayacak mı? Elbette olacak… Bu durumda yapılması gereken şey bundan dönmek, iptal etmek değil. Hangi olay söz konusu ise o olay üzerinde çözüm bulmaktır.<br />
<br />
Geçmişte Osmanlı sisteminde, bu ülkede yaşayan her hangi bir azınlık mensubunun hakkı, hukuku gasp edilmiş midir, böyle bir şey var mıdır? Dinini, kültürünü yaşamada, hayatı inancına uygun bir şekilde tanzim etme noktasında herhangi bir gayrimüslim’in hakkı gasp edilmiş midir? Bizim tarihimiz, belgelerimiz, arşivimiz ortada, geçmişimiz ortada, yaşanan hayat ortadadır. Hemen şurada, Üsküdar Kavacık’ta cami ile kilise yan yana bir arada, aralarında sadece bir duvar var. Biz sadece kendi hukukumuzu dünyevi ve uhrevi beklentilerimizi amaçlarımızı değil aynı zamanda bizimle bir arada yaşayan insanların inançlarını, hassasiyetlerini de muhafaza etmişiz.<br />
<br />
Öbür türlü, Endülüs’e gidin, ayakta kalmış bir tane cami bulmanız çok zor. Bir müzelik el-Hamra vardır, onun dışında çok zor. Her şeyi ile bitirilmiş 8 asırlık bir medeniyet var orada. Ama Osmanlı’nın hakimiyet sahasındaki coğrafyada nereye giderseniz gidin, bütün azınlıklar kendi dilleri, kültürleri, inançları, ibadethaneleri ile ayaktadır. Varlığını muhafaza etmesi sağlanmıştır ve bu sayede bugüne kadar gelmiştir. Dolayısıyla herhangi bir hukuk sisteminin diğerlerini baskılamasından değil, ideal-tabii hukuk sistemi uygulandığında ortaya çıkacak mükemmel manzaradan bahsediyoruz. Ne var ki, ülke olarak geldiğimiz noktada biz bundan korkuyoruz, çünkü genlerimize böyle bir şey yerleştirildi. Bizi İstiklal mücadelesi vermek zorunda bırakan Batı, bize böyle bir şey işaret etti. “Size çağdaş hukuk lazım, bunun için bizim seviyemize gelin, bunun yolu da budur” diye yol gösterdiler, biz de gidiyoruz. Bu olup biteni sorgulamak gibi bir iradeyi de gösterebilmemiz lazım.<br />
<br />
Sizce de bir aşırı pısırıklık yok mu? En basitinden Aleviler, cemevleri ibadethane olsun istiyor. Onlar bunu isterse tarikatlerin de “biz de tarikatlerin Diyanet’te temsilini isteriz demesi gerekmez mi?<br />
<br />
Gerekir tabii. Az önce de ifade ettik. Türkiye’de dini hassasiyet sahibi kişi ve kesimler çok uzun yıllar baskı altında tutuldular. Sadece pratikleri değil, duyguları bile örselendi, zedelendi, yıprandı, ihmale uğradı ve kısmen dönüştü. Ama geldiğimiz noktada artık bu toprağı vatan yapan değerlerin öne çıkması, bu değerlerin hayata hakim olması, görünür olması talebini yüksek sesle dillendirmek lazım.<br />
<br />
Çanakkale’de 250 bin insan şehit oldu. Mümkün olsa da o kabirleri açsanız, o insanları kaldırsanız, sorsanız; “Siz bu ülkede nasıl bir hukuk istersiniz, ne uğruna öldünüz?”diye. Size benim söylediğimi söyleyecektir. Farklı bir şey söylemeyecektir.<br />
<br />
Gidin Sarıkamış’ta donan 90 bin askere, gence sorun; “Nasıl bir Türkiye nasıl bir memleket, vatan isterdiniz?” diye, yine bunu söyleyeceklerdir.<br />
<br />
Bu bir anlamda ısmarlama, giydirilmiş, manipülatif düşünme, davranma biçimini, korkuları bir kenara bırakıp işin aslını yüksek sesle, cesaretle dile getirmek lazım. Bu bir iradedir, bir düşünce açıklama meselesidir ve bu yüzden kimsenin başına bir şey gelmemelidir, bunu yapmaktan da kimseye bir zarar gelmemelidir.<br />
<br />
MÜSLÜMANLAR “ŞERİAT”A HAZIR DEĞİLLER<br />
<br />
Muhafazakâr kesimler bile “şeriat” dediğinizde korkuyor. İnsanlar şeriat sistemine hazır mı?<br />
<br />
İnsanlar öyle bir kıvama getiriliyor ki, kendi değerlerine yabancılaştırılıyor. Türkiye’de artık %99 Müslüman olduğunu söylediğimiz bu memlekette “şeriat ister misiniz?” diye sorsak, Müslümanların büyük bir çoğunluğu buna karşı çıkar. Çünkü içi doldurulmamış, hesabı verilmemiş kalıp yargılar üzerinden pratik algı kodları yerleştirildi bizim beynimize. “Şeriat” denilince herkes bir şey anlar hale geldi, bunu büyük ölçüde medya yaptı. Manipülatif efektler eşliğinde, gırtlağına kadar toprağa gömülmüş taşlanarak öldürülen kadınlar gösterildi. İnsanlar şeriat deyince bunu anlıyor. Oysa sorsanız, “bütün tarih boyunca, bütün insanlık boyunca İslam tarihi boyunca kaç kişi recm edilmiştir, kaç kişinin eli-kolu kesilmiştir?” diye alacağınız cevap çok komik rakamlardır.<br />
<br />
Biz çağdaşlık uğruna idealleştirdiğimiz dünyanın insana bakışı ile bizim insana bakışımızı gerçek anlamda kıyaslayabilecek bir zihni dinginlikte, durulukta ve dirayette olabilsek arada kıyas kabul etmez uçurumlar olduğunu görebileceğiz. Yani, “Batılı için insan ne ifade ediyor?”, “Müslüman için insan ne ifade ediyor?”, bunu o tarihi tecrübeleri yan yana koyarak çok rahat görebiliriz. İki dünya savaşında ölen insanların sayısı 100 milyon. Sadece 2. Dünya savaşında 60 milyondan fazla insan ölmüş. Çağdaş, uygar dediğimiz insanların tarihlerine ve bugünlerine bakıyorsunuz… Bir TV kanalında Afganistan’da esir alınan Taliban askerlerine yapılan muameleleri gösterdiler. İnanın izleyemiyorsunuz. Kimi yerleri karartmışlar, buna rağmen izleyemiyorsunuz. O insanlara reva görülen muamele, o işkence… Kitlesel kıyımlar var. Irakta da başka yerlerde de gördük bu manzaraları.<br />
<br />
Bu “çağdaş normlar” dedikleri şey, çağdaş olduklarını söylediğimiz toplumların kendileri için tasarlanmış şeylerdir. Onlar insanları iki gruba ayırmıştır. Birinci grup insan, büyük “İ” ile yazılıyor. O insan ABD’de örneğini gördüğümüz, WASP tarzı –White(beyaz), Anglo-Sakson, Protestan- o illuminati örgütünün ve ona bağlı olan yapıların öne çıkardığı, merkeze koyduğu insan bu. Dünyanın geri kalanı da “insanımsı”. Yani insanla hayvan arası, daha henüz gelişiyor, gelişmesi sürüyor. Fukuyama bir makale yazdı, “Tarihin sonu”, “tarihin sonu geldi, bitti” dedi. Bununla, “Biz gelişmede kalkınmada ilerlemede öyle bir noktaya geldik ki bundan ötesi yok. Biz evrimimizi tamamladık ve bizim için tarih bitti. Dünyanın geri kalanı, yani “insanımsılar” da bizim geldiğimiz noktaya gelmek zorundadır.” dedi. Biz evrim deyince sadece Darvin’e yükleniyoruz. Bu anlayışın sosyolojik, kültürel versiyonu da var. Batılı, dünyanın geri kalanını insanımsı görüyor.<br />
<br />
Bu benim çok zoruma gidiyor. Batıya gittiğinizde birbirine saygı duyan insanlardan oluşmuş bir toplum görüyorsunuz. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, hakkını hukukunu çiğnemiyor. Ama buraya geldiğinde o adamlar hayvanlaşıyor. O kadar rahat hareket ediyorlar ki. Ben İstanbul’a taşınmadan önce otelde kaldırdım geldikçe, grup grup gelirlerdi tahammül edemez otele gitmezdim. Hayvanlar gibi davranıyorlar. Kendi memleketlerinde değil de burada neden yapıyorlar bunu? Burada “insanımsılar” arasında, bir kademe üstte yaşıyorlar, burada saygı gösterip rahatsız etmemesi gereken varlıklar yok. Burada küçük “i”li insanlar var, “insanımsı yaratıklar” var, onlar çok önemli değil. Onun için öyle davranıyor. Genetik, refleksif bir şey bu. Batı’nın mevcut dünya, insan, varlık anlayışı bu. Böyle iken bizim onların kendileri için, birbirlerini yeme sürecini sonlandırmak için, otuz yıl savaşlarında, yüzyıl savaşlarında ve nihayet iki dünya savaşında ortaya çıkan yıkımları, katliamları, kitlesel imhayı, tekrarlamamak için buldukları ve kendi pratiklerine dönük olarak tasarlanmış şeyleri ideal sistemler diye alıp kendi bünyemize taşımak zorunda değiliz. Benim kendi hakikatim kendi gerçekliğim var, kendi tarihim, müktesebatım var, kendi kavramların düşünce sistemlerim var. Buradan hareket etmeliyim.<br />
<br />
Türkiye eskiye nazaran, görünürde daha etkin durumda. Bu noktada bir çıkış yapamaz mı?<br />
<br />
Yapar da samimi bir şekilde önce kendi özümüze dönmesi lazım. Başbakan’ın Mısır’a gidip oradaki halka laiklik telkin etmesi, inandırıcılığını tartışılır hale getiriyor. Bu topraklarda yaşayan insanların tarihlerinde ve din/hayat algılarında laiklik diye bir şey yok. “Biz yapıyoruz güzel oluyor, siz de yapın” düşüncesine çok fazla anlam veremiyorum. Oradaki insanlar için de karşılığı yok.<br />
<br />
Aslına bakarsanız laikliğin bizde de bir karşılığı yok. Milletin kendini dışa vurabileceği bir zemine kavuştuğunda gideceği yer kendi benliğidir, geldiği yerdir, tarihidir, kültürdür, kimliğidir. Bu millet batılı olmayacak. Hiçbir zaman olmayacak. Siz ne yaparsanız yapın, Anadolu insanın kapısını çalıp bir lokma ekmek istediğinizde sizi tanrı misafiri kabul edip başköşeye oturtacak. Ve teknesinde ne var ne yok önünüze koyacak. Bu millet bu anlamda modernleşmez, çünkü genetik bir uyumsuzluk var… Modernleşmek demek; bireyselleşmek, bencilleşmek demek.<br />
<br />
Batı aile kurumu olarak, ahlaki olarak çökmüş durumda, adi uçlar artmış durumda… Bundan sonra Batı nereye gider?<br />
<br />
Batı nereye gider? Bunun sonu toplumsal bir çözülmedir, kaostur yani. İnsanların değerlerini kaybettiği, bireyselliğin alabildiğine öne çıktığı bir sürecin ucu başka nereye çıkar? Kendi iç çatışmalarını bitirmek için, tüketim manyağı haline getirdikleri toplumlarına yeni tatmin imkânları sunmak için bu süreçte İslam dünyasına yeni saldırılar –tabii ki bahanelerini de üreterek!– beklenebilir. Bunu dikkatte tutmakta fayda var.<br />
<br />
TÜRKİYE’Yİ NELER BEKLİYOR<br />
<br />
Türkiye gibi ülkelerde ne olur? Geldiğimiz nokta geride bıraktığımız süreç ve önümüzde bizi bekleyen süreçte ne var?<br />
<br />
Biz şehirleştikçe, şehirlileştikçe, bu kent kültürü denen şey bizi birbirimize yabancılaştırıyor, birbirimizden uzaklaştırıyor. Mahkemelerimizdeki davaların sayısı artıyor. Şu anda biz Avrupa’nın en büyük mahkemelerini yapmakla övünüyoruz.<br />
<br />
“Bizim geçmişimizde ne vardı?” diye baktığımızda fazla değil 100 sene öncesine baktığımızda her şey çok farklı idi. 1910 Balkan Savaşı öncesi Ahmet Cevdet Paşa üst düzey devlet görevlisi olarak Balkanlara gidiyor. Balkanları kaybetmeyelim diye. Bosna’ya gidiyor. Gezileri sırasında Bosna’ya Osmanlı’nın açtığı Ticaret Mahkemesi’nin 3 çalışanı geliyorlar “bir talebimiz var” diye. Diyorlar ki; “Biz burada Devlet-i Aliye’nin Ticaret Mahkemesi’nde görevliyiz, biz bu görevden alınmak istiyoruz.” Soruyor, “Şikayetiniz mi var?” Diyorlar ki “Bizim aldığımız para haram” , “Nasıl yani?” “3 yıl önce bu mahkeme açıldı biz 3 yıldır sabahtan akşama oturuyoruz gelen yok giden yok, davalı davacı yok. Bizi görevden alın, mahkemeyi kapatın.” Ahmet Cevdet Paşa Bosna esnafını geziyor “işin aslı nedir” diye. Bir toptancı dükkânına gidiyor, kendini tanıtıp soruyor, “siz nasıl alış veriş yaparsınız?” diye. Cevap: “Bize perakendeci esnaf gelir, ne almak isterse alır, biz onu pusula ile kaydederiz. Bir nüshası onda olur, bir nüshası bizde. Adam gider sattığını satar, sonra paramızı verir. Bazen bizim paraya ihtiyacımız olur, tahsildar çıkarılır, kimlerden alacağımız olduğu bellidir, gider ondan paramızı tahsil eder gelir.” Cevdet Paşa, “Senet sepet yapmaz mısınız?” diye soruyor, “yok” cevabını alıyor. “Aldığını inkâr ederse ne yaparsınız?” diye sorunca şaşırıyor esnaf, “olur mu beyim, insan aldığını nasıl inkar eder?” diyor. Paşa, “Ya ölürse alacağınızı nasıl alırsınız?” diye soruyor. Diyorlar ki, “Bizim verdiğimiz pusula onun terekesinden çıkar, varisleri bize onu öder.”<br />
<br />
100 sene öncesinde yaşanan bir şey. Bu toplum böyle idi. Aradan üç kuşak geçti. Şimdi Avrupa’nın en büyük mahkeme binasını yapmış olmakla iftihar ediyoruz. Bu millet nereye gidiyor, nereye gidecek? Şehirleştikçe ahlaki yozlaşma, ruhi çözülme, bunalım artıyor, insanlar birebirine güvenmiyor, komşu komşuya kapısını kapatıyor, mahkemelerde davalar çığ gibi büyüyor…<br />
<br />
Bu toplumda bizi bir arada tutan bir şey yok mudur?<br />
<br />
Bu insanları bir arada tutan ne var? Hiçbir şey yok! Din deseniz, kimin hayatında ne kadar etkinse o kadar. Kültür deseniz kültür yok. Esas bu işlerin kökü kültürdür. Din inançtır, kalpte beyinde maneviyatta ruhta yerleşir ve dışarıya kendini kültür olarak vurur. Bu mimari olur, ev dizaynı olur, şehir kurma tarzı olur, komşu münasebetleri olur, insani ilişkiler olur… Kültürünü kaybetmiş bir toplum, bir insan ne olur? Ömer Hayyam’ın dediği gibi, “Ne tam gavur olur ne tam Müslüman”, böyle bir şey yani.<br />
<br />
‘DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TAMAMEN KALDIRILMALI’<br />
<br />
Diyanet için ne diyebilirsiniz?<br />
<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun Türkiye’deki dini hayatı kontrol ve denetim altında tutmak için oluşturulduğunu hepimiz biliyoruz, varlık amacı budur. Başına ne kadar ehil insanlar gelmiş olursa olsun, son tahlilde bu amaçla çelişen, çatışan bir şey bu kurumdan sadır olmaz, olmasını beklemek doğru değil. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun üstünde ona vaziyet eden mekanizmaların, onu müsbet istikamette yönlendirmesi halinde müsbet işler yapabilir. Aksi takdirde, sonuçta bir bakanlığa bağlı genel müdürlük seviyesinde bir kurumdur. Bağlı bulunduğu bakanlığın, o bakanlığı idare eden zihniyetin, onun bağlı olduğu daha üst mekanizmaların rağmına bir şey.<br />
<br />
Özerk olması sorunu çözer mi?<br />
<br />
Ben, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını isterim. Çünkü milletin kendi dini işlerini deruhte edecek olgunlukta olmadığını, henüz buluğa ermediğini düşünen kesimler için Diyanet zaruridir. “Bu millet kendi dini işlerini deruhte edemez. O seviyede, o gelişmişlikte, o dirayette değildir. Dolayısıyla milletin dini işlerini biz tedvir ederiz.” diyorlar. Ben de diyorum ki “Siz böyle yaptıkça bu millet kendi dini işlerini tedvir edecek olgunluğa hiçbir zaman ulaşamayacak.”<br />
<br />
Ben Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını, bunun yerine konuyla ilgili sivil yapıların bir araya gelip bir çatı kuruluş altında birleşip tıpkı basın kuruluşlarının sahip olduğu türden bir yapıya kavuşturulması gerektiğini düşünürüm. Basın nasıl özgürdür, hiç kimse basına bir şeyi telkin edemez, sansür diye bir şey yoktur, kimse gazete çıkarmak için bir yerden izin almak zorunda değildir… Bunun gibi. Ama bunlarla birlikte farklı gazeteler var. Basın sektörü tek bir sesten, monoblok bir yapıdan oluşmuyor. Gayet de güzel yürüyor. Peki basın alanında bu kadar akil baliğ olmuş bir toplum din alanında böyle olamaz mı?<br />
<br />
Tarikatler, cemaatler, dinle ilişkili bir biçimde kendini din üzerinden ifade etmeyi tercih eden yapılar, kesimler, insanlar bir araya gelirler. Kendi sivil örgütlenmeleri içinde bir üst otokontrol mekanizması da sağlayan bir üst kuruluşa, bir çatı yapıya meseleyi kavuştururlar. Ve o yapı içerisinde icra-i faaliyet ederler. Gayet de güzel yürür. Bu durumda işte Aleviler, gayrimüslimler de istedikleri gibi kendi inançları istikametinde örgütlenip hareket etmekte serbest olurlar, mesele bitmiş olur.<br />
<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkezden dikte ettiği bir hutbeyi, bir imam efendi okumak zorunda. Bunu dinin hangi ilkesiyle, hutbenin hangi rüknüyle ya da şartıyla izah edebilirsiniz? Bunun izahı yok. Kötü şeyler mi söylüyor? İyi de olsa “bir merkezden yönlendirilmek” hutbenin tabiatıyla örtüşmüyor.<br />
<br />
İddia ve kumar türü konular tartışılıyor. Kumarı oynatan devlet, Diyanet’e kumarın haram olduğunu anlatan hutbe verdiren yine devlet…<br />
<br />
Çok ironik şeyler bunlar. “İçki haramdır” diyorsunuz, devlet içki üretiyor… Devlet kendisi bir taraftan içki üretiyor, öbür taraftan Diyanet “içki haramdır” diyor. Devlet kumar oynatıyor… Ben bunların tartışılmasından yanayım.<br />
<br />
Devlete meşruiyet de veriyor. İşin bir de o yönü var…<br />
<br />
Bakın, üniversiteler gibi pek çok örgüt “YÖK’ü istemiyoruz” diyor. “Üniversiteler kendilerini idare edebilecek olgunluktadır, erişkinliktedir. Dolayısıyla YÖK gibi bir koordinasyon kuruluna ihtiyaç yoktur.” Diyor. Ben de aynı şeyi dini hayat için söylüyorum. Eğer cemaatler, tarikatlar, kendini din üzerinden ifade eden örgütler, yapılar, insanlar, kesimler… kendi dini hayatlarını kendileri tedvir edemezler diye düşünüyorsak bunun bir sebebi de bizim meseleyi yıllardır hep Diyanet üzerinden götürme ısrarında olmamızdır. O yapının önünü bir açın bakalım. İnsanlar bu konuda bir tecrübe edinsinler. Her şey tecrübeyle yürüyor. Tecrübe etsinler. Kendi pratiklerini oluştursunlar. Yolda yürürken nelerle karşılaşıyorlar, ona göre daha kamil, daha olgun, daha iş görür bir yapı zaman içinde oluşacaktır. Ama bunun önünü tıkayarak, “bunlar az gelişmiş” ithamını sürdürmek anlamsızdır.<br />
<br />
‘TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNUNA MUHALİFİM’<br />
<br />
Eğitim sistemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması düşünülüyor ve görünen o ki çıkarılacak. Siz ne düşünüyorsunuz bu tartışmalarla ilgili?<br />
<br />
Ben Tevhid-i Tedrisat Kanununa muhalifim. Tevhid-i Tedrisat bu memleketin gerçekleri ile örtüşen bir kanun değil. Ve de, ne hikmetse hep mütedeyyin insanların aleyhine işlemiş bir kanun. Bu insanlar, bu memleket Müslüman. Sokağa çıkın, önünüze gelen insanlara sorun, dinle diyanetle çok ilişkisi olmasa bile, ibadetlerine çok düşkün olmasa bile kendisini Müslüman olarak ifade eder. Kendisini Müslüman olarak ifade eden bir insanın, Müslümanca bir eğitim sistemi talep etmesinden, Müslüman gibi eğitim alma hakkını kullanmasından daha tabii ne olabilir? Benim bu hakkı nasıl alacağıma başkaları niçin karar veriyor?<br />
<br />
ÇOCUĞUM HAFIZ OLSUN İSTİYORUM, AMA…<br />
<br />
Sistemin dayattığı eğitimi herkes almak zorunda mı?<br />
<br />
Tevhid-i-i tedrisat kanunu kaldırılmalı ve adamakıllı yapılar içerisinde, herkes belli ilkeleri, esasları gözeterek istediği eğitimi alabilmelidir. Yani “toplumun cahil kalmaması için onlara yol gösterici, rehberlik edici bir yapıdan ne zarar gelir” diye düşünebiliriz. İlk etapta bunu makul de karşılayabiliriz. Ama bu yapı bize yol gösterici olmaktan çıkıp dikte edici pozisyona girince burada her şey birbirine giriyor. Ben çocuğumu hafız yapmak istiyorum mesela. Hafız olarak yetiştirmek istiyorum, bu benim en tabii hakkım olmalı. Niye benim çocuğum “dört artı dört artı dört” ya da “dört artı üç” ya da bilmem kaç artı kaç şeklinde zorunlu eğitime tabi tutulsun. Benim çocuğum bir yandan hafızlık eğitimi görürken bir yandan da temel bilgilerini alsın. Bunun mekanizması oluşturulabilir. Bu çok kolay ve mümkün. Batı’da bunun örnekleri var. Ama bunun önünü tıkarsanız, “Siz şöyle bir eğitimden geçmek zorundasınız yoksa adam olamayacaksınız” gibi dayatmalarla, dikte tavırlarla bir yere gidilmez. Bu milletin talepleri daha ne kadar bastırılacak?<br />
<br />
Benim çocuklarımdan en azından birisinin hafız olmasını çok isterim. Ama şu an fiilen böyle bir imkânımız yok. Hafız olsa kaçak bir iş yapmış olacağım.<br />
<br />
İLAHİYAT FAKÜLTELERİNDEN BOL BOL DİN TENKİTÇİSİ YETİŞİYOR<br />
<br />
Geleneksel eğitim kurumlarının (Külliyelerin, tarikatlerin, tasavvuf kurumlarının) tarih içinde hayli yıprandığı da yapılan eleştirilerden. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz?<br />
<br />
İnsanın olduğu her yerde her zaman arıza vardır, her zaman eksiklik, hata, yanlışlık vardır. Bunun böyle olması, oranının şöyle ya da böyle olması hiçbir zaman kökten kazınmasını gerektirmez. Hata varsa ıslah edersiniz, arıza varsa tamir edersiniz… Bu böyle oldu diye bunu kökten kaldırırsanız, medreseyi kaldırıp yerine ilahiyat fakültesini kurarsanız, “alim yetişmez, din münekkidi yetişir.” Bu merhum Ali Fuat Başgil’in tespitidir. Türkiye’de ilk ilahiyat fakültesi açıldığında müfredatına bakmış, kuruluş mantığına bakmış, demiş ki, “Bu okullardan din alimi yetişmez, din münekkidi (din tenkitçisi) yetişir.”<br />
<br />
İlahiyat fakültelerinden bol bol din tenkitçisi yetişiyor. Tefsir kürsülerinde tefsirin altını oyan, hadis kürsülerinde hadisleri tenkit eden, fıkıh kürsülerinde fıkhı tahrip eden insanlar var. Vaziyet bu. Kuruluş mantığı neyse o mantığa göre insan yetişiyor. Tabii ki hepsini kastetmiyoruz. Aralarında istisna olanları tenzih ederek söylüyoruz. Ama medrese böyle değildir. Medrese alim yetiştirmek için kurulmuş ve o esaslar doğrultusunda o mantıkla içi doldurulmuş bir müessesedir. İslam alimi oradan yetişir. Medreseleri ıslah diye bir şey Osmanlı’da da belli bir dönemden sonra gündeme gelmiş bir meseledir. Ama unutmayalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş alimlerin yazdığı eserler bile bugün bizim ilahiyat fakültelerimizde kaynak olarak kullanılıyor.<br />
<br />
BİZİM MEDENİYETİMİZ “FIKIH MEDENİYETİ”DİR<br />
<br />
İslami bilimler içerisinde en canlı, en geniş birikimimizin şeriat, hukuk, fıkıh alanları olduğunu iddia edenler de var. Bu konularda neler söyleyebilirsiniz?<br />
<br />
Bizim medeniyetimiz için “Fıkıh medeniyeti” derler, doğrudur. Fıkhın hayatın bütün alanlarına sirayet ederek, vaziyet ederek, hakim olarak hayatı yönlendirmesinde şaşılacak bir şey yok; çünkü fıkıh, dini kavrayış sisteminin kendisidir. Nedir fıkıh? Bir şeyi inceden inceye dirayetle kavramak, künhüne vakıf olmak demektir. Dolayısıyla dinde fıkıh sahibi olanlar dini derinlemesine ve dirayetle kavramış olan insanlardır. Efendimiz (A.S.) ‘ın Abdullah bin Abbas (RA)’a bir duası var: “Allah’ım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret” diyor. Fıkıh sahibi olmak, hayatı temel referanslar ekseninde anlamak, algılamak, yorumlamak ve açıklamaktır. Onun için bizim geçmişimizde bazı fakihlere, bazı fukahaya “fakihü’l-beden” ya da “fakihü’n-nefs” derlermiş. Yani bu adam bütün hücrelerine kadar fıkıhtır; oturması fıkıh, kalkması fıkıh, tepkileri fıkıh, refleksleri fıkıh … Canlı bir fıkıh adamı yani. Canlı bir dini kavrayış var burada, dinin ete kemiğe bürünmüş hali var. Hayata fıkhın vaziyet etmesi çok tabii bir şey.<br />
<br />
Bu geçmiş birikimimiz günümüzdeki tartışmalara da katkı sağlayabilir mi?<br />
<br />
Onu yeniden, kendisi olarak, manipüle etmeden, yönlendirmeden, subjektif yorumlara kurban etmeden, kendisi olarak bizatihi öğrenir ve onun sadık ve mütevazi birer talebesi olarak dizinin dibine çöker, onu öğrenmek için ona kendimizi açarsak o da kendisini bize açacak ve biz hayatımıza ne kazandırdığını o zaman anlayacağız. Biz fıkhı teorik bilgiler olarak öğreniyoruz. Bakın bu önemli bir şey çünkü sokaktaki hayatta, hayatın görünen yüzünde fıkhın tezahürleri yok, fıkhın inşa ettiği bir hayattan bahsetmiyoruz. Seküler bir hayattan bahsediyoruz ve burada masabaşı faaliyetlerle öğrenilmiş bir fıkıhtan bahsediyoruz. Bu ikisi birbirinden bu kadar kopuk olmaz, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Fıkıh hayatın içinde olacak; hayatı inşa eden, hayatı dizayn eden bir mekanizma olarak, bir öz olarak hayatın içinde olacak. O zaman biz işte o Ahmet Cevdet Paşa’ya gidip, “bizi bu görevden al” diyen insanların olgunluğuna, kemaline kavuşuruz. Bu ancak bu şekilde mümkün. Yoksa bu teorik tartışmalar alır başını gider. İşin içinden çıkamayız.<br />
<br />
Bizim ilim adamlarımızın bir kısım akademisyenlerimizin yaptığı iş budur. Ezber ve masabaşı çalışmalarla İslami ilimleri ve fıkhı tartışma konusu yapıyoruz. İyi de birisi dışarıdan gelse ve dese ki “Kardeşim, siz bu fıkhı uyguladınız da mı bu sonuçları aldınız, bunları söylüyorsunuz? Bir uygulayın bakalım… Uygulayın, bu sonuçları alırsanız ondan sonra konuşalım.” Uygulamadan, “bu böyle olursa böyle olur” gibi kurgularla, subjektif akıl yürütmelerle, fıkıh hakkında İslami ilimler hakkında akıl yürütüyoruz, bir takım sonuçlara varıyoruz. Buradan bir takım teoriler üretiyoruz… Aslı astarı yok.<br />
<br />
Ama bunları talep etmeyen bir muhafazakar toplum var. İktidarın verdiği rahatlıkla yaşamayı tercih eden ve memnun kalan, şu anki durumun çok iyi olduğunu söyleyen…<br />
<br />
Bu toplumu biz kendi haline bırakmadığımız için bu böyledir. Toplum Cumhuriyet Türkiye’sinde her zaman, her iktidar döneminde bir şekilde yönlendirilmiş, bir yerlere kanalize edilmiş. Kendi iradesiyle başbaşa bırakılmamış, kendi aidiyet, mensubiyet ilişkilerini kurmasına müsaade edilmemiş çünkü devlet-millet ilişkisi bu modernleşme projeleri çerçevesinde hep manipülatif olmuş, hep yönlendirmeli olmuş. Kendi haline tabii seyrine bırakılmamış. Onun için millet şu an böyle. Evet, yüzde 99 Müslüman ama “şeriat ister misiniz?” dendiğinde, “Hayır” diyorlar. Onlara bu medyatik bombardıman, şeriatın ne olduğunu olduğu gibi anlatma biçiminde tezahür etseydi, o şekilde yapsaydı bu insanlar şeriatın ne olduğunu öğrenecekti ve tepkileri farklı olacaktı. Şimdi “şeriat” dendiğinde o insanların aklına o dediğimiz manzara ve bir takım adresler geliyor. Onlar da onlara bakarak, “şeriat budur, dolayısıyla bunu istemiyorum” diyor. Ama deseniz ki “Şeriat bu değil. Bakın mahkemeler kapanacak. Şeriat olunca birbirinizin kapılarının bekçisi olacaksınız. Kimse kapısına 3-5 tane kilit yaptırmayacak, komşuya emanet edip gidecek. Birinin dükkanından alışveriş ettiğinizde ‘öbür alışverişi de komşumdan yapın, ben siftah ettim’ diyecek, komşusuna yönlendirecek…” Budur, yani Allah’ın iradesidir. Allah’tan korkan, kuldan utanan, hesap günü şuuruyla hareket eden, hukukullahı ve hukukul ibadı ayakta tutan bir insan ve toplum…<br />
<br />
EHL-İ SÜNNET ANLAYIŞI YIPRANDI<br />
<br />
Ehl-i Sünnet dışı bir kesim var. Amaçları hakkında ne diyebilirsiniz?<br />
<br />
Amaçları hakkında bir şey diyemem. Niyet okuması olur. “Bunlar şöyle hain, böyle satılmış, böyle bilmem ne insanlar” diyemem. Bu samimi kanaatimdir.<br />
<br />
Muhalif davranmak insana etiket sağlar, insanı görünür kılar, meşhur kılar. Bir kitap yazarsınız yüz bin satar… Muhalif şeyler söylemenin böyle bir avantajı vardır. Sizi meşhur eder, size para sağlar, size etiket sağlar, ekonomik-siyasi anlamda bir ikbal sağlar… Böyle şeyler oluyor bu memlekette. Ama “hepsi böyledir” diyemem, bir kısmı gerçekten samimi de olabilir. Ehl-i Sünnet dışı akımların tarihte olduğu gibi bugün de “hepsi sinsidir, hepsi haindir, hepsi vatanı milleti satmak üzere yola çıkmıştır” diyemem. Tarih içinde öyle ehl-i bidat var ki, mesela bizim Mutezile diye yerden yere vurduğumuz akım içinde öyle insanlar var ki İmam Ebu Hanife için söylenen “kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır, gece uyumamıştır, çalışmıştır, ibadet etmiştir…” tarzındaki şeyler Mutezile’nin ileri gelenleri için de söylenir. Adam Irak coğrafyasından Medine coğrafyasına on kere yirmi kere yürüyerek hacca gitmiş gelmiş. Hayatını ilme vakfetmiş, Mutezile’nin önderlerinden, Hasan Basri’nin talebesi bir zat var. Bu zat, münakaşa yoluyla, fikri mücadele yoluyla binlerce gayr-ı müslümin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Ama bu onu ehl-i bidat olmaktan kurtaramadı. Gene ehl-i bidattır. Biz Ehl-i bidat derken bunların tamamının öyle hin, sinsi, ruhunu satılığa çıkarmış adamlar olduğunu söylemiyoruz. Bunların büyük çoğunluğu samimi insanlar. Takva sahibi, zühd sahibi insanlar. Ama istikametleri bozuk. Akideleri bozuk. Onun için ehl-i bidat olmuşlar.<br />
<br />
Günümüzde Ehl-i sünnet anlayışının yıprandığını düşünüyor musunuz?<br />
<br />
Maalesef düşünüyorum. Vakıa bize bunu gösteriyor çünkü Ehl-i sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü -bir kısmının tabii.- Dolayısıyla bu hem “Ehl-i sünnet” kavramını yıprattı hem de muhteva olarak bunun içinde ne olup bittiği konusunda bir imal-i fikir yapılmadığı için bunu tükettik biz.<br />
<br />
Günümüz Ehl-i sünnet dünyasında ilmi, itikadi, dini hareketler, cereyanlar, oluşumlar hakkında ne söyleyebiliriz? Bizi Ehl-i sünnet olarak farklı kılan bir söylemimiz var mıdır? sorusunu sorsak genellikle olumsuz cevap alırız. Mesela şöyle desek: “Tüm bu oluşumlar çerçevesinde İran’daki bir şii Müslüman ile Türkiye’deki bir sünni Müslümanın tesbitleri arasında nasıl bir farklılık vardır?” desek kolay kolay farklılık gösteremeyiz; çünkü söylem, fikir kendini ehl-i sünnet patenti ile o doğrultuda şekillendirmemiş. Çok genel-geçer, bir söylem var, bunun ehl-i sünnet ya da şii karakterli olması pek bir şeyi değiştirmiyor. Ama meseleye ehl-i sünnet zemininde baksanız, tepkileriniz, tespitleriniz o zeminde şekillense çok farkı bir şey çıkacak ortaya. Mesela biz, “Kuran’ın tarihsel bir metin olduğunu” söyleyenlere tepki verirken bir ehl-i sünnet olarak mı tepki veriyoruz, yoksa Müslümanların genel anlayışını esas alarak mı tepki veriyoruz?<br />
<br />
“Hadis rivayetlerinin çok kuşkulu olduğunu, hadislerin oluşturduğu alanın çok tekinsiz bir alan olduğunu” filan söylerken neyi esas alıyoruz, ayağımızı nereye basıyoruz? Ehl-i sünnet dışı bir zemine basıyoruz. Bu kesin. Ehl-i sünnet olarak baksak farklı bir şey söyleyeceğiz. Bu, aktüel hemen her İslami konu için böyledir. Ama bu iradeyi gösteremiyoruz. Ehl-i sünnet olmak bize sadece muhafazakâr çizgimizi korumada ve o çizgi üzerinden ekonomik, sosyal, siyasi bir takım işler yapmaya zemin hazırlıyor. Bunu mümkün kılıyor. Bu söylemin bizim için aktüel değeri bu. Atamızdan, dedemizden gördüğümüz bir şeyi muhafaza hassasiyeti de eklenebilir buna belki, ama bu kadar!..<br />
<br />
Ehl-i sünnet tarih içinde kendini hep canlı tutmuş, hep update etmiş, hep güncellemiş… Yeni durumlara karşı ayağının birini pergel olarak sabitlediği noktada ne söylemesi gerekiyorsa onu söylemiş bir hareket. Onun için bizim özellikle akaid ve kelam konusunda eser vermiş alimlerimiz kendi yaşadıkları dönemdeki bidat faaliyetlerle ile ilgili kitaplar yazmışlar. Yani günümüzde ehl-i sünnet dışı şu oluşumlar var, bunlar şunları söylüyor, temsilcileri şunlardır, grupları şunlardır diye her biri kendi döneminin fotoğrafını çekmiş.<br />
<br />
Ama modern döneme gelince bitmiş bu faaliyet. Artık hiçbir ehl-i sünnet alim kendi dönemi için “Fırak” kitabı yazmıyor. Dolayısıyla günümüzde hangi cereyan ehl-i bidatın patentini taşıyor, hangi cereyan ehl-i sünnettir yahut ehl-i sünnet bu yeni oluşumlara karşı ne söyler, bu konuda bir fikir berraklığı bir netlik yok. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen insanlara çok büyük bir yük, çok büyük bir mükellefiyet düşüyor burada. “Ben ehl-i sünnetim, Allah bir, peygamber bir” demek yetmiyor. Aktüel tartışmalara, dini ve itikadi problemlere ehl-i sünnet zeminde cevaplar üretmek zorundayız.<br />
<br />
Bu ülkenin ilahiyat fakültelerinin kelam ana bilim dallarında ekmek yiyen insanlar, bu milletin vergileriyle ekmek yiyen insanlar bu milletin inançlarını tahrip etmekle meşgul.<br />
<br />
Bu konularda pozitif tepkiler vermesi gerekenlerin tutumu bazen olması gereken ile çok zıt olabiliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?<br />
<br />
Türkiye’de Müslüman halk kendi duygularını düşüncelerini hassasiyetlerini sonuç getirici şekilde dışa vuracak reflekslere sahip olmadı; hep yönlendirilmiştir. Sorsanız, “Efendim reyting neticeleri. İnsanlar bunu istiyor biz de bunu yapıyoruz” gerekçesiyle bu rezaleti sergileyen insanlar, çevreler, toplumun gerçekten bu anlamda dirayetli bir karar mercii olduğunu düşünerek mi bunu yapıyor, yoksa zaten kendi yönlendirdikleri bir toplumun netice olarak kendisine yansıttığı şeyi baz alıp işini yürüten, yani kendi çalıp kendi oynayan mekanizmalar mıdır? İslami kesim dediğimiz kesimde bir duyarlılık kaybı yok mu? Elbette var. Bu işin tabiatında var. Çünkü sürekli olarak seküler politikalara maruz bırakılmış, dini hayatı tahkim edileceğine dinle ilişkisi, irtibatı dolaylı ya da doğrudan, bilinçli ya da bilinçsiz hep zedelenmiş, yıpratılmış, hırpalanmış bir toplumdan bahsediyoruz.<br />
<br />
Bakın mesela bir “mahalle” kavramı vardı, bu toplumun dini kültürel hayatı içerisinde. O mahallede yaşayan delikanlılar o mahallenin namusunun bekçisi idi. O mahallede herhangi bir gayrı meşru duruma onlar izin vermezdi. “Külhanbeyi” diye bir tip vardı mesela. Kimdir bu adam? Bu adam ibadetlerine filan çok bağlı olmasa da, bu konuda çok titiz olmasa da, toplumun kültürel genlerini muhafaza anlamında kendine durumdan vazife çıkarmış tiptir. Mahallenin namusu ondan sorulur. Kimse kimsenin penceresinden içeri bakamaz, kimse kimsenin namusuna yan gözle bakamaz, kimse kimseyi aldatamaz, dolandıramaz… Bunlar onun bekçisidir. Bizim o toplumsal, kültürel yapımız dağıldığı için şimdi bakıyorsunuz.<br />
<br />
Konfüçyüs’un çok doğru olarak söylediği gibi, ”Bir toplumun kaderi benim ellerime verilse, ilk işim isim ve kavramları değiştirmek olacaktır” demiştir. İsimler ve kavramsallaştırma çok önemlidir çünkü kelimeler insanların düşünme biçimini belirler. Bir hakimin mahkemede yaptığı şey, karşısına gelen olayın “adını koymak”tır. Olayın adı konulduktan sonra cezası zaten kitapta yazmaktadır. Bizim de önce kelimelerimizi değiştirdiler. Kelimelerimizin değişmesi ilk olarak teknolojiden başladı. Ardından hayatın diğer bölümlerinde de Batılı kavramsallaştırmaların yaşantımıza girdiğini gördük. Bundan sonra Batılı gibi yaşamaya da başladık çünkü onlar gibi düşünüyorduk. Bunun da sebebi artık hayatımızda kendi kavramlarımıza yer kalmamış olmasıydı.<br />
<br />
Hayatımıza hakim olan modernizmin, en temel kurumlarımızdan ailenin bile çatırdamasına sebep olduğu görülebiliyor artık. İşin en kötü tarafı ise, yeniden kendi kavramlarımızla, kendi düşünce dünyamızla ve referanslarımızla düşünme çabalarının önünde koca bir “önyargı duvarı”nın dikilmiş olması. En dindar görünene bile “bu kitaptandır” dediğiniz şeyler, neredeyse “uzaydan gelmiş ucube” tepkisiyle karşılaşıyor.<br />
<br />
Ebubekir Sifil hocamızla, bu önyargı duvarlarının en yüksek ve katı olarak dikildiği alanların başında gelen kadın ve İslam konusunu konuştuk. Bu “önyargı mayınları”na çarpmamaya da özen göstererek, sadece kitapta yazanı anlama gayretiyle konuyu bir miktar aralayabilmişizdir umarız.<br />
<br />
Ali Bulaç’ın son dönemde gündeme getirdiği bir konu çok tartışıldı. Bulaç, kadının sosyal hayata teşvik edilmesine karşı çıktı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?<br />
<br />
Ali Bulaç doğru söylüyor. Biz genellikle meseleyi kadın-erkek eşitliği üzerinden tartışmayı tercih ediyoruz, ama meselenin aslında şöyle bir hakikati var, bunu ıskalıyoruz: Kadın iş hayatına girdiğinde, ekonomik ve sosyal hayata girdiğinde erkekten geri kalıyor mu? Kalmıyor. İslam da bu anlamda kadının -haşa- “geri zekâlı bir varlık olduğunu, yeteneksiz bir varlık olduğunu” söylemiyor zaten. Fakat ısrarla bizi kadının ekonomik-sosyal hayata çıkartılmaması gerektiği noktasına çekiyor İslam.<br />
<br />
Osmanlı’da ve daha önce -Asrı Saadet’e kadar götürebilirsiniz bunu- ekonomik hayata fiilen katılmış kadınlar yok mudur? Vardır. O hayat bu kadınları dışlamamış. Abdullah bin Mesud’un mesela –çok ileri gelen alim sahabilerden birisi, ilk Müslümanlar’dan- çok zengin bir hanımı varmış. Abdullah bin Mesud zaten fizik olarak çalışmaya çok uygun olmayan bir insanmış. Ama hanımı çok zenginmiş, ekonomik durumu çok güçlüymüş. Hanımı çalışır, pazarda üretir, satar, ona da çocuklarına da hanımı bakarmış. Fakat böyle olmasına rağmen İslam’ın kadın ve erkekle ilgili hükümleri konusunda onları anlama, özümseme ve pratiğe aktarma konusunda bir sıkıntı yaşamamış onlar. Çünkü biliyorlar ki İslam’ın bu hükümleri aslında bizi bir şeye yönlendiriyor.<br />
<br />
Kadının islam’da bir temel fonkisiyonu var; o da çocukları, gelecek nesli yetiştirmektir. Ailenin önemini Batı yeni fark etti. Yeni gelişmeler araştırmalar gösteriyor ki çocuğun öğrendiği, hafızasına, ruhuna nakşettiği en kalıcı bilgiler 0-6 yaş arası aldığı bilgilerdir. Bu yaşta tüm bilgileri kim veriyor çocuğa? Anne veriyor . Sabah 8 akşam 8 çalışan akşam posası çıkmış halde eve gelen baba mı veriyor, hayır. İslam’ın kadınlar hakkındaki hükümleri bize dolaylı olarak kadını bu görevinden uzaklaştırmayın diyor.<br />
<br />
Kadın çalışma hayatına gererse onun nesil yetiştirme görevini kim yapar, kreşler. Ama bu yaşta verilenler anne sütü gibidir. Annenin verdiği bilgiyi şefkati başka kim verir . Anne şefkatinden mahrum kalmış çocukların ileride bunalımlı, problemli insanlar olarak toplumun başına ne büyük sıkıntılar açtığını modern zamanlarda fazlasıyla tecrübe ediyoruz değil mi? İslam bize diyor ki geleceğinizi tehlikeye atmayın, kadının yeri evinin içidir , çoluk –çocuğun terbiyesidir ahlakıdır. Toplumun geleceğinin inşasıdır yani.<br />
<br />
Kadının yeri evidir, evi mahremdir. Kadının kıldığı en üstün/ faziletli namaz evinin en gizli yerinde kıldığı namazdır. Efendimiz (s.a.v) böyle buyurmuş. Biz son dönemde ne yapıyoruz? Erkekle eşitleme adı altında kadını aslî misyonunda uzaklaştıran modernizmin ekmeğine yağ sürerek kadının “dışarıdaki” hayatını pekiştirme anlamına gelecek şekilde kadınlara özgü camiler açmayı planlıyoruz!..<br />
<br />
Keza kadının şahitliğini tartışıyoruz. Diyoruz ki: İki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk tutulmuş. Acaba niye böyle olmuş. Kadın geri zekâlı olduğu için mi? Haşa. Ezber, hafıza kapasitesi zayıf olduğu için mi? Hayır, öyle de değil. Bunun tam aksini biz de biliyoruz. Peki, İslam neyi öngörmüş?<br />
<br />
Bir erkeğin şahitliğinin iki kadının şahitliğine eşit olmasındaki amaç nedir?<br />
<br />
Hasbel kader aranızdaki ticari ilişkilerde iki erkek şahit bulamazsanız, bir erkeğin yanına biri unuttuğunda diğeri hatırlatsın diye iki kadın şahit ekleyeceksiniz. Burada “kadının unutması/yanılması” kısmı üzerinde dikkatle durmamız gerekiyor. Bu şu demektir: Kadın öyle bir hayat yaşayacak ki, kendi aslî misyonu içinde öyle yoğun ve meşgul olacak ki, meşguliyetinden ve yoğunluğundan, şahitlik konusu olan şeyi unutabilecek… Çünkü kadın, toplumun geleceğin inşası gibi son derece hayatî ve kritik bir rol/sorumluluk üstlenmiştir. İşte o sorumluluğu yerine getirirken kadınlarndan biri söz konusu şahitlik konusu olan ticarî muameleyi bütün detaylarıyla hatırlayamayabilir. İşte böyle durumlarda, biri unuttuğunda diğeri hatırlatsın diye iki kadın şahit denilmiştir.<br />
<br />
Kadını tamamen eve kapatmak mı çözüm?<br />
<br />
İslami ilimlerle meşgul olmuş kalbur üstü alimlerle yarışmış kadınlar var. Sanatta meslek icrasında yarışmış kadınlar var. Kadının evin içinde, çocuk yetiştirmekle sorumlu olması, İslam kadını bir odaya hapsetmiştir anlamına gelmiyor. İslamî hayat evin dışında ne kadar canlı ise, içinde de o kadar canlıdır. Ev içi dediğimiz alanın bir sosyal hayatı, ibadet hayatı, eğitim hayatı vardır. Hapis anlamına gelmiyor. Kadın ev içinde o misyonu sekteye uğratmayacak her şeyi yapabilir. Kocaman bir alandan bahsediyoruz. Bunun kendine mahsus bir kültürü vardır. Hayli geniş bir konudur burası, ayrıca konuşmak lazım.<br />
<br />
Kadına şiddet konuşuluyor?<br />
<br />
Meseleyi İslam nazarından değerlendirmek gerekir. Şiddet diye bir kavram var. Bunun bizim dini terminolojimizde, algımızda denk düştüğü bir yer var mıdır?<br />
<br />
Boyum uzun gözüksün de Efendimiz savaş listesine beni de yazsın diyerek ayak uçlarına basarak yükselmeye çalışan sahabîleri düşünün. Böyle savaşlara gitmiş çok gençler var. Çanakkale’de de aynı şekilde gençler var. İzmir’de bir okulda öğrencilerin tamamı Çanakkale’de şehit olmuş. O okul eğitim yıllarından birinde hiç mezun vermemiş. Çünkü öğrencilerin tamamı şehit!.. Bugünün kavramları ile bakarsak buna “çocuk istismarı” dememiz gerekir. Günümüzde müthiş kavram kargaşası var<br />
<br />
Efendimiz buyurmuş ki; “Çocuklarınıza namazı emredin. 10 yaşına geldiğinde kılmıyorsa hafifçe vurun”. İşte şimdi bu aile için şiddet demek oluyor. Ben bir Müslüman olarak hayatın İslami kavramalar ekseninde şekillenmesini istiyorum. Dinin kendi kavramaları ile algılanıp yürütülmesini istiyorum. Başka türlü kendi kavramlarımızla savaşıp duracağız.<br />
<br />
-Serkeşlik etmesinden korktuğunuz kadınlara nasihat edin. Yani yola gelmiyor, dikleniyor ne yapacaksınız, nasihat edin. Nasihat dinlemeyip diklenmede inat edince yataklarınızı ayırın. Yine olmadı o zaman dövün. Kur’an’da geçmiyor hadislerden öğreniyoruz ki buradaki “dövün”den maksat, “hafifce dövün” demektir. İz bırakmayacak şekilde, hasar vermeyecek şekilde. Bunu anlatırken sahabe bir misvak alıp bununla hafifce iz bırakmayacak şekilde vurmak olarak tarif ediyor.<br />
<br />
Erkeğin kadına el kaldırdığı aşama, iplerin koptuğu aşamadır. Kadının kadınlık onurunun zedeneleceği aşamadır. Bu aşamada kadın ya kendine, ailesine ve kocasına olan saygısını muhafaza edip geri adım atacak. Ya da gemileri yakacak. Bu aşama olduğunda artık öyle bir yere geliyor ki, kocası dövüyor, kadın bildiğini okumaya devam ediyor. Bu sözün bittiği nokta.<br />
<br />
Mesele sloganlar üzerinden götürülemeyecek kadar önemli. Bu gibi meselelerin toplum karşısında, medyada tartışmak çok yanlış. Bunun bir kültürü vardır ve yukarıda zikrettiğim ayetteki durum (önce nasihat etme, sonra yatağında yalnız bırakma…) o kültür içinde tabir caizse “işe yarayan” tedbirlerdir. Kültür değişimi içinde, bu söylenenlerin anlamını kaybettiği, hatta “saçma şeyler” olarak görüldüğü yeni algılar oluşuyor. Bu yeni algıları “kültür değişimi” dediğimiz o bütün yapı içinde ve külli bir bakış açısıyla konuşmak gerekir ki, kadınla ilgili bu hükümler de orada anlamlı yerini bulsun, herşey yerine otursun. Yoksa modern hayatın oluşturduğu algı yapısı içinde bu meseleleri medya zemininde konuşmak ve hele de tartışmak kesinlikle yapılmaması gereken bir şey…<br />
<br />
Kaynak: haber5.com<br />
</div>
15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-41097430658910786312012-09-02T11:29:00.002+02:002012-09-02T11:30:54.804+02:00İran'ın varlık zemini / Dr.Ebubekir Sifil<br />
Her yeni gün İran, Sünni coğrafyadaki ve bu cümleden olarak ülkemizdeki kredisini biraz daha tüketiyor. Bilhassa Suriye meselesinden sonra "İslam Cumhuriyeti" imajının içinin hızla boşaldığını görüyoruz.<br />
<br />
Suriye, İran'ın samimiyetinin test edildiği bir turnusol kâğıdı oldu; hatta sadece "samimiyetinin" değil, "makuliyetinin" ve "makbuliyetinin" de...<br />
<br />
Bir yandan Sünni-Şii kardeşliğinden dem vururken diğer yandan kitabî Şiilik içinde bile "gulat"tan sayılan bir fırkaya inat ve ısrarla destek;<br />
<br />
Bir taraftan anti-emperyalist bir çizginin bayraktarlığını dillendirirken diğer taraftan Rusya ve Çin gibi iki emperyalist devletle iş tutmak; hatta Irak ve Afganistan'ın işgalinde bizzat Amerika ve Batı'yla fiilî işbirliklerine gitmek...<br />
<br />
Bütün bunların izah edilebilir yanı olmadığını gün geçtikçe daha fazla sayıda insan görüyor ve anlıyor.<br />
<br />
Peki İran bütün bunları niye yapıyor?<br />
<br />
Devrim'den sonra kendisine kalbî ve fiilî destek sağlayan Ümmet'in nefretini üstüne çekme pahasına bu çıkmaz yolda niçin ısrar ediyor?<br />
<br />
Bu sorunun benim bulabildiğim ir tek cevabı var: İran, tarihsel Şii refleksiyle hareket ettiği için...<br />
<br />
Şöyle bir geriye dönüp tarihe baktığımızda önümüze çıkan iki fotoğraf bugün yaşadıklarımızı yeterince ikna edici biçimde açıklıyor: Fatımî tecrübesi ve Safevî tecrübesi.<br />
<br />
Her iki tecrübe de açık bir şekilde gösteriyor ki tarihte Şii refleks sürekli biçimde Ümmet'e yönelik yıkıcı, bölücü, tahrip edici bir karakter taşıyor. Fatımîler İsmailî batınîliği niçin destekledi? Karmatîlikle Ehl-i Beyt'in ne alakası vardı?<br />
<br />
Keza Safevîlik! Niçin Safevî daileri sürekli biçimde bünyeyi içeriden kemirmenin ve zayıf düşürmenin peşinde oldular?<br />
<br />
Makul ve mantıklı düşündüğümüzde İran'ın, Ümmet'e Şiilik ihracı yerine Ümmet'in diğer kesimleriyle ortak noktaların çoğaltılmasına çalışması gerektiği sonucuna varıyoruz. Özellikle de uluslar arası arenada tek başına bir İran'dansa, Ümmet'in fiilî ve kalbî desteğini arkasına almış bir İran'ın daha muvaffakiyet şansının daha fazla olduğu gerçeği ortadayken...<br />
<br />
Ama -yukarıda da söylediğim gibi- İran için tarihsel Şii refleksleriyle hareket etmek, yegâne varlık alanını tahkim etmek anlamına geliyor. Şii karakteri muhafaza ederek hareket alanını genişletmek Ümmet adına değil, ama Şiilik adına hareket eden İran için daha anlamlı geliyor.<br />
<br />
Bütün bunları anlamak mümkün de, bunca çıplak gerçeğe rağmen İran meftuniyetinden kurtulamayan Sünnîlerin durumunu izah etmek mümkün değil. Ayetullah Fadlullah'tan, Ahmed el-Kâtib'den ve diğer Şiilerden daha fazla Şiilik meftunu Sünniler'den bahsediyorum...<br />
28.08.12/ Milli Gazete15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-23691581946537453762012-04-02T04:56:00.000+02:002012-09-02T11:30:42.188+02:00Sünnet-i seniyye üzerine Dr.Ebubekir Sifil Hocamızdan ders niteliğinde saklanacak nefis bir makale.<br />
Darb Ve Recm-4 / Dr.Ebubekir Sifil<br />
<br />
Okuyucu sorusunun recmle ilgili kısmına gelince;<br />
<br />
Genellikle recm bağlamında ileri sürülen bir argüman soru metninde de yer almış: "Kur'an'da Yüce Allah zinadan bu kadar söz ederken recmden niye söz etmiyor? Sonuçta 100 sopa cezası da varken bu durumda Kur'an'da olmayan birşey sünnette nasıl var olabiliyor? Allah'ın Kelamı eksik olamayacağına göre bunun mantığı nedir? "<br />
<br />
İlk bakışta "mantıklı" gibi duran bu soru, Usul açısından Kur'an-Sünnet ilişkisi bağlamında çok anlamlı değil. Zira neyin Kur'an'da yer alacağına ve neyin Sünnet'e havale edileceğine bizim karar verebileceğimiz gibi bir ön kabul var bu sorunun kurgusunda.<br />
<br />
Meseleyi birkaç örnek üzerinden irdeleyelim:<br />
<br />
Kur'an, İslamî devlet modelinin nasıl olması gerektiği konusunda herhangi bir talimat içermemektedir. Şura'dan, adaletten.. vb. bahseden ayetler devletin "modeli"yle ilgili değildir. Bu son derece önemli mesele Sünnet tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.<br />
<br />
Durum böyle olmasına böyledir; ama tam bu noktada meseleyi "kendisi olarak" algılamamızı engelleyen modern refleks, "Kur'an bir yönetim modeli getirmemekle meseleyi Müslümanların içtihadına, çağın gereklerine… vs. havale etmiştir" diyerek dikkatimizi başka noktalara çeler.<br />
<br />
Dolayısıyla dikkatimizin çelinmesine izin vermeyelim ve sorulması gereken esas soruyu soralım: Yönetim modeli önemsiz bir mesele midir ki, miras taksimatını en ince detaylarına kadar düzenleyen Kur'an-ı Hakim bu noktayı sükût geçmiştir?<br />
<br />
Bir diğer örnek abdest ve namazdır. Kur'an'da abdestin nasıl alınacağı detaylı bir şekilde anlatıldığı halde[1], hatta teyemmüm tarif edildiği halde[2] namaz hakkında herhangi bir detaya yer vermemiştir. Namazla ilgili bütün detaylar Sünnet-i Seniyye tarafından gösterilmiştir. Oysa ne abdest ne de teyemmüm namazla kıyaslanabilir önemdedir!<br />
<br />
Kur'an'da geçmeyip de Sünnet'in teşri kıldığı hususlara bir diğer örnek "sefer/yolculuk namazı"dır. Yolculuk halinde 4 rek'atli farzları 2'şer rek'at kılmak önemsiz bir mesele midir?..<br />
<br />
Şu halde "bu kadar önemli bir husus Kur'an'da zikredilmeliydi" tarzındaki bakış açısının Usul açısından herhangi bir geçerliliği yoktur!..<br />
<br />
Sorunun bir kısmında da zina için Kur'an'da zaten 100 sopa cezası belirlendiği halde, Sünnet tarafından nasıl olup da başka bir cezanın belirlenebildiği sorgulanıyor.<br />
<br />
Biliyoruz ki Sünnet Kur'an'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid eder. Zina edenlere 100 sopa cezası getiren ayet[3] zina eden herkesi içine alan umumî bir ifade taşımaktadır. Bu umumî ifade Sünnet tarafından kimi noktalarda tahsis edilmiş, ihtiva ettiği umumî hüküm, bir kısım zanilere tahsis edilmiştir.<br />
<br />
Sünnet'in Kur'an'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid edeceği, recm hükmüne itiraz edenler tarafından da zımnen veya açıkça kabul edilmektedir. Söz gelimi "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman…"[4] ayetinde "namaz" mutlak olarak zikredilmiş, hangi namaz için yapılan çağrının kastedildiği belirtilmemiştir. Sünnet bu mutlak ifadeyi "Cuma namazı" için yapılan çağrı (ezan) şeklinde kayıt altına almıştır.<br />
<br />
Keza 5/el-Mâide, 5. ayetinde zikredilen, "Ehl-i Kitab'ın muhsan kadınları" ifadesinde mü'minlerin kendileriyle evlenmesi helal kılınan kitabî kadınların herhangi bir vasfı belirtilmemiş, yani ifade mutlak bırakılmış, Sünnet, harbî kitabîleri dışarıda bırakarak bu ibahayı zimmî kitabî kadınlarla takyid etmiştir.<br />
<br />
"Hırsızlık yapan erkeğin ve hırsızlık yapan kadının… ellerini kesin"[5] ayetinde çalınan malın değeri zikredilmemiş, hüküm umumî olarak bırakılmıştır. Sünnet, çalınan malın değeri 4 dinarın altındaysa el kesme cezasının uygulanmayacağını hükme bağlayarak Kur'an'ın bu umumunu tahsis etmiştir.<br />
<br />
Yine aynı şekilde Kur'an'da, evlenilmesi haram olan kadınlar bir bir sayıldıktan sonra, "Bunların dışındaki kadınlar… size helal kılındı" buyurulmuştur. Sünnet, kişinin evli bulunduğu kanının halasını ve teyzesini bu hükümden istisna tutarak ayetteki "bunların dışındaki kadınlar" ifadesinin umumunu tahsis etmiştir.<br />
<br />
Dolayısıyla bütün bu konularda Sünnet'in Kur'an'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid ettiğini söylerken/kabul ederken, aynı Sünnet'in 24/en-Nûr 2 ayetindeki 100 sopa cezasını bekâr zanilere tahsis etmesine itiraz etmek tutarlı değildir.<br />
<br />
Yine zikrettiğim bu hususlar, meselenin "Allah'ın Kitabı'nda eksiklik-fazlalık" bulunması gibi bir bakış açısıyla ele alınamayacak kadar teknik ve hassas olduğunu ortaya koymaya yeterlidir.<br />
<br />
Devam edecek.<br />
<br />
[1] 5/el-Mâide, 6.<br />
<br />
[2] 4/en-Nisâ, 43.<br />
<br />
[3] 24/en-Nûr, 2.<br />
<br />
[4] 62/el-Cumu'a, 9.<br />
<br />
[5] 5/el-Mâide, 38.<br />
<br />
Milli Gazete - 31 Mart 201215.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-56062436454916201352012-03-13T07:55:00.001+01:002012-09-02T11:30:33.198+02:00Teknoloji bağımlılığı / Dr.Ebubekir Sifil<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<br />
Günümüzü tarihten farklı kılan ne var?<br />
<br />
Ahir zamanı diğer zamanlardan farklı kılan neyse, o!<br />
<br />
Müslümanlar olarak yaşadığımız her hadiseyi "ahir zaman" bilinci ile değerlendirmek durumundayız. Olup bitenlere külli bir bakış geliştirebilmek için öncelikle o bilinci kuşanmak zorundayız tabii.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhya9KePYclIEFLmDUXzcPGYKFmH5Acv0akRydJSlwhrPoLK0W7aODVuZlWCJmfSefqX4to5dpzxOAUqDigRYPmfrZpw58sqCtT0q8CHE6U26tuOMjNnEbNuHRQ0phPDnPnSqGw6zIJP-oM/s1600/Teknolojik-Hayat-540x796.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhya9KePYclIEFLmDUXzcPGYKFmH5Acv0akRydJSlwhrPoLK0W7aODVuZlWCJmfSefqX4to5dpzxOAUqDigRYPmfrZpw58sqCtT0q8CHE6U26tuOMjNnEbNuHRQ0phPDnPnSqGw6zIJP-oM/s400/Teknolojik-Hayat-540x796.jpg" width="271" /></a></div>
Medyaya yansıdığı kadarıyla haberdar oldum; İstanbul'da bir hastanede internet bağımlılığının tedavisi için özel bir bölüm açılmış. Önemli bir toplumsal problemin işaret fişeği bu haber.<br />
<br />
Hepimiz şu veya bu biçimde/miktarda teknolojiyle içli-dışlı olmuş durumdayız. Hatta öyle durumlar oluyor ki, işinizi iyi yapabilmek için ilgili teknolojileri iyi kullanmak zorunda kalıyorsunuz.<br />
<br />
Bunun öğrenmesi ayrı bir süreç, öğrendiklerini uygulaması ayrı bir süreç, ilgili alanda kat edilen yeni gelişmeleri, "piyasaya sürülen" yeni uygulamaları takip etmek ayrı bir süreç... Bütün bunları yaparken vaktin çoğunun teknoloji esaretinde geçtiğini fark ettiğimizde birçoğumuz için teknoloji kaçınılmaz tahakkümünü ilan etmiş oluyor.<br />
<br />
Elbette en iyisi teknolojiye en az bulaşarak hayatı sürdürmek. Böylece "fıtrî olan"a zihnimizde ve kalbimizde daha fazla alan açma iradesini elimizde bulundurmuş olacağız. Ama gelin görün ki teknoloji tarafından çepeçevre kuşatıldığımız bir hayatın içindeyiz. Kaçmanın, kurtulmanın imkânı yok.<br />
<br />
Öyleyse ne yapmalı?<br />
<br />
Teknolojik araç-gereçlere günlük hayatımızda olabildiğince az zaman ayırmakla başlayabiliriz mesela. Temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra onların, hayatımızda daha fazla yer işgal etmesine zemin hazırlayan tuzaklara düşmemeye dikkat etmek çok zor değil.<br />
<br />
Bilgisayar mı kullanıyoruz mesela; bir yazı yazacaksak veya bir tasarım yapacaksak, onu bitirdikten sonra bilgisayarın diğer özelliklerine fazla ilgi göstermemeli. Şu program şunu yapıyormuş; falanca programı bilgisayarınıza indirip kurduğunuzda filanca aygıtla entegre çalışarak şu şu işleri yapıyormuş gibi tuzaklara mümkün olduğunca düşmemeli. Çünkü bunun sonu yok. Herhangi bir iş için üretilen bir program başka alanlarda arızalar çıkarıyor veya yetersiz kalıyor. Bu defa o alanlardaki zaafı gidermek için başka programlar, başka teknolojiler... Sonra bunların birbirleriyle ilişkileri... Sonra başka versiyonlar... Bunun sonu yok!<br />
<br />
Nüfusunun yarısını gençlerin ve çocukların oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz. Teknolojiye hiç bulaşmamış olan nesiller (yani benim çağımdakilerin babaları, dedeleri) ne kadar bağımsız, ne kadar sağlıklı, ne kadar "tabii" bir hayata alışmışlar! Bir yandan teknolojinin abrakadabralarına imrenme-garipseme karışımı duygularla bakarken bir yandan da dünyaya bağımlı olmamanın fiili örnekliğini gösteriyorlar.<br />
<br />
Peki ya gençlerimiz ve çocuklarımız?<br />
<br />
Onların hali gerçekten vahim...<br />
<br />
Biz henüz işin hakikatinin farkında değiliz. İlkokul çağındaki çocuklar, ellerinde son model cep telefonlarıyla internet kafelerde bizim dünyamızla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sanallığın dehlizlerinde yüzüyor. Aile içi iletişim büyük yara almış durumda. Bilhassa gençlerin ve çocukların davranış tarzları kesinlikle bizim aidiyetlerimizden bir iz taşımıyor...<br />
<br />
Keşke bütün mesele teknolojinin köpürttüğü tüketim hastalığından ibaret olsa. Evet işin böyle de bir yönü var; bireysel ve toplumsal planda harcama kalemlerimize şöyle bir bakıldığında teknolojiye yaptığımız sarfiyatır listenin başlarında seyr ettiğini kolaylıkla görebiliriz.<br />
<br />
Bütün bunları söylerken, "teknolojiyi dozunda kullanmak"tan bahsetmiyorum. "Teknolojiye bağımlılığın tabiileşmesi" garabetinden bahsediyorum. Bilhassa gençler için hayatın tabii şekli teknoloinin oluşturduğu sanallıktan ve bağımlılıktan ibaret. Benim çağımdaki insanlar hala zihinlerinin bir köşesinde teknolojiden bağımsız bir hayatın mümkün olduğu düşüncesini muhafaza etme şansına sahip. Bu bile başlı başına bir avantaj ve imkân. Ama ya gençlerimiz ve çocuklarımız?<br />
<br />
Bir yandan onların "başarılı" insanlar olması için var gücümüzle gayret ederken onların teknolojiyle ilişkisini de pekiştiriyoruz, diğer yandan da onlara dünyaya bağımlılığın mü'min tavrı olmadığını öğretmek durumundayız.<br />
<br />
Bizim zihnimiz ve kalbimiz netleşmeden buna muvaffak olmak mümkün mü?</div>
15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-41055929116518422942012-03-13T07:45:00.001+01:002012-09-02T11:30:22.214+02:00Okuyucu Soruları 2 Darb ve Recm 2 / Dr. Ebubekir Sifil<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<br />
"Darabe" fiilinin "çok anlamlı" bir fiil olduğu doğrudur. Kur'an'da muhtelif kipleriyle 59 yerde geçen bu kelimenin, geçtiği yerlerde bağlama göre farklı anlamlar ifade ettiği de doğrudur. Ancak bu, mezkûr kelimenin geçtiği her bir yerde ifade ettiği anlamın "kafamıza göre" tayin edilebileceği anlamına gelmez.<br />
<br />
Soru metninde Prof. Dr. Mehmet Dağ'a atfen yer verilen tesbit gerçeği ifade etmektedir. Sadece "darabe" fiili değil, Arapça'daki kelimelerin hemen tamamı, farklı edatlara veya mef'ullere/tümleçlere göre farklı anlamlar ifade eder. Bunların kimi hakikat, kimi mecazdır.<br />
<br />
Birkaç örnek:<br />
<br />
Darabe: Vurdu; dövdü; sür'at yaptı; uzadı; hareket etti; oynadı; seyahat etti; ticaret, gaza vb. bir sebeple bir yerden bir yere gitti.<br />
<br />
Darabe bi nefsihi'l-ard: Bir yerde ikamet etti, kaldı.<br />
<br />
Darabe bi yedihî: Eliyle işaret etti.<br />
<br />
Darabe alâ yedeyhi: Tuttu, engel oldu, kesinleştirdi, ifsad etti.<br />
<br />
Darabe an...: ...den yüz çevirdi.<br />
<br />
Darabe beynehû: ...den uzaklaştırdı.<br />
<br />
Darabe'ş-şey'e bi'ş-şey': Bir şeyi başka bir şeye kattı, karıştırdı.<br />
<br />
Darabe fi'l-mâi: Suda yüzdü.<br />
<br />
Darabe bi zekanihi'l-ard: Korktu.<br />
<br />
Darabe'l-akrebu: Akrep (bir kimseyi) soktu...<br />
<br />
Örnekleri artırmak mümkün. Daha detaylı bilgi isteyenler Tâcu'l-Arûs gibi, Kamus Tercemesi Okyanus gibi mufassal lugatlere bakabilirler.<br />
<br />
Dolayısıyla bu kelimeye keyfemâşeyâ anlam vermek demek, cümleyi kendi istediği gibi kurmak demektir. Oysa Allah Teala'nın kelamı, biz onu yeniden anlamlandıralım, kendi anlayışlarımızı ona söyletelim diye değil, sabit anlamlarının ihtiva ettiği hakikatleri benliğimize yerleştirerek teslim olalım diye indirilmiştir.<br />
<br />
Unutmayalım, Ehl-i Kitap da kendi kitaplarını -başka değil- tam da bu tarz mülahazalarla tahrif etmişlerdir. İçlerine sindiremedikleri, izah edemedikleri, zor buldukları, ele-güne izah edilemez gördükleri hükümleri kimi zaman Kitap'tan çıkararak, kimi zaman bağlamlarını tahrif ederek, kimi zaman da yorum metoduyla devre dışı bırakarak "hevalarına uygun" dinler ortaya çıkarmışlardır...<br />
<br />
Söz buraya gelmişken Ehl-i Kitab'ın, kendi kitaplarını tümüyle reddetmemiş oldukları gerçeğine de dikkat çekmemiz gerekiyor. Adı "Tevrat" olan, "İncil" olan, hakiki Tevrat ve İncil'den cümleler, pasajlar taşıyan, ama muhtevasında Ehl-i Kitab'ın ileri gelenlerinin heva ve heveslerinin de yer bulduğu kitaplardır onlar.<br />
<br />
Modern dönemde Müslümanların Kur'an'la ilişkisi, bilhassa Yahudilerin Tavrat üzerinde gerçekleştirdiği tasarruflarla gerçekten çarpıcı bir benzerlik gösteriyor.Günümüzde meal çalışmalarının önemli bir kısmının arz ettiği görüntü, hahamların Tevrat'ı tuttuğu muameleden farklı değildir. "Ben böyle anlıyorum" tavrıyla Kur'an'ı heva kaynaklı "özgürlük" algısının kurbanı kılanlar, etki alanlarını Kur'an merkezli söylemlere ular elbette...<br />
<br />
Devam edecek.<br />
<br />
Bkz. ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 237 vd.; Mütercim Âsım, Kamus Tercemesi Okyanus, I, 186 vd.</div>
15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-46183078481613677822012-02-21T08:18:00.000+01:002012-03-12T08:31:41.350+01:00Hafızlık müessesesi / Dr.Ebubekir Sifil<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
Hemen hepimiz hemen hergün Kur'an-ı Kerim'in ilahî koruma altında olduğunu dile getiren konuşmalar yapar ya da bu tarz konuşmalara şahit oluruz. Yüce Kitabımız'da "Muhakkak ki Zikr'i biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz" buyurulduğu gerçeğinden hareketle Kur'an-ı Mübin'in korunmuşluğunu dile getirirken genellikle iki bağlam söz konusudur: Ya Tevrat ve İncil metinlerinin tahrif edildiğini konuşuyoruzdur ya da -ve daha yaygın olarak- Kur'an'dan başka güvenebileceğimiz bir başka kaynağa sahip olmadığımız iddiası gündemimizdedir.<br />
<br />
Daha önce de defaatle dile getirmiştim; Kur'an-ı Kerim'in korunması, söz gelimi meleklerin gökten inip Mushaf nüshalarını kanatlarına alarak insanların müdahalesine karşı el değmez yerlere çıkarmaları şeklinde olmuyor. Allah Teala Kur'an'ı, bizzat Ümmet-i Muhammed vasıtasıyla koruyor. (Ve Ümmet-i Muhammed Kur'an-ı Kerim'i hangi suretle koruyorsa, Sünnet-i Seniyye'yi ve hadis-i şerifleri de aynı suretle koruyor...)<br />
<br />
Hiç şüphesiz Kur'an'ın korunması, bidayetten beri onu hafızasına alarak kendisinden sonraki neslin hafızasına emanet eden "hafızlar kitlesi" vasıtasıyla gerçekleşiyor. Bu ameliye her kuşakta bu şekilde "tevatüren nakil" tarzında gerçekleştiği için Kur'an'ın tek harfinde bile değişiklik söz konusu olmaksızın bugüne kadar geldiğinden hiç birimiz şüphe etmiyor...<br />
<br />
Çoğu kimse Kur'an'ı Kerim'in mevcut matbu Mushaflar vasıtasıyla gelecek nesillere aktarıldığını düşünse de gerçek öyle değil. Kur'an'ın naklinde "ezber" unsuru, yani "hafızlık" müessesesi o kadar önemli ve temel bir yer tutuyor ki, söz gelimi ülkemizde yeni bir Mushaf basılacağı zaman, prova baskılar Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bulunan Mushafları İnceleme Kurulu'na gönderilir; orada görevli hafızlar o prova baskıları kontrol ederler. İşte bu kontrol, basılacak olan mushaf nüshasının bir başka Mushaf nüshasıyla karşılaştırılması şeklinde değil, onu kontrol eden hafızın ezberiyle karşılaştırılması şeklinde gerçekleşiyor.<br />
<br />
Dolayısıyla Hz. Ebû Bekr (r.a)'ın iki kapak arasında topladığı ya da Hz. Osman (r.a)'ın çoğalttığı Mushaf nüshalarının orijinalleri şu anda elimizde değil diye hiç birimiz kur'an-ı Mübin'in korunmuşluğundan şüphe etmiyorsak, bunu bu ümmetin hafızlarına borçluyuz. (Aynı durum Hadis metinleri için de böyledir. Temel Hadis kitaplarının orijinal müelliif nüshaları şu anda elimizde olmasa bile, "Hadis hafızlığı" müessesesi elimizdeki hadis kitaplarının otantikliğinden şüphe edilmesine mahal bırakmıyor.)<br />
<br />
Peki hiç düşünüyor muyuz, en temel varoluş alanımızı teşkil eden vahyi bu şekilde muhafaza eden o mübarek insanlar ne yer, ne içer, hangi şartlarda yaşarlar; toplumsal statüleri ne durumdadır, bir "özlük hakları" var mıdır mesela?<br />
<br />
Yıllar yılı binbir fedakârlıkla yetiştirilen hafızların, ezberlerinde taşıdıkları Kelam-ı İlahî'ye hürmeten gönlümüzde ve dünyamızda mutlaka farklı bir yerde bulunması/tutulması gerekir. Bunun için mesela Hafızların Özlük Haklarını Savunma ve Geliştirme Derneği" gibi bir dernek kurulacak olsa, bunun ayıbı ve vebali bile bize fazlasıyla yeter...<br />
<br />
Bir soru: Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan imamlık yahut müezzinlik imtihanlarında iki yıllık ilahiyat ön lisans bitiren ve hafız olmayan bir adayla, hafızlığını bitirmiş ancak ön lisans okumamış bir adayın puanları eşit olduğunda hangisi tercih edilir?<br />
<br />
Doğrusu bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama bir husustan eminim: Eğer bu ülkede ilahiyat ön lisans bitirmiş bir adayla hafızlığını bitirmiş, hatta kıraat eğitimi almış bir aday eşit seviyede tutuluyorsa, burada yanlış kriterlerin esas alındığını söylememiz yetmez; aynı zamanda büyük bir vebalin muhatabı olduğumuzun da vurgulanması gerekir...<br />
<br />
Yine bu köşede daha önce farklı bağlamlarda söz konusu ettiğimizi hatırlıyorum; Osmanlı'nın son dönemlerinde içine girdiğimiz sıkıntılı sürecin atlatılabilmesi için dirayet ehli alimler tarafından hazırlanan raporlarda birtakım ekonomik, askeri... tedbirler sıralandıktan sonra gözetilmesi, gönlünün hoş tutulup dualarının alınması gereken kesimler zikredilir ki Kur'an hafızları da bunlar arasındadır.<br />
<br />
Dolayısıyla hafızlığı, sadece gönlü zengin hayır sahiplerinin -Allah onların eksikliğini vermesin- gayretiyle yürümek zorunda bulunan bir müessese olmak durumunda bırakırsak, hafızları hiçbir özelliği bulunmayan, kaale alınması gerekmeyen, hatta varlıklarına çok da ihtiyaç olmayan... insanlar olarak görmeye devam edersek bunun gayret-i ilahiyyeye dokunacağından asla şüpheniz olmasın.<br />
<br /></div>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-33290604708484151432012-02-14T19:01:00.003+01:002012-03-12T08:32:45.219+01:00Hoşgeldin sevgililer gününün En Sevgilisi..<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="35" src="http://www.youtube.com/embed/sE2fz5cSkZs" width="440"></iframe>
<br />
<br />
Güle o muhteşem kokundan düştü bir zerre, dikeni gözümüze gözükmedi sarhoşluğumuzdan..<br />
<br />
En kıymetlimiz oldu, günahkar burunlarımızdan aldık onu, müflis gönlümüzde ''yar'' diye sakladık sevdamızdan.<br />
<br />
Sevgili,<br />
<br />
En Sevgili..<br />
<br />
Bugün ''levlake'' sırrından gafil insanlık senin var oluşunu; var olmasaydın, varlığa gelinemeyeceğinden gafil insanlık, yanlış adreste ''sevgililer günü'' kutluyor..<br />
<br />
Aslında seni kutluyor tüm insanlık..Her şey senin nurundan halkedildiğine göre, sevgi de senden olduğuna göre..<br />
<br />
Sevgili..<br />
<br />
Sana sevgili olmayı beceremeyen bendimizle; sahte bendlerimizi yıkmayı başaramasak da, sana iman etmekle bahtiyar; layık olamamakla mahçup bir utangaçlık içinde başlarımız eğik..<br />
<br />
Gözlerimiz senin için akıtılan yaşlarla henüz tanışamasa da, sen bizim cahilliğimize verir, kerem eylersin..<br />
<br />
Bugün ve yarın..hep ve tek..Sevgili Günü, biliriz ki sana adanmıştır..<br />
<br />
Bugün bir kadını/erkeği sevebilen, umulur ki, seni sevmenin hakiki ve vazgeçilmez lezzetini tattığında, dünya ve içinde ki hiç bir şeye değişmeyecektir..<br />
<br />
Güle kokusundan zerre ikram eden Sevgili,<br />
<br />
Seni görmek için uyumayı unutmuşlara,<br />
<br />
Gönlümüze aşkından cömert bir gül yaprağı bırak da öyle git..<br />
<br />
Giderken hasretleri ardına bırak, gül yaprakları ve gözyaşlarımızı mübarek kademi saadetinize biz dökelim..<br />
<br />
Bugün sevgililer günü..<br />
<br />
Bugün Şems'in kamerleri kendisine aşık ettiği gün..Bugün ve yarın..hep..<br />
<br />
Yüreğinde seni taşıyan, kim ne derse desin; kime sevgili derse desin..<br />
<br />
Alemde bir tek sevgili var: O'da sensin Ya Rasulallah..<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="http://3.bp.blogspot.com/-sNyQjU0hAgc/Tzpv4-hnCQI/AAAAAAAAAU4/5SqkjhgxsH8/s1600/gkks9.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="296" src="http://3.bp.blogspot.com/-sNyQjU0hAgc/Tzpv4-hnCQI/AAAAAAAAAU4/5SqkjhgxsH8/s400/gkks9.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<span style="color: #a64d79;"><i>Allahümme salli ala seyyidina Muhammed..</i></span><br />
<a href="http://www.blogger.com/goog_1046312826"><br /></a><br />
<br />
<span style="color: #a64d79;"><i><br /></i></span><br />
<span style="color: #a64d79;"><i><br /></i></span>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-40147280863561148352012-02-09T20:15:00.000+01:002012-03-12T08:33:30.447+01:00Nasıl İnanmazsın..?<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='266' src='https://www.youtube.com/embed/Wc0qIQ-MsGg?feature=player_embedded' frameborder='0'></iframe></div>
<br />
<br />
''Cemal Safi'nin ''Ezan Çiçekleri'' isimli nefis şiirini Bedirhan Gökçe'den dinlerken, mübarek ezan çiçeklerine ilişti gözüm..<br />
<br />
Tam akşam ezanı vakti,akşam ezanıyla ''açan'' çiçekler..<br />
<br />
Malum akşam ezanı, kıyamet saatidir aynı zamanda..Ve akşam ezanı bir insanın yaşlılık zamanına yakın evreyi de temsil eder..(Yatsı ise yaşlılık, piri fani oluş.)<br />
<br />
Bu açıdan üstadın şiirinde ''Son fırsat elimden kaçarken geldin / Ezan çiçekleri açarken geldin'' demesi ne kadar manidar ve can yakıcıdır..<br />
<br />
İkindi vaktine güzel dinimizin ''orta'' zaman dilimi demesi de, düşündürücüdür..<br />
<br />
Günün ortası, ömrümüzün de olgunluk zamanını temsil eder..<br />
<br />
Ama ezan çiçeklerinin açma mevsimi, bir yolcunun valizine sık sık baktığı ve merakla (gidiş nasıl olacak diye) hayıflandığı demlerdir..<br />
<br />
Hele o demlere yakın bir de ezan çiçeklerinin açtığı zamanlarda bir dilbere aşık olunmuşsa ve şiire göre arada yaş farkı da varsa; şair efkarlanmasın da, bu duruma yanmasın da ne yapsın..<br />
<br />
Akşam ezanı vakti ''açan'' şu mübarek ezan çiçekleri ile ilgili onlarca video var izleyin.<br />
<br />
Son bir şey daha, ''açan'' diye özellikle tırnak içinde belirtişim; yani ey insan şu ezan çiçeğine bak da ibret al, ömrünün akşam vaktine geldiğinde hala iyiliklerin kötülüklerinden fazla değilse; bırak sevgiliye yanmayı, dünyaya aldanmayı; kendi derdine/hesabına yan; hala ezan çiçekleri gibi açamıyor, nurlanamıyorsan sen iş işten geçerek göçüyorsun..Ezan çiçekleri akşam namazına durdu da, sen gafilsin; denilerek, insanlığa mesaj verilmektedir..<br />
<br />
İçinizin çiçekleri hiç solmasın..</div>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-28058038199938115682012-02-08T20:20:00.001+01:002012-02-08T20:20:35.209+01:00İki uç arasında<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<br />
Gün geçmiyor ki Şiilik ya da Vehhabilik propagandasıyla kafası karıştırılmış gençlerle muhatap olmayalım. Bu toprakların dinî hassasiyet sahibi gençlerinin kaderi oldu sanki bir uçtan öbürüne savrulmak…<br />
Bu toprakların ilmî geçmişi ve müktesebatı hangi noktalarda bu gençleri tatmin etmekten aciz kalıyor ki, ifrat ile tefrit arasındaki bu savrulma gün geçtikçe ivme kazanıyor? Bu gençler bu ümmetin ana gövdesini oluşturan Ehl-i Sünnet'in hangi delilini ciddi olarak tartışıp çürüttükleri için o ya da bu marjinal çizgiye savruluyor?<br />
Biri "Selef" adına, diğeri "Ümmet'in birliği" söylemini maske edinerek ayağımızın altındaki zemini kaydırıyor. Yanlış yaptıklarını söyleyenleri biri Kur'an ve Sünnet'e muhalefetle, diğeri Ümmet'i bölüp parçalamakla, "mezhepçilik" yapmakla suçluyor.<br />
Nerede hata yapıyoruz?<br />
Kestirmeden söyleyeyim: Yüzyıllar boyunca bu ümmeti her türlü savrulmadan muhafaza ederek istikamet üzere tutan Ehl-i Sünnet çizgi bize "ağır" geliyor. Bu terazi bu sıkleti çekmiyor. Ehl-i Sünnet itikadının bugünün problemleriyle ilgili olarak ne söylediği konusunda bu ülkede neşredilmiş kaç ilmî eser sayabilirsiniz? Ehl -i Sünnet geçmişte bütün bid'at fırkaların söylemlerini tarihe gömmüşken bugün dikkat çeken bu "acziyet" görüntüsü, Ehl-i Sünnet'in mi, yoksa bu çizginin temsilcisi durumundaki kişi, kesim ve cemaatlerin mi?<br />
Aslında yazının başlığını "Üç uç arasında" koyup, bir de "türedi/modern" söylemin rüzgârına eteğini kaptırmış gençlerden söz etmeliydim. Zira modern söylemin tahribatı olmadan bu iki uç akımın bu kadar gelişip kök salmasını açıklamak mümkün değil. Vehhabi söylem de Şii söylem de modern söylemin bir ucu siyasete diğeri akideye çıkan tahripkâr etkisini gençlerin gözüne sokarak propaganda yapıyor.<br />
Bütün bu oluşumlar, yükümüzün ne kadar ağır olduğunu, ne büyük bir vebal altında bulunduğumuzu ortaya koyuyor. Fildişi kulelerimizden başımızı çıkarıp dış dünyada neler olup bittiğine bakabilirsek eğer, Ehl-i Sünnet dışındaki her kesimin, devasa bütçelerle propaganda faaliyeti yaptığını ve "dip dalgalar" halinde ilerlediğini göreceğiz. Bir süre sonra bu topraklarda "bize ait" olmayan bir mücadelenin aleniyet kazanarak meydanı ele geçirdiğini görürseniz şaşmayın.<br />
"Toplumlar nasıl dönüşür?" sorusunun cevabını okullarda, ev sohbetlerinde, İslamî kitabevlerinde gençlerin gündemini nelerin oluşturduğuna bakarak vermek mümkün. Onların her biri kendi bulunduğu konumda Ehl-i Sünnet'i, yani bu topraklara kimliğini veren en aslî unsuru mahkûm ederek kendisine alan açıyor. Çok görünür değil, çok dikkat çekmiyor; ama hızla yayılıyor bu akımlar.<br />
Ya bizi biz yapan temel değerleri bu topluma hakim kılmanın, yani bu toplumun kimliğini muhafaza etmenin çaresi neyse ona bakacağız, ya da bir süre sonra 70'lerde bir örneğini gördüğümüz türden aile içi çatışmalara kadar varak bir kırılma süreciyle yüzyüze geleceğiz.<br />
Bunun en temel yolu, nesilleri kendi kimlik kodları konusunda bilgi ve bilinç sahibi yapmaktır. Yani "İslamî ilimler" meselesi. Mevcut yapının bu probleme çözüm üretmek yerine, tam tersine problemi besleyen, büyüten ve tahkim eden bir hususiyete sahip olduğu açık. Dolayısıyla İslamî ilimlerin öğretimi konusunda ciddi alternatiflere yönelmek durumundayız.<br />
Bu akımlar bizi biz yapan en temel kimlik kodlarını tahrip eden ve gençlerimizi kendi kimlik kodlarına yabancılaştıran "yapı-bozumcu" bir işlev görüyor. Bu durumun böyle devam edemeyeceği ne kadar açıksa, bu durumu dengelemenin ve işi aslına irca etmenin, sözünü ettiğim "alternatif" eğitim tarzını uygulamaya koymaktan başka bir yolu da mevcut değil. Dr.Ebubekir Sifil / Milli Gazete - 5 Ocak 2012<br />
</div>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-89160661582309597372012-02-08T20:19:00.000+01:002012-02-08T20:19:34.935+01:00Allah'a hamd, kula teşekkür / Ebubekir Sifil<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<br />
<br />
Ramazan ayı içindeki yazıları Ramazan'a inhisar ettirmek amacıyla başka yazı yazmadım. Dolayısıyla yazmak istediğim birçok husus Ramazan ayı dışına ertelenmiş oldu. Artık sırayı onlara verme zamanı.<br />
<br />
Ancak bu yazıyı parantez içi bir açıklama olarak görmenizi istiyorum. Zira benim için önemli bir meseleyi sizlere taşıyacak.<br />
<br />
Bundan epeyce bir zaman önce bu köşede okuduğunuz kimi yazılarda yer alan bilgi ve atıf hataları gibi hususlarla ilgili bir yazı yazmış ve sizden o yazıyı olabildiğince yaymanızı talip etmiştim. Amacım değindiğim yazılardaki arızaların olabildiğince fazla sayıda insana ulaşması ve olabildiğince fazla sayıdaki insanın o hatalı noktaların farkında varmasını bağlamaktı ki yanlışlar kalıcı olmasın.<br />
<br />
Yine o yazıda, yazılarımdaki hataları tarafıma ileten kardeşlerimin duacısı olacağımı söylemiş ve kendilerine dua etmiştim.<br />
<br />
Ramazanda kaleme aldığım bir yazıdaki hataların farkına varıp bir mail göndererek beni uyaran Dursun Ali Yılmaz kardeşime de huzurunuzda teşekkür ediyorum. Allah kendisinden razı olsun ki beni o hatalarımı düzeltme imkânına kavuşturdu.<br />
<br />
İki noktada nata ihtiva eden "Oruç Keffareti" başlıklı 22 Ağustos tarihli yazıda şöyle demiştim:<br />
<br />
"... Aynı şekilde bir fakire 60 gün süreyle sabahlı-akşamlı karnını doyurabileceği miktarı her gün ayrı ayrı vermek de, 60 günlük yiyecek miktarını bir kerede vermek de mümkündür..."<br />
<br />
Bu doğru değil. Doğrusu, fakir doyurma işinin ya bir fakiri 60 gün süreyle veya 60 fakiri bir gün doyurmak şeklinde olmalıydı.<br />
<br />
İkinci hatalı ifadem:<br />
<br />
"... Araya Ramazan orucunun veya bayramın girmesi de bu hükmün istisnasıdır. Yani başlamış bir keffaret orucu bir miktar tutulduktan sonra araya Kurban bayramı veya Ramazan girse mecburen ara verileceği için keffaret orucuna baştan başlamak gerekmez...."<br />
<br />
Doğrusu, evvelden başlanmış ve araya Ramazan veya bayram girdiği için kesintiye uğramış kefaret orucunun baştan tutulması gerektiğidir. Zira kefaret orucunu Ramazan veya bayram dolayısıyla ara vermek durumunda kalmadan başka zamanlarda tutmak mümkündür. Ramazanın veya bayramın araya girmiş olması kaçınılmaz bir durum (özür) değildir.<br />
<br />
Bu vesileyle Düzce'den aziz kardeşim Ali hocaya da Sana Din'den Sorarlar'daki bir muğlaklığın giderilmesine vesile olduğu için huzurunuzda teşekkür edeyim. "Akaid/Kelam Meseleleri" bölümünde yer alan "Müslümanı Küfre Düşüren Şeyler, Büyük ve Küçük Günahlar" başlığı altında başlıklı sorunun cevabında yer alan -"çıplak"lıkla ilgili- ifadelerim gerçekten de yanlış anlaşılmaya müsait idi; düzelttim.<br />
<br />
İslam Ve Modern Çağ'ın I. cildinde "Müteferrik Yazılar" bölümünde yar alan "İslamî Tahrifat" başlıklı 3. yazıda Allame el-Âlûsî'nin Rûhu'l-Ma'ânî isimli meşhur eserine, oğlu Nu'mân el-Âlûsî tarafından sokuşturmalar yapıldığı konusunu işlerken, Rûhu'l-Ma'ânî'nin bizzat müellifin kendi hattıyla yazıp Sultan Abdülhamîd Han'a hediye edilmiş nüshasıyla karşılaştırma yapıldığı takdirde yeterli fikir edinilebileceğini yazmıştım. (Bizi bu durumdan haberdar eden, İmam el-Kevserî (rh.a)'dir.)<br />
<br />
Bu ifade de hatalıdır. Doğrusu, Allame el-Âlûsî'nin tefsirini hediye ettiği padişahın Sultan Abdülmecîd Han olduğudur. İmam el-Kevserî'den okuduğum bu bilgi hafızamda hatalı olarak kaldığı için mezkûr kitaba da hatalı olarak geçmiş. (Bu hatamın ortaya konulduğu sitenin adresi: http://www.delikanforum.net/konu/93171-e-sifil-ve-ruhul-maani-hakkindaki-bir-bilgi.html)<br />
<br />
Bu hataların düzeltilmesine vesile olan herkesten Allah razı olsun. Allah için hakkı söylemekten geri durmayan aziz insanlar, bizim gibi hayatı yazı üzerine kurgulanmışlar için ilahî birer lütuftur. Onlar olmasa yazıp kalıcılaştırdığımız hataların doğrusunu kim gösterir ve bizim bu vebalden -kısmen de olsa- kurtulmamıza kim vesile olur?<br />
<br />
Not: Bu yazıyı okuyanları eğer imkânları varsa özellikle internet üzerinden mümkün olduğunca fazla sayıda insana ulaştırmaları hususi ricam ve istirhamımdır. Bu konuda katkısını esirgemeyenlerden de Allah razı olsun.</div>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-56400261752216012432011-08-12T21:36:00.001+02:002012-02-08T20:21:30.522+01:00Cennette DVD izleme keyfi..!<div dir="ltr" style="text-align: left;" trbidi="on">
<div>
Bazıları cennette sıkılmaz mıyız diyorlar ! Dünyada sıkılıp da ölmek isteyene pek rastlamadım ki, burası dünya zaten..Adı üzerinde ‘’en aşağı’’ demek..Yaratıcı tarafından sivri sineğin kanadı kadar bile değer verilmemiş bir imtihan/sınav alanı/arenası sadece..</div>
<div>
<br />
Cennete gidince sıkılmak diye bir şey asla söz konusu değil. Sadece pişmanlık var, dünyada boşa geçen zamanları niçin daha iyi değerlendirip, cennette daha iyi lezzetleri/makamları elde edemeyişimize..Cennetten Allah azzenin Cemalini görmek, Kur’an okunuşundaki lezzetler ilk sıra..Sonra Peygamberleri velileri görme saadeti..Bu bahs-i diğer..</div>
<div>
<br />
İnşallah cennete gittiğim zaman; bilmem kaç boyutlu televizyonumun karşısına geçip; bazen kainatın ilk yaratılışını, cinler dünyasını, şeytanlar dünyasını, ilk insanın (as) serüvenini, bazen anne karnından başlayarak tüm yaşantımı, bazen Peygamberimizin ve peygamberlerin ( en güzel selamlar onların üzerine olsun) baştan sonra dünya hayatlarını, bazen bir Allah dostunun yaşamını A’dan Z’ye..seyredeceğim..
<br />
Dünya tarihini, dünya savaşlarını, dönen dolapları, insanlığın gelişimini..Kıyametin kopuşunu tüm detaylarıyla..
<br />
İzlenecek ne çok DVD olacak..Hiçbir şey yapmasa insan cennette, filmleri bitiremez..
<br />
Cennet katları arasındaki misafirlikleri saymıyoruz..Her istediğinin anında oluş zevkini.Neden saymıyoruz, çünkü çok insanın bilmediği cennette rahat döşekler içinde meyveleri yerken DVD keyfiydi konumuz..Nasıl güzel değil mi..?
<br />
<br /></div>
</div>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-35879576549170480602011-07-31T11:20:00.000+02:002011-07-31T11:21:39.127+02:00Bu Ramazan hepimiz Afrikalıyız / Dr.Ebubekir Sifil<p>Rahmet iklimine adım attığımız şu günlerde gönüllerde ayrı bir heyecan, ruhlarda ayrı bir sekinet var. Ramazan'ın mü'min yüreklere "coşku" ve "rikkat" olarak yansımasından daha tabii ne olabilir?.. Bunu ancak iman edenler bilir ve yaşar...</p> <p>Bu Ramazan yazın en sıcak günlerinde misafirimiz oluyor. Yüce Rabbin lutfettiği bolluk ve bereket içindeyken, -dürüst olalım- aklımızın ucundan "bu Ramazan biraz çetin geçecek" diye geçmiyor değil hani...</p> <p>Ne de olsa insanız. Zaaflarımız var. Hava çok sıcak ve günler uzun...</p> <p>Sıcak havalarda oruç tutmak yerine fidye vermeyi aklından geçirenler, Hz. Abbâs (r.a)'ın, ilerlemiş yaşına rağmen Arabistan'ın dayanılmaz sıcağında biraz olsun serinlemek için Ramazan'da bir leğene su doldurup içinde oturduğunu hatırlamalı.</p> <p>İbadetlerimizin iki yönü var: Sorumluluktan kurtulmak ve sevabına/faziletine nail olmak. Biraz sıkılmayla -sağlığını tehlikeye atmamak şartıyla- oruç tutabilecek durumda olanlar hemen fidye vermeyi düşünmemeli. Belki fidye bizi oruç sorumluluğunda kurtarır; ama oruç tutmanın sevap ve faziletini kesinlikle temin etmez...</p> <p>Afrika bu yaz büyük bir sıkıntıyla, çetin bir imtihanla yüz yüze. Milyonlarca insan kavurucu sıcakta bir lokma yiyecek bulma umuduyla kilometrelerce yol yürüyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalananlar, hayatını kaybedenler...</p> <p>Yeryüzünün mazlumları onlar. Ve bizim onları, dünyanın kanını emerek semirenlerin insafına terk etmek gibi bir lüksümüz yok. Onlar bizim kardeşlerimiz. Hatta aralarında gayrimüslimler olsa bile onlardan elimizi çekemeyiz. Mazlumun elinden tutmak ancak mü'minlerin şiarıdır.</p> <p>Biz oralara bigâne kalırsak bunun iki türlü bedeli olur:</p> <p>Birincisi onların yaşadığı açlığa duyarsız kalmak ağır bir vebaldir. Onlar açken bizim mükellef iftar ve sahur sofralarında tıka basa yememizin izah edilebilir bir yanı olamaz.</p> <p>İkincisi, oralarda bizim yokluğumuzun oluşturacağı boşluğu, başta misyoner örgütleri olmak üzere "başkaları" güle-oynaya dolduracaktır. Bu da bize katmerli bir vebal olarak yansıyacaktır.</p> <p>Tam sırasıdır... Gelin bu Ramazanı farklı yaşayalım. Afrika'ya el uzatma çağrısı yapanlara, özellikle de STK'lara kulak verelim, el verelim, destek verelim. Bu hassasiyet dalga dalga büyüsün.</p> <p>Kara kıtanın kara derili insanlarının bahtı da kara olmasın. Kurban ve sair organizasyonlarla oralara gidenlerin anlattığı öyküleri dinlediğinizde içiniz acıyor. Müslümanların sahnede olmadığı bir dünyanın ne hale gelebileceğini o öyküler canlı biçimde anlatıyor. Ve Müslümanlar iradeli davrandığında nelerin yapılabileceğini de...</p> <p>Şimdiden Ramazan'ınız mübarek olsun. Bu mübarek iklim Gazze'de, Suriye'de, Mısır'da, Afganistan'da... yaşanan dramları hayra kalbetsin. "Yeryüzünün başka bir yeryüzü" olacağı günlere...</p><p><a href="http://www.milligazete.com.tr/makale/bu-ramazan-hepimiz-afrikaliyiz-211363.htm">(Milli Gazete)</a><br /></p>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-30471371298074823112011-07-21T10:06:00.000+02:002011-07-21T10:07:28.960+02:00Kusurlu Mal Albânî / M.Şevket Eygi<p>Sayın dostumuz, Uyarı ve eleştiri nâmenizi aldım, teşekkür ederim.</p> <p>Nâsirüddin el-Albânî için "Zamanımızın en büyük muhaddisi, hattâ muhaddislerin imamı, hâtemü'l-muhaddisîn, hadîs konusunda en büyük otorite..." gibi övgülerde bulunuyorsunuz ve dört mezhebe uymayan inanç, fikir ve görüşlerinizi bu merdut (reddedilmiş) zata dayandırıyorsunuz.</p> <p>Muhterem beyefendi!..</p> <p>İslam fıkhında bir kural vardır:</p> <p>Bir tâcir, kusuru olan bir malı satarken, o kusuru müşteriye söylemezse kazancı haram olur, günaha girmiş olur, müşterisini aldatmış olur.</p> <p>İslam istikameti (doğruluğu, dürüstlüğü) esas kabul etmiştir.</p> <p>İlmî görüşlerin açıklanması da, mecâzî mânada bir tür satışa benzetilebilir. Binaenaleyh bazı bilgilerin ve bilginlerin kusurları varsa onların muhatabı mutlaka insaflı ve adaletli bir şekilde beyan edilmesi gerekir.</p> <p>Siz Albânî için:</p> <p>*Zamanımızın en büyük muhaddisi,</p> <p>*Muhaddislerin imamı,</p> <p>*Hâtemü'l-muhaddisîn,</p> <p>*Hadîs konusunda en büyük otorite...</p> <p>Gibi övgülerde bulunurken, "malınızın" kusurları hakkında tek kelime sarf etmiyorsunuz.</p> <p>Böylece "müşterilerinizi" (okuyucularınızı) aldatmış oluyorsunuz.</p> <p>Siz taqiyye ve kitman yapmayı farz kabul eden, "taqiyye bizim dinimizdir, taqiyyeyi terk eden namazı terk etmiş gibi olur, taqiyyesi olmayanın dini de yoktur..." diyen mezhebe mensup olsaydınız, bir şey demeyecektim. Lakin siz Ehl-i Sünnet din kültürü dairesi içinde bulunan bir kimsesiniz ve Albânî konusunda taqiyye yapmanız, yâni Ehl-i Sünnet ulemasının ve muhaddislerinin ona yöneltmiş oldukları (Bazısı birkaç cilt) tenkitlerden hiç bahs etmemeniz doğrusu son derece esef vericidir.</p> <p>Albânî Vehhabîlerin, kendilerine Selefî diyen bazı gulüvve sapmışların, dinde reformcuların, Ehl-i Sünnet muarızlarının imamıdır ama kesinlikle Ehl-i Sünnetin imamı değildir.</p> <p>Albânî kimdir, özellikleri nelerdir? Madde madde sıralıyorum:</p> <p>1. Günümüz Vehhabî ve Selefîleri içinde en önde gelen bid'atçi ve reformcudur.</p> <p>2. Otodidakttir. Hocalardan ilim öğrenmemiş, icazet almamıştır. Bir insan kendi kendine kitap okuyarak uçak mühendisi, kalp ameliyatı yapan operatör doktor, ağır ceza hakimi olabilir mi? Olamaz. İşte Albanî'nin muhaddisliği de böyle kendinden menkul bir muhaddisliktir.</p> <p>3. Asıl mesleği saatçiliktir.</p> <p>4. Büyük Ehl-i Sünnet alimlerine, imamlarına ağır ve galiz şekilde saldırarak meşhur olmuştur.</p> <p>5. Tasavvuf ve tarikat evliyasına ve ehline aşırı saygısızdır, onlara karşı düşmanca ve son derece agresif bir üslupla saldırmıştır.</p> <p>6. O kadar aşırıdır ki, Suudî Arabistan'dan hudut harici edilmiş, Amman'da ev hapsinde 1999'da ölmüştür.</p> <p>7. Bazı kitap tüccarlarının ve eğitimsiz bir kısım Müslümanın tercih ettiği bir yazardır.</p> <p>6. İmamdır ama Ehl-i Sünnetin imamlarından değil, Vehhabî ve Selefîlerin imamıdır.</p> <p>7. Ulemanın icmâına aykırı bozuk ictihadlarından biri kadınların altın süs eşyası takmalarının haram olduğu iddiasıdır.</p> <p>8. Diğer bir bozuk ictihadı: Ticaretten kazanılan paranın zekâta tâbi olmadığı iddiasıdır.</p> <p>9. Kendi kafasına (re'y ve hevasına göre) cumartesi günleri oruç tutmayı kesin olarak yasaklamaktadır.</p> <p>10. Üç mescid dışındaki diğer mescidlerde itikaf yapmayı yasaklamaktadır.</p> <p>11. Müslümanların selef imamlarını (mesela dört mezheb imamını) taklid edeceklerine kendisini taklid etmelerini istemektedir.</p> <p>12. Kasden terk edilen namazların kazâ edilmesini yasaklamaktadır.</p> <p>13. Hayızlı kadının ve cünübün Kur'an-ı Kerimi okumasının, tutmasının ve taşımasının caiz olduğunu iddia etmektedir.</p> <p>14. Resulullah'ın (Salat ve selam olsun ona) kabrinin Mescid-i Nebevî içinde bulunmasının Medîne'deki bid'atlerden biri olduğunu tekrar tekrar iddia etmektedir.</p> <p>15. Peygamberimizin kabrini ziyaret etmek ve ondan şefaat istemek maksadıyla seyahat edenin yanılmış bir bid'atçi olduğunu iddia etmektedir.</p> <p>16. Zikrullah yapmak için elinde tesbih bulundurmayı bid'atçilik olarak vasıflandırmaktadır.</p> <p>17. Allahü Teala için Arş'ın üzerinde el-mekân el-ademî diye bir yer olduğunu iddia etmektedir.</p> <p>18. Tamâmü'l-minne adlı kitabında istimnânın (mastürbasyonun) orucu bozmadığını iddia etmektedir.</p> <p>19. Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buharî'nin "düzeltilmiş" baskılarını yayınlamış, ve bunlara "muhtasar" (kısaltılmış) ismini vererek hileli bir yol izlemiştir.</p> <p>20. Albanî et-Tevessül adlı kitabında Mu'tezile mezhebini takliden, tevessül ve teşeffuyu haram olarak kabul etmekte ve bunun şirke denk olduğunu söylemektedir.</p> <p>21. Ehl-i Sünnet tasavvufçuların İslam dışı olduklarını, şirke ve küfre düştüklerini iddia etmektedir.</p> <p>22. Ehl-i Sünnetin itikatta iki imamı olan İmamı Eş'arî'ye ve İmamı Mâturidî'ye son derece muhaliftir, onları bid'atçi kabul etmektedir.</p> <p>23. En az beş kitabında Medîne-i Münevvere Mescid-i Nebevî'deki Kubbe-i Hadra'nın (Peygamberimizin türbesinin) yıkılmasını, kabrinin mescid dışına çıkarılmasını istemektedir.</p> <p>24. Bayram günlerinde akrabaları, komşuları ve arkadaşları ziyaret etmenin bid'at olduğunu söylemektedir.</p> <p>25. Dârü'l-harb olduğu gerekçesiyle Müslümanların Filistin'i terk etmeleri ve Siyonist Yahudilere bırakmaları gerektiği yönünde fetva vermiştir. (Feteva, s. 18)</p> <p>26. Teravih namazının 11 rekattan fazla kılınmasını yasaklamaktadır.</p> <p>27. Cuma namazından önce dört rekat sünnet namazı kılmanın bid'at olduğunu iddia etmektedir.</p> <p>28. Ehl-i sünnet alimlerine cahiller, bid'atçiler, hattâ bazen eşkıya diyerek hakaret etmektedir. Bu konuda Ehl-i Sünnet âlimi Şeyh Hasan Ali el-Sakkaf tarafından derlenmiş "Albânî'nin Ümmet'in âlimlerine karşı sarf ettiği hakaretlerin ve tiksindirici ifadelerin sözlüğü" adlı bir kitabı bulunmaktadır.</p> <p>29. Peygamber Efendimizi öven "Kaside-i Bürde"yi okuyan Müslümanlara ahmak diyerek hakaret etmektedir.</p> <p>Gelelim Ehl-i Sünnet ulema ve fukahasının bu bid'atçi zata karşı yazdıkları reddiyelere:</p> <p>1. Hindistanlı muhaddis Habiburrahman el-Azami'nin dört ciltlik "el-Albanî Şuzuzuhü ve ahtauh"u.</p> <p>2. Suriyeli âlim Muhammed Said Ramazan el-Bûtî'nin iki reddiye kitabı vardır. (a) Mezhebsizlik Şeriatı tehdit eden en tehlikeli bid'attir. (b) Selefin yolu mübarek ve tarihî bir çığırdı, İslamî bir mezheb değildi.</p> <p>3. Faslı muhaddis Abdullah ibn Muhammed ibn Sıddîk el-Gummarî'nin Albanî'ye dört reddiyesi vardır.</p> <p>4. Suriyeli hadîs alimi Abdulfettah Ebû Gudde'nin Albanî'ye ve arkadaşı zuheyr eş-Şeviş'e reddiyesi.</p> <p>5. Mısırlı hadîs alimi Muhammed Avvame'nin "Âdabü'l-İhtilaf" adlı kitabı.</p> <p>6. Mısırlı hadîs âlimi Mahmud Said Memduh'un iki reddiyesi.</p> <p>7. Arabistanlı hadîs alimi İsmail ibn Muhammed el-Ensar'ın üç reddiyesi.</p> <p>8. Suriyeli âlim Bedreddin Hasan Diab'ın reddiyesi.</p> <p>9. Dubai Diyanet reisi İsa ibn Abdullah ibn Mani' el-Himyerî'nin iki konudaki reddiyesi.</p> <p>10. Birleşik Arab Emirlikleri Diyanet İşleri Başkanı Şeyh Muhammed ibn Ahmad el-Hazrecî'nin "Albanî'nin aşırılıkları" başlıklı makalesi.</p> <p>11. Suriyeli âlim Semir İslambulî'nin el-ahad, el-icmâ, en-nesh adlı yazısı.</p> <p>12. Ürdünlü âlim Es'ad Selim Tayyim'in, Albanî'nin yaptığı bazı hataları teşhir eden yazısı.</p> <p>13. Ürdünlü âlim Hasan Ali Sakkaf'ın sekiz kitabı.</p> <p>Evet muhterem beyefendi... Siz Albanî malınızı göklere çıkartıyorsunuz ama onun kusurlarından hiç mi hiç bahs etmiyorsunuz.</p> <p>Ehl-i Sünnet ulemasının aleyhinde bunca ilmî tenkit ve düzeltme kitabı yazdığı böyle bir kişiye siz nasıl zamanımızın hadîs imamı diyebiliyorsunuz?</p> <p>Bu yazımdaki bilgileri halk bilmez. Siz "malınızın" kusurunu söylememekle Müslümanları aldatmış olmuyor musunuz?</p> <p>Beyefendi!.. Müslüman âdil ve insaflı olmaya mecburdur. Kur'an, Sünnet bizi âdil olmaya çağırıyor.</p> <p>Siz "Albanî benim gözümde imamdır ama onun aleyhinde de bunca ilmî tenkit kitabı yazılmıştır" demek zorundasınız.</p> <p>Albanî gibi bir bid'atçiyi ve saygısızı muhaddislerin imamı olarak göstermenin bir vebali olsa gerek.</p> <p>Selam ve saygılarımla... <br /></p><p>(Milli Gazete )<br /></p>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-53995355109279389632011-07-17T10:28:00.001+02:002011-07-17T10:30:24.810+02:00Coca Cola içmenin hükmü<p><strong>İhtilaflı meseleler ve kardeşlik hukuku / Dr.Ebubekir Sifil<br /></strong></p><p><strong>Soru: </strong> Coca Cola haram diye bir fetva vermişsiniz, Hüseyin Avni Hoca, Mehmet Talu Hoca vs.'nin de aynı fetvayı verdiklerini biliyoruz. Bu konuda Diyobend alimlerinin de fetvaları var. Büyük Müfti İbrahim Desai ve başka Diyobendilerin fetvalarında görüyoruz ki, onlar Coca Cola haram değildir diyorlar. Alkol olsa bile, Siyonizme yardım etse bile, bu fıkhî açıdan Cola'yı haram etmiyor onlara göre. Hem Darul Ulum Diyobend'de Coca Cola'nın içildiğini gördük. İngiltre'de Darul Ulum'da okumuş alimler, büyük müftilerin Coca Cola içtiğini ve içilmesine helal dediklerini söyledi. Bu olsa olsa ihtilaf konusu değil mi? Diyobend'in Fıkıhda ne kadar güçlü olduğunu biliyoruz. Bazıları (bunu söylediğimiz için) bizim Peygambere ihanet ettiğimizi söylüyorlar; Coca Cola içtiğimiz zaman İslam'a hain olarak nitelendiriyorlar.</p> <p><strong>Cevap</strong></p> <p>Cola meselesine iki açıdan yaklaşmıştım:</p> <p>1. Kola'ya (ve daha genelde gazlı içeceklere) çözücü olarak katılan alkolün, bu işlemden sonra mahiyet değiştirip değiştirmediği; başka bir maddeye dönüşüp dönüşmediği. Eğer bu işlemden sonra alkol tepkimeye girip alkol olmaktan çıkıp bir başka maddeye dönüşüyorsa kola (ya da söz konusu hangi içecek ise o) haram olmaz.</p> <p>Kola'ya katılan alkol -çok düşük oranda da olsa- "alkol" olma özelliğini kaybetmeden varlığını sürdürüyorsa, çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır" ilkesi gereği kolanın içilmesinin haram olduğunu söylememiz gerekir. Bu durumda "Bir kimse litrelerce kola içse bile yine sarhoş olmaz; dolayısıyla içindeki az miktar alkol sebebiyle kolanın haram olduğunu söylemek doğru değildir" denemez. Çünkü burada dolaylı da olsa "az miktardaki alkolün içilmesinin haram olmadığı" söylenmiş olmaktadır. Allahu a'lem burada doğru olan, içeceğin fiilen "en fazla ne kadar içilebildiğini" değil, ilkesel olarak "çok miktarda içilmesi halinde sarhoş edip etmeyeceği"ni esas almaktır.</p> <p>2. Diyelim ki içeceğe çözücü olarak katılan alkol, girdiği tepkime sonucu özelliğini kaybediyor ve alkol olmaktan çıkıyor. Bu durumda o içeceğin "li aynihhî" (sırf kola, gazoz vs. olduğu için) haram olduğu söylenemez.</p> <p>Bu noktada geriye belli bir kola markasının İsrail'e yardım ettiği gerekçesiyle haram olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorusunun cevabı kalıyor.</p> <p>Mukaddes beldede fiili bir savaş yürüten, varlığını işgal ve teröre borçlu olan ve hatta hayatı işgal ve terör üzerine bina etmiş olan terörist İsrail devletine yardım eden firmaların ürünlerini satın almanın, oradaki işgal, terör ve insanlık dışı uygulamalara destek vermek anlamına geleceği, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir meseledir. Hiçbir aklı başında Müslüman böyle hassas bir meselede "Ben verdiğim paranın nereye gittiğine bakmam; satın aldığım maddenin "li aynihî haram olup olmadığına bakarım" de aymazlığına düşeceğini sanmıyorum.</p> <p>Dolayısıyla Diyobend ulemasından nakledilen fetva şayet doğruysa, yaüni onlar gerçekten öyle bir fetva veriyorsa, şu noktaların açıklığa kavuşturulması lazım:</p> <p>1. Diyobend uleması Coca Cola'nın İsrail'e yardım eden bir firma olmadığı şeklinde bir bilgiye mi sahiptir?</p> <p>2. Eğer onlar da bu firmanın İsrail'e yardım ettiğini kabul ediyorsa, o zaman fetvayı sadece tüketilen maddenin "li aynihî" haram olup olmadığı noktasına bakarak ve İsrail'le ilişkisinden sarf-ı nazar ederek mi veriyorlar?</p> <p>Bu iki nokta aydınlatılabilirse Diyobend fetvası üzerinde daha rahat konuşabiliriz.</p> <p>Ala külli hal, şu anda bu mesele üzerinde ihtilaf edildiği açık. Böyle durumlarda mü'minlerin, birbirlerine karşı gözetmeleri gereken hukuku ihlal edecek davranışlardan uzak durması gerekir.</p> <p>Yıllar önce "Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar" adıyla bir kitap tercüme etmiştim. Şu anda mevcutu tükenmiş olan bu kitapta müellifin (Ebu'l-Feth el-Beyânûnî), yer verdiği bir bölüm konumuz açısından gerçekten önemli. İhtilaflı meselelerde mezhep imamlarımızın ve ulemamızın nasıl davrandığını ve bize ne tavsiye ettiğini izah eden bu bölüm, en az fıkhî ihtilafların sebep ve mahiyeti kadar önemli.</p> <p>İnşaallah RıhleKitap yayını olarak Ramazan'da yeni baskısı okuyucuya arz edilmiş olacak. Meselenin oradan okunmasını tavsiye ediyorum.</p>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-51679776365886945272011-07-03T06:34:00.000+02:002011-07-03T06:35:00.926+02:00Moderniteye direnmek / Dr.Ebubekir Sifil<p>Modernite deyince aklımıza öncelikle hayatın görünen yüzünün gelmesi karşı karşıya bulunduğumuz problemin ciddiyetini gösteriyor. Modernite-İslam ilişkisi bağlamında tartıştığımız meselelerin birkaç "kışkırtıcı" başlığa inhisar etmesi de aldatıcı noktalardan biri şüphesiz. Oysa bunlar sonuç. Sebebe inmedikçe meseleyi -en azından zihnimizde- çözme şansına sahip olmamız mümkün değil.</p> <p>Müslümanlar olarak -mesela- modernitenin kurguladığı "üretim-tüketim ilişkileri" hakkındaki düşüncemiz nedir? İslam, üretimin ve tüketimin hangi esaslar dahilinde olmasını öngörür ve biz, fiilen yaşamakla bir cüz'ünü oluşturduğumuz modern üretim-tüketim ilişkileri bütünü içinde İslam'ın öngördüğü modeli zihnen kabul edebilecek durumda mıyız?</p> <p>İslam, üretimin ihtiyaçlar kadar olmasını öngörür. İhtiyaçtan fazlasını üretmek birkaç açıdan mahzurludur. İhtiyaçtan fazla üretecek olursanız;</p> <p>1. Hammaddeyi gereğinden fazla tüketmeden bunu yapamazsınız. Hammaddenin israfı tabiatın/çevrenin tahribi anlamına gelir. Dolayısıyla ihtiyaç fazlası üretim, bize "emanet" olarak verilmiş tabiatın tahribini intaç eder.</p> <p>2. İhtiyaç fazlası üretimin kâra dönüşmesi, ancak toplumda yapay ihtiyaçlar oluşturmakla mümkündür. Burada da "israf" söz konusudur.</p> <p>3. İhtiyaç fazlası üretimi esas alan ekonomi anlayışı, kaçınılmaz olarak acımasız bir "rekabet" ortamını doğurur. Modern ekonomik sistemde var olabilmenin olmazsa olmazlarından birisi "durmadan büyümek"tir. Belli bir seviyede durmak, bu sistemde yok olmakla eş anlamlıdır. Dolayısıyla büyümek için her ne lazımsa onu yapmak zorunda kalan işletmeler, ahlakî ilkeleri de, hukukî ilkeleri de buna göre düşünüp tesbit etmek zorundadır. (Modernitenin temelinin ekonomiye dayandığı gerçeğini hatırlayalım.) Kimse doğruluğuna kani olmadığı bir şeyi yapmaz. En azından devamlı olarak yapmaz. Başlangıçta yaptığı şeyin doğru olmadığını düşünse bile, onu yapmaya devam ettiğinde, -yaşadığı gibi inanmanın kaçınılmaz sonucu olarak- "kabul ettiklerinin" değil, "yaptıklarının" doğru olduğunu söylemeye başlayacaktır insanlar.</p> <p>Hormonlu yiyecekler gibi durmadan sağlıksız bir şekilde büyüyen metropol şehirlerde yaşamaya, işlem görmüş, katkı maddesi eklenmiş, raf ömrü uzatılmış gıdalar tüketmeye, evlerimizi ve çevremizi kuşatmış bulunan cihazlara itiraz etmeye, bunu en azından zihnen yapmaya hazır olup olmadığımız meselesinin modern çağda İslam'ın doğru algılanıp doğru yaşanmasıyla doğrudan ilişkisi var.</p> <p>Bunlar olmadan yaşayamayacağımız düşüncesine sahipseniz, bunun da size modernitenin hediyesi olduğunu acilen fark etmek durumundasınız...</p> <p>Bütün bunlar insanın nefsî arzularına ve hevasına hitap eden, onu köpürten bir hayat tarzının ifadesi. Dolayısıyla modern hayat tarzının en temelde insanın nefsî hevası üzerine kurulu olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.</p> <p>Şimdi başa dönüp soralım: Müslümanca bir hayat için moderniteye ruh veren teori ve pratiklerle zihnen hesaplaşmaya hazır mıyız?</p>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-84821156314012621162011-06-28T09:55:00.005+02:002011-06-28T09:59:34.452+02:00“Mehdi As. Konusunda Uyarı”<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi6FNiPbwkUnNEYnX1hvEKh8dPCgiZ6uSBbDYuU1coGLjs9fiib_5Zv6Sz9xzGThJu_A7vBZKEmTeSp1GH_x4427FQlWtdHORNVHzZNOztCO2S4joWey357MwDb2fRa9hXgz8mI9tzvVBsW/s1600/adnan-oktar.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 224px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi6FNiPbwkUnNEYnX1hvEKh8dPCgiZ6uSBbDYuU1coGLjs9fiib_5Zv6Sz9xzGThJu_A7vBZKEmTeSp1GH_x4427FQlWtdHORNVHzZNOztCO2S4joWey357MwDb2fRa9hXgz8mI9tzvVBsW/s320/adnan-oktar.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5623176452693065938" border="0" /></a><br />''Bir kimse Mehdiyim diye ortalığa çıkmışsa ya da bir topluluk birinin Mehdi As. olduğu davasındaysa şunlara bakarak onun veya onların yalancı olup olmadığını rahat anlarsınız: <p>1- Müslümanlar yeryüzüne hakimler mi? O şahıs yeryüzünün meliki mi?</p> <p>2- Hz. İsa As. onunla beraber mi?</p> <p>3- Yeryüzünden zulüm, fısk, fücur, aşikar günah işlemek, Allah’a isyan kalkıp yeryüzü adaletle doldu mu? Mal, servet, zenginlik adetsiz hesapsız herkese dağıtıldı, ihtiyaç sahibi kimse kalmadı mı?'' <a style="font-weight: bold;" href="http://aldanmayalim.net/">Yazının tamamı aldanmayalım.net</a>'te<br /></p>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-73263955200060562762011-06-21T23:11:00.001+02:002011-06-21T23:13:37.427+02:00Diyanet ve imam..<span style="font-family: verdana;" class="mnb">''Halk farkında değil ama şu anda Diyanet kadrolarını ele geçirmek için dehşetli bir faaliyet var. Sessiz sedasız sinsice...<br /><br />Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak, fetva isteyeceğim müftünün, arkasında namaz kılacağım imamın, konuşmasını dinleyeceğim vaizin itikadını, mezhebini, meşrebini bilmeliyim. Bir imam "Bu devirde üç hak ibrihimî din vardır, Hz. Muhammed'i, Kur'anı, İslam'ı inkar eden gayr-i Müslimler Cennetliktir" diyorsa, Sünnî olarak onun ardında namaz kılamam.<br /><br />Bir imam "Fazlurrahman büyük ve mübarek bir din önderidir. Onun Tatiliye mezhebi haktır. Kur'andaki nice kesin hükümler tarihseldir, bugün geçerli değildir" inancına sahipse onun ardında da namaz kılamam. Bir imam müteşabihatı lügavi manaya alarak "Allah'ın insanlar gibi eli, ayağı, yüzü vardır. O iner çıkar. Onun ciheti vardır..." gibi inançlara sahipse onun ardında da namaz kılamam. Evet tekrar ediyorum: Diyanet kadrolarını ele geçirmek için birtakım fırka ve hizipler var güçleriyle sinsice çalışıyor. Dehşetli taqiyye yapılıyor.'' </span> <a href="http://www.habervaktim.com/yazar/39296/taqiyye_yapmasinlar.html"><span class="mtnp"><strong>M. Şevket Eygi</strong></span></a> <span class="mtni"> </span>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-67581119441136944592011-06-21T13:52:00.002+02:002011-06-21T13:55:11.223+02:00Namaza dair..<span style="font-family: verdana;">''Niye Namaz Kılıyoruz? Allah`u Teala nın Emri Var...</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Niye Sureleri İçimizden Okuyoruz? Bizi Bir Duyanın Olduğuna İnandığımız İçin!</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">İçimizi Duyan... Dışımızı Görmez mi? Hakkıyla Namaz Kılan Kötülük Yapar mı?</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Bunca Pislik İçinde Evimizin Önünden Geçen Bir Irmakla Günde Beş Defa Niye Yıkanmayalım??''</span><br /><br /><a href="http://vakiseher.blogcu.com/">http://vakiseher.blogcu.com/ </a>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-36937875384407850702011-06-20T20:07:00.004+02:002011-06-20T20:16:54.853+02:00Sevgiler Neden Acıydı?<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjBvARhh1_f3tx85DgB9ZSE2qMOAy2miiCD4-eTIiZppLzVZ259ZuwHjJZ6PiIsdJM7VkEBlaZQRVs1tp715AUu1em70U2GwJlwPBpHcyzXF_5mE1LI5ww_OF1dZouPt2pMMW4ROrsMPjUw/s1600/cini.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 200px; height: 199px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjBvARhh1_f3tx85DgB9ZSE2qMOAy2miiCD4-eTIiZppLzVZ259ZuwHjJZ6PiIsdJM7VkEBlaZQRVs1tp715AUu1em70U2GwJlwPBpHcyzXF_5mE1LI5ww_OF1dZouPt2pMMW4ROrsMPjUw/s200/cini.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5620365935359126738" border="0" /></a><br /><p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Anımsatmayan Sevgiler Neden Acıydı? Hakiki Sevgi “Sen” Olduğun İçin mi?<br />Sensiz Sevgilerin, Sana Getirmeyen Sevmelerin Kıymeti Olmadığı İçin mi?<br />Senin Dışında Sevilenler Tutsak Ettiği İçin mi? “Sevgi” Sensizken Adamlığını Kaybettiği İçin mi?<br />Sevgi Niye Vardı, Sana Getiren Yolları Daha Kolay Bulmak İçin mi?...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Bir Seni Sevmem Gerekirdi, Yıkılmaya Mahkûm Dünyada...<br />Bir Sana Koşmam Gerekirdi Hiç Düşünmeden... Telaşlarıma ve Sensizliği Benimseten Hayallerime Aldırmadan... Bir Senin Adını Yazmalıydım Yüreğime...<br />Yüreğimi Sahibine Teslim Etmeliydim Hiç Şüphe Etmeden...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Yüreğimin Sahibi Sendin, Sevgine Muhtaç Olan Bendim...<br />Seni Tenzih Ederek Buyurmalıydım Yüreğime... Nakış Nakış İşlemeli, Doymayı Bilmeden Seyretmeliydim Adını... Hatta, Seni Düşünmediğim Demlerde...<br />Sensizliğin Adı Ölüm Olmalıydı Gönül Hanemde...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Bir Sana Susamalıydım...<br />Bir Sana Yanmalıydım Yanmanın Hakkını Vererek ve Bir Sana Ölmeliydim Sevgimden...<br />Kalbim Her Atışında “Bir İsmin” Dolanmalıydı Dilime... Dilim Kalbimle Bir Olmalıydı ve Benim Yalnız “Sana” Olmalıydı Dönüşlerim...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Öyle Bir Yüreğim Olmalıydı ki, Amacını Unutmalıydı...<br /> Öyle Bir Yüreğim Olmalıydı ki Mecnun Demeliydi Bana, Beni Görenler... Mecnunun Adı Yeniden Yankılanmalıydı...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Dağlar Yerinden Oynamalı, Toprak Hayretlere Kapılmalıydı, Ben<br />“HU!” Deyince... Yer Sarsılmalı, Kıyametler Kopmalıydı, Ben “HAY!” Deyince...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Yüreğim Yanık Kokmalıydı Sevgimden...<br />Adını Her Andığımda Unutmalıydım Kendimi ve Seni Unutturan Her Şeyi... Ben Böyle Sevmeliydim ve Böyle Ölüp Gitmeliydim.</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Geri Dönmeliydi Kalbime Uğrayanlar...<br />Aşkın, Ashabı Kehf Gençlerini Anımsatmalıydı... Onları Görünce Korkudan Ürperenler, Benim Kalbime Yaklaşınca da Ürpermeliydi Ve Seslenmeden Çekip Gitmeliydiler...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Yalnız Yüreğim ve Yüreğimi Dolduran Sevgin Yetmeliydi Bana.<br />Kimseye İhtiyaç Duymadan, Vuslata Erinceye Dek Öylece Beklemeliydi…</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>İşte, Sevmek Böyle Olmalıydı, Peygamberane Bir Tavırla...<br />Ashabi Bir Usulle... Ben Böyle Sevmeliydim Seni... Ben Böyle Ölmeliydim Sende, Yeniden Dirilircesine...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Ayet Ayet Geçiyorsun İçimden, Susuyorum ve “Sana” Ait Olan Her Kelama Boyun Eğiyorum...<br />Seni Öven Cümleler Sıralanıyor Zihnimde... Seni Haykırıyor Her Hece ve Her Kelime...<br />Çaresiz Kalıyorum Varlığın Karşısında ve Yalana Açılan Tüm Sevgileri Deviriyorum Birer Birer...<br />Yırtıyorum, Karalıyorum Esir Eden Yapmacık Sevgileri,</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Ağlıyorum Yeniden Beni Affetmen İçin...<br />Beni Kurtaramayan, Cehennemin Alevlerine Kendi Elleriyle Atan Sevgilere Sırtımı Dönüyorum...<br />Sensiz Olan Her Şeye Kapatıyorum Kapılarımı...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Sana Adım Atamayışlarım, Yüreğime Sarmayışlarım Utandırıyor Beni...<br />Yağmur Damlası Misali, Yere Düşürüyor Islak Bakışlarımı...<br />Şimdi, Suçlu Bir Çocuk Misali Kaçmak İstiyorum Kendimden...</strong></em></span></span></p> <p> <span style="font-size:100%;"><br /></span> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Ey Rabb'im “Sana” Sevginden Yapılmış ve Sevgin Kokan Tevbeler Sunuyorum...</strong></em></span></span></p> <span style="font-size:100%;"><span style="font-family:times new roman, times, serif;"><em><strong>Yalvarıyorum Sana Du'a Du'a, Kurtarır mısın? Beni Sevgi Nedir Bilmeyen Cehennemlerden?<br /><br /><a href="http://vakiseher.blogcu.com/">http://vakiseher.blogcu.com/ </a><br /><br /></strong></em></span></span>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-982837539446995882011-06-20T04:28:00.001+02:002011-06-20T04:30:17.345+02:00Necip Fazıl'dan..<span style="font-family: verdana;">"Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini...</span><br /><span style="font-family: verdana;">O kim mi?</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Allah'ın sevgilisi...</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı...</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o "Bir" etrafında helezonlar çizilen bir hayat...</span><br /><br /><span style="font-family: verdana;">Benim hayatım budur!"</span>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-86739246524280105272011-06-18T20:45:00.002+02:002011-06-18T20:48:19.050+02:00Çakal Carlos'u Müslüman yapan neden<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc1HclIVQRNSsexjWxfeFL4mxtcgjFswx_uSQJWi3K4xqWqI7bs4Tbny9YuyQ-o3C3eFQ82lrjyYJZMGKzScby8oT9AK6INlyYWMZfFHTxqP0DwE1yVls-bHfLHxLfCnsqm3aNE1yij7t2/s1600/cakal-carlos-u-musluman-yapan-neden.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 296px; height: 218px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjc1HclIVQRNSsexjWxfeFL4mxtcgjFswx_uSQJWi3K4xqWqI7bs4Tbny9YuyQ-o3C3eFQ82lrjyYJZMGKzScby8oT9AK6INlyYWMZfFHTxqP0DwE1yVls-bHfLHxLfCnsqm3aNE1yij7t2/s320/cakal-carlos-u-musluman-yapan-neden.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5619633494467577970" border="0" /></a><br /><strong>'Tek kurtuluş İslam<br /></strong><br />İslam’a girmesiyle Batı toplumunun en büyük günahlarından olan bireysellik hastalığından tamamen uzaklaştığını ifade eden Carlos: “Müslüman olduğum ilk yıllar İslam hayatıma çok önemli bir değişiklik getirmedi. Ailemden aldığım sağlam ahlâki değerler nedeniyle İslâmî olgunluk zevkini tatmam uzun bir sürece yayıldı. Daha sonraki yıllar ise imanın tadını almaya başladım. İslam insanlarla dayanışma hissimi daha da arttırdı.<br /><br />Müslüman olmam Batı toplumunun en büyük günahlarından olan bireysellik hastalığından beni tamamen uzaklaştırdı. Ben her zaman insanların sömürülmediği bir dünya için mücadele verdim. Bugün benim için mücadelemin temel dayanağı ve inandığım devrimin adı İslam'dır. Emperyalizme ve siyonizme karşı çıkan bütün devrimci örgüt ve savaşçıları İslam bayrağı altında birleşmeye çağırıyorum. İnsanlığın tek kurtuluş adresi İslam'dır.” diyor.'' <a style="font-weight: bold;" href="http://www.timeturk.com/tr/2011/05/10/cakal-carlos-u-musluman-yapan-neden.html">tamamı burada</a>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-25228550586935251852011-06-18T10:40:00.004+02:002011-06-18T10:45:22.889+02:00Semiyyu'zzebih Alemin ölümü''Her yönüyle gerçek bir ilim ve gönül adamıydı İsmail Çetin hocam. Yaşantısıyla, eserleriyle, hastalığına rağmen bitmek bilmeyen enerjisiyle, talebeleriyle ve müstakim duruşuyla. Arapça eserlerinin kapağına, adını sarahaten yazmak yerine, Hz. İsmail (a.s) ile adaş olduğunu anlatan "Semiyyu'z-Zebîh" ifadesini kullanmayı tercih ediyordu...'' Dr.Ebubekir Sifil<a href="http://www.blogger.com/Her%20y%C3%83%C2%B6n%C3%83%C2%BCyle%20ger%C3%83%C2%A7ek%20bir%20ilim%20ve%20g%C3%83%C2%B6n%C3%83%C2%BCl%20adam%C3%84%C2%B1yd%C3%84%C2%B1%20%C3%84%C2%B0smail%20%C3%83%C2%87etin%20hocam.%20Ya%C3%85%C2%9Fant%C3%84%C2%B1s%C3%84%C2%B1yla,%20eserleriyle,%20hastal%C3%84%C2%B1%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1na%20ra%C3%84%C2%9Fmen%20bitmek%20bilmeyen%20enerjisiyle,%20talebeleriyle%20ve%20m%C3%83%C2%BCstakim%20duru%C3%85%C2%9Fuyla.%20Arap%C3%83%C2%A7a%20eserlerinin%20kapa%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1na,%20ad%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1%20sarahaten%20yazmak%20yerine,%20Hz.%20%C3%84%C2%B0smail%20%28a.s%29%20ile%20ada%C3%85%C2%9F%20oldu%C3%84%C2%9Funu%20anlatan%20%22Semiyyu%27z-Zeb%C3%83%C2%AEh%22%20ifadesini%20kullanmay%C3%84%C2%B1%20tercih%20ediyordu..."> </a><br /><a href="http://www.blogger.com/Her%20y%C3%83%C2%B6n%C3%83%C2%BCyle%20ger%C3%83%C2%A7ek%20bir%20ilim%20ve%20g%C3%83%C2%B6n%C3%83%C2%BCl%20adam%C3%84%C2%B1yd%C3%84%C2%B1%20%C3%84%C2%B0smail%20%C3%83%C2%87etin%20hocam.%20Ya%C3%85%C2%9Fant%C3%84%C2%B1s%C3%84%C2%B1yla,%20eserleriyle,%20hastal%C3%84%C2%B1%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1na%20ra%C3%84%C2%9Fmen%20bitmek%20bilmeyen%20enerjisiyle,%20talebeleriyle%20ve%20m%C3%83%C2%BCstakim%20duru%C3%85%C2%9Fuyla.%20Arap%C3%83%C2%A7a%20eserlerinin%20kapa%C3%84%C2%9F%C3%84%C2%B1na,%20ad%C3%84%C2%B1n%C3%84%C2%B1%20sarahaten%20yazmak%20yerine,%20Hz.%20%C3%84%C2%B0smail%20%28a.s%29%20ile%20ada%C3%85%C2%9F%20oldu%C3%84%C2%9Funu%20anlatan%20%22Semiyyu%27z-Zeb%C3%83%C2%AEh%22%20ifadesini%20kullanmay%C3%84%C2%B1%20tercih%20ediyordu...">yazının tamamı burada</a>15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-4337217242670318892011-06-17T02:47:00.013+02:002011-06-17T22:15:41.282+02:00Nureddin Yıldız<span style="font-weight: bold;">Farklı mezheplere göre amel etmek</span><br />''SORU:<span style="font-weight: bold;"> Hocam, derslerinizden ve sohbetlerinizden aslında zaten mezhepsiz olduğumuzu anladım fakat bir mezhebe uymanın zorunlu olduğunu da öğrendim.</span> Bu durumda, bir mezhebin uygulaması olan daha kuvvetli bir delil ile amel edilebilinir mi? Örnek: Ebu Davud´da bizim mezhebimizde namazda göbek altında el bağlama şeklimize getirilen delil´in yine ebu davud´da dipnot olarak cumhur ulema tarafından zayıf kabul edildiğini okudum, dolayısıyla buhari ve müslimde okuduğum ve Hanbeli mezhebinin uygulaması olan elleri göğüs üzerine bağlama şekli ile amel edebilir miyim? Bu uygulama delilini bildiğim sürece, diğer ameller için de geçerli olabilir mi, sakıncası var mıdır?<br /><br />CEVAP: Mesele sadece el bağlamakla bitmiyor ki? Her meseleyi bu şekilde araştırmaya ne kadar vaktiniz ve imkânınız olacak? Ayrıca zayıf diyenlerin yanında değil diyenlerin de bulunduğu bir tartışma ile karşılaşınca ne yapacaksınız? Şunu bilmekte yarar vardır: Mezhepler, kör bir taassubun sonucunda oluşmamıştır. Daha makul düşünerek yolumuza devam edelim. Allah’a emanet olun.'' <span style="display: block;" id="formatbar_Buttons"><span onmouseover="ButtonHoverOn(this);" onmouseout="ButtonHoverOff(this);" onmouseup="" onmousedown="CheckFormatting(event);FormatbarButton('richeditorframe', this, 8);ButtonMouseDown(this);" class=" down" style="display: block;" id="formatbar_CreateLink" title="Bağlantı"><img src="http://www.blogger.com/img/blank.gif" alt="Bağlantı" class="gl_link" border="0" /></span></span>Nureddin Yıldız / Fetva Meclisi<br /><br />Yukarıdaki alıntı, can.cenk1@gmail.com' a H.Saygıncılar tarafından gönderilmiştir. N.Yıldız'a hürmetle ve ciddiyetle soru sormaya başlayan kişi, ''Aslında zaten mezhepsiziz'' diyor ve Nureddin bey de sükut ile sitesine taşıdığı okurun soruya başlarken ki cümlelerinden gocunmak yerine cevaba girişiyor. (1) Bir mezhebe uymanın zorunlu olduğunu da aynı Nureddin'den öğrenmiş!Çelişkili cevapalar.. (Herhalde telfik yoluyla.Acaba yazım hatası vardı da soruyu soranın cümlesi şöyle miydi : ''<span style="font-weight: bold;">derslerinizden ve sohbetlerinizden aslında zaten mezhepsiz olduğuNuzu anladım''</span>ala külli hal her iki durumdaki bir cümleye ''hoca'' olan ve ehl-i sünnete bağlı bir zatın derhal itiraz etmesi ve doğruyu anlatması gerekirdi.Sonuçta ilk anlama durumu olsa bile, sorucu sizin sohbet ve derslerinizden mezhepsiz olunacağını anladım demek de istemiş olabilir.<br /><br />Blog yazılarımda ısrarla vurguladığım şeylerden biri : İtikaden sakat/arızalı tiplerden şeytandan kaçar gibi kaçılacağı, ''toptancı'' bir tutum sergileneceğidir.Bu, bizim gibi cahiller için ne kadar elzemse, hoca gecinenler için de geçerli olduğuna son örnek N.Yıldız'dır.<br /><br />Kendisiyle bir söyleşide ''..Fizilali Kur'an benim şarzlı pil makinamdır. Bundan devamlı şarz ederim kendimi, çok faydalı oluyor.'' <a style="font-weight: bold;" href="http://www.ikradernegi.com/index.php/nureddin-yildiz.html">diyor</a><span style="font-weight: bold;"> </span>Nureddin Yıldız. Seyyid Kutub'un tefsir ismi verilen kitabını elinden düşürmediğini beyan ediyor. Kutub'un arızalı fikirlerini zaten bu bloğun takipçileri bilmektedirler.(Bakınız :En çok okunanlar linki)<br /><br />Bir ehl-i sünnet mezhebine sadıkane uymayanların durumu. Zahid el Kevseri (rh.a) <span style="font-weight: bold;">''Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür''</span> diye insanları uyardı. Yani an gelir mülhid olma tehkilesi ile karşı karşıya kalırsın da haberin olmaz, kendini Müslüman sanırsın. Bu cümlemle N.Yıldız'ı itham etmiyorum. Genel bir prensipten söz ediyorum. Hamdolsun tekfir hastalığım yoktur. Sadece bu yazarın fikirleri arızalı/sakattır, muteber değildir, okumamak gerekir diyerek Müslüaman kardeşlerimi ikaz görevimi yapmaya gayret ederim.<br /><br />Mezhebe karşı çıkanlar, mesela bir S.Kutub'u kendilerine ''imam/önder/örnek'' kabul ederek, onun mezhebine (yani yoluna) uymuş olduklarını, dolayısıyla mezhepli olmaktan kurtulamadıklarını da farkına varmayacak bir garabetin içine düşüyorlar. Asıl bıralıp (4 hak mezhep) sahtelerinin peşine düşülmüş oluyor.<br /><br />Yukarıda N.Yıldız'a soru soran, '' bir mezhebin uygulaması olan daha kuvvetli bir delil ile amel edilebilinir mi? '' diyerek hem kendisine neredeyse imkansız bir zor kapı aralıyor, hem de ulemanın asla cevaz vermediği batıl yol olan <span style="font-weight: bold;">''telfik'</span>' yani mezhepleri karma yaşama aymazlığından dem vuruyor. Hocası da ne kendisine ithaf ettiği mezhepsizliğe ne de işbu telfik'e tepki gösteriyor! Oysa telfik dinle alay etmektir!<br /><br />Görüyor musunuz tehlikeyi? Bir hak mezhebe göre icazetiyle uyup itikad ve amel etmeyenlerin halini. Bana kaynaklarını söyle, sana durumunu söyleyeyim..Efendim yanlış fikirlerini almaz, faydalı olanlarını alırız, masum ve sinsi düşüncesiyle bir bid'at fikirlinin kitaplarını okursan, varacağın yer maazallah en azıyla mezhepsizlik ve ötesi dinsizliktir! İste hoca ol, ister alim bu netice değişmez bir akibettir. İkinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani kuddise sirruh hazretlerimiz boşuna mı ikaz etti ümmeti ve<a href="http://cancenk.blogspot.com/2011/05/bidat-ehli-ile-ilgili-dinimizin.html"> buyurdu </a>: <span style="font-weight: bold;">''Bid'atçinin <a href="http://aldanmayalim.wordpress.com/2011/03/30/nurettin-yildiz/">sohbet fesadı</a>, kafirin sohbetinden daha çoktur..</span><span style="font-weight: bold;">Bid'at sahibine kıymet veren İslamiyeti yıkmaya yardım etmiş olur."</span><br />Sonra bana, neden hoca diye hitap etmiyorsun diyenler oluyor. Hoca'dan kasıt dini saha ise, bid'at ehline hoca demem. Ama laik sistemin arızalı ilahiyatçılarından biriyse mecbur kalırsam okul öğretmeni manasında belki..<br /><br />Farklı bir mezhepten yardım almak, zaruret halinde elbette caizdir ama bunun nasıl tatbik edileceği, şartları da ayrıca ulemamız imamlarımız tarafından ilmi olarak izah edilmiştir. Çocuk oyuncağı gibi, avamın kendi kıt anlayışına bırakılamayacak kadar hassas bir mes'eledir.<br /><br />Bahsedilen siteyi inecele diyen okurum: Ne gerek var, en baştaki soru cevap ve S.Kutub'la şarj olma örneği yetmez mi? Zaman kıymetli, daha fazla israf etmeyip, gönlümüzü şu mübarek Allah azzenin nur fezyi mübarek ayında muhafaza edelim.Ne demiş atalarımız. Körle yatan şaşı kalkar. Uzak durun kendisini müctehid sanan zevattan.Onlardan öğrenecek bir şeyimiz yok, dua edelim şifa bulsunlar.<br />_____________________________________<br />(1) N.Yıldız'ı tanımam, bu vesile ile aşağıda başka bir soruya verdiği ibret cevabı okuduktan sonra uzak duracağım kişilerden biri olduğunu anladım,(aşağıdaki soru ve cevabı da irdelesek yazı çok uzayacak, yalnızca ilginç yerleri koyu yazı ile belirledim) işte sitesinden soru ve verdiği tuhaf cevap :<br /><br /><span style="font-weight: bold;">Mezhebe bakışımız nasıl olmalıdır?</span><br />SORU: Değerli hocam, sorum mezheptir. Ben amelde Hanefi, itikatta Maturudi mezhebindenim. Bir arkadaşımla yaşadığım tartışma sonucu kafamda soru işaretleri oluştu. <span style="font-weight: bold;">Arkadaşım herhangi bir mezhebe tabi olmadığını ehli sünnet olduğunu söyledi.</span> <span style="font-weight: bold;">Hz. Muhammed’e tabiyim,</span> yolundan gidiyorum, <span style="font-weight: bold;">mezhebim yok </span>dedi. Olur mu öyle şey dedim. Bir kaç soru sordum; vitr sence sünnet mi vacip mi dedim, sünnet dedi. Bir yerin kanayınca abdest alır mısın dedim, almam ama namazda burnum kanarsa alırım dedi. Sehiv secdesini namaz içinde mi dışında mı yaparsın dedim, ikisi de olur ama içinde yapmak daha makbul dedi. <span style="font-weight: bold;">Daha çok şafiye yakın gitti.</span> Sonrasında<span style="font-weight: bold;"> imam maturudinin çok akılcı yaklaştığını ve bunun da çok doğru olmadığını söyledi.</span> Mezhep imamlarının da tarikat şeyhlerini de hiçbir tabi olunurluğu yoktur, <span style="font-weight: bold;">ahirette bize mezhebimiz sorulmayacaktır </span>dedi. <span style="font-weight: bold;">Bir mezhebe tabi olursan mezhepteki hataları da kendin sırtlanırsın, kafir bile olursun </span>dedi. Amel neyse de itikat çok daha önemli dedi.<span style="font-weight: bold;"> Kendi aklı ile hareket edemeyenlerin mezhebe tabi olacaklarını, her şeyin cevabını kütübü sitteden bulabileceğimizi de iddia etti. </span>Kafam karıştı gitti. Mezhebe bakışımız ne olmalıdır. Mezhep geniş nedir, <span style="font-weight: bold;">mezhepsiz olmak insanı dinden çıkarır mı</span> ve mümkünse o arkadaşa cevap verir gibi bir cevap verirseniz sevinirim hocam. Ben de istiyorum ki asıl sen yanlışsın, bu iş öyle değil böyledir diyebileyim. Allah’a emanet olun.<br /><br />CEVAP: İki mü’minin dini üzerinden tartışması, büyük ihtimalle şeytanı hoşnut edecektir. Onun için dinimiz üzerinden tartışma yapmamayı ilke edinelim. Ne sizin onu ne de onun sizi ikna edemeyeceği bellidir; sadece birbirinizi üzecek, kul hakkına tecavüz edeceksiniz. Eğer siz, <span style="font-weight: bold;">doğru yolda olduğunuza inanıyorsanız, yolunuza devam edin. O da doğru yolda olduğuna inanıyorsa yoluna devam etsin. </span>Önemli olan Allah Teala’nın rızasına ermemiz değil midir? <span style="font-weight: bold;">Kardeşimizin söyledikleri yanlış şeyler değildir.</span> Ama uygulama imkânı olan şeyler de değildir. <span style="font-weight: bold;">O düşüncede olan kardeşlerimiz, mezhepleri kaldırıp kendi anlayışlarını tatbik ederken kendilerini bir mezhep yerine koymaktadırlar.</span> Bakın ne diyor: ‘Öyle de olur ama böylesi daha iyi.’ İşte mezhep de o demektir zaten. <span style="font-weight: bold;">Kardeşimizin ahirette mezhepten sormazlar dediği yüzde yüz doğrudur. Mezhepten sormazlar ama mezhebin içeriği sorulacak şeydir. </span>Kısaca şunu söyleyebiliriz:<br />Bu tartışma aylarca sürse gelebileceğiniz bir nokta yoktur. Boşuna vakit israf etmiş olursunuz. Kardeşliği zedelemeyin, yolunuza devam edin. Allah’ın bize emrettiği çok daha yoğun ve aktif bir şekilde yapmamız gereken görevlerimiz vardır. Onlara yönelelim. ''15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-6472552341729380387.post-1454119122302285572011-06-15T19:48:00.009+02:002011-06-15T23:39:51.977+02:00Her pencere ayrı bir dünya..<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhClcfo31efVV7cnuxWGyoQUuy40nFeuuk-UWlKo0KiJdnxmaDVxWffAQ97qXUaEWtXrBvjF2njwGbRRJypRf-TvIX_8_zpj13XUTnninUdrfr4MdOpwPC1bjDihqP266CYGxkKl-iHgkD6/s1600/chart.png"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 160px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhClcfo31efVV7cnuxWGyoQUuy40nFeuuk-UWlKo0KiJdnxmaDVxWffAQ97qXUaEWtXrBvjF2njwGbRRJypRf-TvIX_8_zpj13XUTnninUdrfr4MdOpwPC1bjDihqP266CYGxkKl-iHgkD6/s320/chart.png" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5618505084951933090" border="0" /></a><br />Dünya küçüldü denilir ya. Gerçektende bir açıdan öyle..Günlük istatistiklere bakarım. Taa Amerika'dan (okyanus ötesinden) Avustralya'ya kadar hiç tanımadığımız, bilmediğimiz ama nefes alıp yaşayan,türkçe konuştuğu ve Müslüman olduğu için; bilgi edinmek, araştırmak adına, buraya misafir olan, yüzlerce insan..(Gelen tenkit ya da sorulara kimi zaman maille cevap veriyorum;gerekiyorsa buraya taşıyorum.İltifatları haketmediğim için mahçup oluyorum.)<br />Yüzlerce binlerce, milyarlarca hayat..Yukarıdaki haritada çok koyu yerler (mesela Türkiye gibi) fazla sayıda ziyaretçiye işaret ediyor.Bu, Türkiye hariç, diğer bölgelerde hergün değişiyor. Sözgelimi bugün Afrika'dan gelen olmamış şu saat itibariyle.Ama Sırbistan dahil, Batı Avrupa'nın neredeyse tamamından kardeşlerimiz de hoş gelmişler.Yerküremizin her yerinde Müslüman var.Allah azze ve celle yardımcınız olsun.Düzgün itikat ve beş vakit namazıyla gurbette ölen şehittir.Selam olsun hepinize.15.03.2008http://www.blogger.com/profile/14731538636300759457noreply@blogger.com