15 Temmuz 2010 Perşembe

Yunus Vehbi Yavuz


SAPTIRILAN GERÇEKLER / Dr.Ebubekir Sifil

GİRİŞİM dergisinin Temmuz-89 sayısında Doç. Dr. Yunus Vehbi Yavuz’un “İslam Tarihinde Hilafetten Saltanata Geçilmesi ve Doğurduğu Sonuçlar” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Doğrusu sayın Yavuz’un ağzından tarihi ve fıkhi gerçeklerden bu derece nasipsiz şeyler duymak bizleri oldukça şaşırttı.

Hilafetten Saltanata geçişin, İslam dünyasında yol açtığı yönetimsel, toplumsal ve fikri yapılanma hiç kimsenin gizlisi değildir! Ancak bunları öne sürerek ve olaylar arasında zorlama bağlantılar kurarak kimi sonuçlara varmak, bilimsel yaklaşım değildir! Buna realite de izin vermez.

6 sayfalık yazısında Hilafetten Saltanata geçişi, “Din ve Dünya işlerinin birbirinden ayrılması” olarak niteleyen Doçentimiz, içinden çıkılmaz çelişkiler sergiliyor, tarihi ve fıkhi bir çok gerçeği çarpıtarak veriyor. İşte çarpıtılan gerçekler:

1- Yazısının ilk sayfasında şöyle diyor: “...Bu yönetimin (Hz, Peygamber (sav) yönetiminin- E.S ) iki ana kaynağı vardı. Biri Kur’an, diğeri Şûra idi...”

Bu ifade Kur’an’dan sonra ikinci teşri kaynağı olduğu ittifakla kabul edilen Sünnet’i rafa kaldırmaktadır. (Eğer burada Sünnet bir zühul eseri zikredilmemiş değilse). Zira bilindiği gibi Hz. Peygamber(sav), hakkında Kur’an’da herhangi bir hüküm bulunmayan konularda -istişareye de başvurmakla birlikte- “O kendi hevasından konuşmaz..” ayetinin de ifade ettiği gibi, kendisine vahiy, yahut ilham yoluyla bildirilen doğrultuda hareket etmiştir. Esasen mü’minlerin, Hz. Peygamber(sav)’in emrettiklerine itaat etmesi ve nehyettiklerinden sakınması, bizzat Kur’an lisanıyla emir buyurulmuştur ki andığımız doğrultudaki ayetlerin, Doçentimizin gizlisi olmadığından eminiz!

2- “...gerek Hz. Ebubekir döneminde, gerekse Hz. Ömer döneminde ne kendilerine mahsus, ne de diğer alimlere mahsus mezhepler ortaya çıkmamıştır. Sadece devletin görüşü hakim olmuş, böylece her konuda birlik sağlamıştır.”

Yazının ikinci sayfasında yer alan bu sözlerin, gerçekle uzaktan-yakından bir ilişkisi yoktur. Zira konuyla ilgilenen sıradan insanlar bile, her biri bir mutlak müçtehit olan meşhur fakih sahabilerin, içtihat edip fetva verdiklerini ve yerine göre birbirlerine muhalefet ettiklerini (fer’i konularda tabii) bilir! Nitekim meşhur musanneflere şöyle bir göz atan kimse Hz. Peygamber (sav)’in irtihalinden sonra sahabe arasında cereyan eden fıkhi ihtilaflarla yüz yüze gelecektir. Bir başka ifadeyle sahabe arasında da fıkhi ihtilaflar vuku bulmuştur ve günümüze kadar onların isimlerine nisbet edilerek gelmiş olmasa bile, bugün bilinen mezhepler arasında mevcut bulunan birçok ihtilaf, onların (müçtehit sahabilerin) ihtilaflarının ve dolayısı ile mezheplerinin bir devamıdır. Ölünün mirasından, dedesi hayattayken kardeşlerinin de pay alıp alamayacağı, boşanmış kadınların iddet süresi, kocası ölen hamile kadınların iddet süresi, müllefe-i kulûb’a zekat verilip verilemeyeceği, ganimetlerin dağılımı, savaş sırasında işlenen suçların cezalarının ertelenip ertelenemeyeceği, içki kullanma cezasının artırılması, birden çok yakını olan maktûlün yakınlarından birinin katili bağışlaması ile ötekilerin kısas davasını sürdürüp sürdüremeyecekleri, rehinde bulunan hayvana binme ve sütünü sağma gibi hususlarda faydalanma hakkının kime ait olduğu vs. gibi pek çok konu buna örnek olarak gösterilebilir.1 Dolayısıyla ilk iki raşit halife döneminde her konuda birlik bulunduğunu ve -ileride fikir özgürlüğünün varlığını konusunda gelecek kendi ifadesiyle de çelişecek biçimde- sadece devletin görüşünün hakim olduğunu söylemek yanlış bir yargı olsa gerekir. (Fıkhi ihtilaflarla ümmetin birliği arasındaki bağıntı konusuna ileride temas edeceğiz.)

3- Yazar devam ediyor: “... Bu dönemden (Hz. Osman (ra) döneminden -E.S) itibaren sanki şöyle bir formül ortaya çıkmıştır: İslam’ın din ve dünya olarak uygulanmaması = saltanat; saltanat = din işleriyle dünya işlerinin fiilen birbirinden ayrılması.”

Hz. Osman (ra) döneminden itibaren gelmiş geçmiş bütün yönetimleri lâik olmakla itham eden bu formülün mantığını anlamak mümkün değildir! Nitekim yazar daha sonra (yazısını 4. sayfasında) bu yönetimler hakkında, “... sonradan çıkan İslam’a dayalı bir çok İslam devleti...” tabirini kullanmakla kendi kendisiyle çelişmiştir. (Bu tabirin neyi anlattığını pek anlayabilmiş değiliz ya!)

Yine Hz. Osman (ra) dönemini anlatırken “sosyal dengelerin” ve “Hz. Osman’ın, din ve dünya işlerini beraber yürütme sistemi”nin bozulmasından söz eden yazarımız, biraz ileride de, tıpkı diğer İslam devletleri hakkındaki sözlerinde olduğu gibi çelişkiler sergilemekte ve “Hz. Osman döneminde teşri faaliyeti resmen devlet tarafından yürütülüyordu. Devletin, hem dünya işlerini, hem de ahiret ve din işlerini tanzim edecek bir organı vardı.” diyebilmektedir.

Okumaya devam ediyoruz: “Hz. Muaviye’nin kurduğu idare şekli İslami değil, seleflerinin idare biçiminin tam zıddı idi. (...) Alimlerle yönetimin arası açık olduğu için bir şurâ’nın bulunması da mümkün değildi. Şûrası olmayan bir devlet ise İslam devleti olamaz. (...) Durum böyle olunca halkın din ve dünya ile ilgili bütün ihtiyaçlarını artık devlet karşılamıyordu. Devlet sadece halkın idaresi ile meşgul oluyor, dünya ile ilgili ihtiyaçlarını karşılıyordu.” Ve bu sözlerin hemen arkasından gelen ifadeler: “Gerçi devlet halkı İslami kurallara ve İslami hükümlere göre yönetiyordu. Fakat, halkın din ve dünya ile ilgili ihtiyaçlarını karşılamada devletin artık bir payı bulunmuyordu. Devlet sadece öncekilerin yaptıklarını taklit ediyor, sivil alimlerin içtihatlarından faydalanıyor, mekanizmayı bu şekilde yönetiyordu.”

Sayın Doç. Dr. Yavuz’a şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz: Aynı paragraf içinde bir devlet hakkında hem “İslami değil” hem de “halkı islami kurallara ve İslami hükümlere göre yönetiyordu” ifadelerini kullanmayı nasıl becerdiniz? Üstelik bu devletin, “öncekilerin yaptıklarını taklit ediyor” olması, “acaba öncekiler de mi aynı çelişkiyi yaşıyordu?” sorusunu gündeme sokmaktadır! Ne dersiniz sayın Yavuz?.

4- Biraz yukarıda 4 halife devrinden sonra kurulan devletleri -din ve dünya işlerini birbirinden ayırdıkları gerekçesiyle- laik ilan eden yazar, daha sonra şunları söylüyor: “... Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki, sonradan ortaya çıkan İslam’a dayalı bir çok İslam devleti, uygulamada bu fahri teşri’ çalışmalarından (İslam alimlerinin çalışmalarından- E.S.) azami derecede faydalanmıştır. Hatta diyebiliriz ki, alimlerin şahsi olarak ortaya koydukları içtihadları taklid ederek idarelerini yürütmüşlerdir.”

Bu ifadeleri de laikliğe yepyeni bir yaklaşım olarak değerlendiriyor ve okumayı sürdürüyoruz: “Fakat içtihadları yapan alimler hayatta bulunmadığı için bu devletler, ortaya çıkan yeni sorulara cevap bulamamışlar, herhangi bir teşri’ mekanizmasına da sahip bulunmadıkları için zamanla çökmeye mahkum olmuşlardır. Osmanlı imparatorluğunun çökmesinin asıl sebebi, böyle bir teşri’ mekanizmasına sahip olmayışı ve zamanın şartlarına göre kendisini yenileyemeyişidir.”

Aslında yazarın kendisinin de çok iyi bildiğinden eminiz ki bu devletlerin tarih sahnesinden çekilişlerinin asıl sebebi bir teşri’ mekanizmasına sahip olmayışları değil, analizi ciltler dolusu çalışmalar gerektiren çeşitli sosyo-politik, askeri ve ekonomik sebeplerdir. Öte yandan yazarın, yukarıda kullandığı ifadelerden de anlaşılacağı gibi, teşri’ mekanizması olarak adlandırdığı kurumdan kastı resmî içtihat’tır. Bir an söz konusu devletlerin böyle bir mekanizmaya sahip olduklarını farz etsek bile, -içtihadın alanı fer’i konular olduğu için- fer’i konularda insanları resmi görüşe boyun eğmeye zorlamak nasıl sağlıklı bir anlayış olarak sunulabilir? Hatta sahabe zamanında bile -yukarıda örneklerini verdiğimiz konularda ve daha bir çok konuda- böyle bir uygulama yoktur! İmam Malik (rh.a)’in, ümmeti Muvatta’nın içerdiği görüşler etrafında toplamayı teklif eden Mansur’a verdiği şu cevap oldukça düşündürücüdür: “Ey mü’minlerin emiri, bunu sakın yapma! Şüphesiz ki halka (ümmete) birçok kavil (birbirine muhalif içtihatlar) ulaşmış, birçok şey rivayet edilmiş, onlar da pek çok çeşitli hadisler dinlemişlerdir. Her kavim kendisine ulaşanı almış, insanların (alimlerin) ihtilafa düştükleri konularda onunla amel etmeyi benimsemişlerdir. Bırak her bölge halkı kendi seçtiğiyle amel etsin.” Yine İmam Malik (rh.a), Muvatta’nın Kâbe’ye asılmasını ve insanların, onun içindekilerle amel etmelerini öneren Harun Reşid’e de aynı doğrultuda mukabelede bulunarak şöyle demiştir: “Böyle yapma! Şüphesiz ki Rasulullah’ın (sav) ashabı fer’i konularda ihtilaf etmiş ve çeşitli beldelere dağılmışlardır. (Her biri içtihadını gittiği yerde yaymış ve) böylece bütün sünnetler yerleşmiştir.” 2

Burada yeri gelmişken, halk arasında yaygın yanlış bir kanaate de değinmeyi zaruri görüyoruz. “İslam devlet başkanı bir mübahı yasaklar yahut emrederse ona uymak vaciptir” denir. Bu kaide, yalnızca hakkında nass bulunmayan konularda geçerlidir. Yoksa hakkında nass bulunan herhangi bir konuda böyle bir tasarruf söz konusu olduğunda “Hâlık (cc)’a isyan konusunda mahluk’a itaat yoktur.” kaidesi gündeme girer!3 Abdulgâni en Nâblusî, “et-Tarikatu’l Muhammediyye” şerhinde İslam devlet başkanının tütün ve kahve kullanımını yasaklaması konusunu anlatırken şunları söyler: “Sultan’ın bir şeyi emretmesi ve bir şeyden nehyetmesi, kendi nefsinin ve tabiatının gereği (kendi isteği) olduğu için değil, Allah (cc)’ın emrine mutabık olduğu için (o durumda) muteber olur. Yoksa faraza Hz. Peygamber (sav) bile, Allah (cc)’ın emir ve nehyi olarak değil de kendi nefsinden kaynaklanarak bir şeyi emir veya nehyetmiş olsaydı -ki O’nu bundan tenzih ederiz- böyle bir emir ve nehye (Peygamber ağzından çıkmış olsa dahi) imtisal etmek vacip olmazdı. Bu durumda Allah (cc)’ın hükmüne uygun olmayan konularda, sırf sultanın kendi aklından ve görüşünden kaynaklanan emir yahut nehye uymak üzerimize nasıl vacip olabilir...”4

Bu noktayı geçmeden önce yazara acizane bir tavsiyemiz olacak. Emevîler’den Osmanlılar’a kadar uzanan çizgide yer alan birçok yönetimin, tek bir mezhebi (Hanefi mezhebini) “resmi mezhep” haline getirerek halkı bir nevi tahakküm altına aldığı iddiasıyla ortalıkta dolaşanlara, “sahabe döneminde yalnızca devletin görüşü hakimdi” diyerek malzeme olmayın lütfen!..

Yazardan alıntılar yapmaya devam ediyoruz: “Esasen Hz. Peygamber (sav) içtihat yetkisini devlet adamlarına vermiştir. Hz. Muaz b. Cebel (ra)’in nasbedilmesinden sonra kendisine Hz. Peygamber (sav) tarafından böyle bir yetkinin verilmesi tesadüf eseri değildir. Hz. Peygamber (sav) sivil vatandaşlara, sıradan insanlara içtihat yetkisi vermemiştir..”

Burada öncelikle Hz. Peygamber (sav) dönemi için pek bir anlam ifade etmeyen “sivil vatandaş” gibi ucube bir ifadeyle “sıradan insan” sözünü birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü eğer yazarın “sivil vatandaş”tan kastı, Hz. Peygamber (sav) tarafından kendilerine ümmetin işleri ile ilgili, yahut gayrimüslimlere tebliğ vb. gibi bir görev verilmeyen kimselerse ve bunlar arasında içtihada ehil kimseler varsa, bunların “sıradan insanlar” ile aynı kefeye konulması mümkün değildir. Mesela başta Hz. Aişe olmak üzere Hz. Hafsa, Hz. Ümm-i Habîbe, Hz. Fatma.. (r.anhünne) gibi fetva sahibi kadınlar ve Ebu Hüreyre gibi fetva ehli kimseler birer “sivil vatandaş”tır ama “sıradan insan” değildir. Kaldı ki yazarın tabirinin karşıtı ile “resmi vatandaş” statüsünde olan sahabilerin de kendilerine “resmi” görev verilmeden önce içtihat yapmadıkları ileri sürülemez! Hatta Hz. Muaz (ra)’ın, Hz. Peygamber (sav)’e verdiği, “(rastladığım konunun hükmünü sünnette bulamazsam) içtihat ederim” cevabının altında da bu gerçek yatmaktadır.

5- Yazısının “Hilafetin Saltanata Dönüştürülmesinin Doğurduğu Sonuçlar” alt başlığını taşıyan bölümünde de yazarımız şunları söylüyor:

“...Hilafet döneminde İslam düşüncesi diri idi. Fakat İslam devleti yıkılıp yerine saltanat kurulunca, teşri’ ile meşgul olmadığından İslam hayat ile beraber yürütülememiş, İslam düşüncesi giderek canlılığını kaybetmiş ve zamanla düşünce donmuştur..”

Yukarıya alıntıladığımız cümlelerde ve diğer bir- iki yerde kullanılan “İslam düşüncesi” ifadesinin, tamamen vahiy kaynaklı olan ve kendisine önünden ve arkasından herhangi bir batıl’ın yaklaşamayacağı İslam dini hakkında felsefi ve ideolojik bir çağrışım yaptığı, bu yüzden de kullanılmasının sağlıklı olmadığı kanaatimizi belirtmekte yetiniyor ve diyoruz ki: “Giderek canlılığını kaybeden ve zamanla donan düşünce” den kastınız eğer İslami ilimlere olan rağbet ise; en azından “Melik-i Adûd” dönemi olarak ifadesini bulan devrede Tâbiûn, Etbâuttâbiîn, Emevîler ve Abbasîler döneminin bir kısmını içine alan ve hicri 3. asrın sonlarına kadar uzanan süre için bu söylediğinize katılmak mümkün değildir. Çünkü sahabeden devralınan fıkıh ve hadis çalışmaları bu dönemlerde sistemli olarak yürütülmüş, yüzlerce fakih ve müctehit bu dönemde yetişmiş, İslam fıkhının ufku alabildiğine genişlemiş ve nihayet Kütüb-i Sitte gibi dev hadis kolleksiyonları yine bu dönemde oluşturulmuştur. Bu dönemden sonra da ilmi çalışmaların devam ettiğinde şüphe yoktur. Ancak, sayın yazarın sözü evirip çevirip bir türlü söyleyemediği “yeni içtihatlar yapılması ve yeni müçtehitler yetişmesi” olayı gerçekleşmemiş ve eski içtihatların taklidine ve eskilerin yazdıklarının, şerhler ve haşiyeler biçiminde elekten geçirilerek takdimine yönelinmiş, gerektiğinde “maslahat” ve “örf” esas alınarak, yine bu iki unsur üzerine bina edilen hükümler gözden geçirilmiştir. Fıkıh sahasında bütün bunlar olurken hadis ve özellikle hadis kritiği alanında bu dönemlerde yapılan çalışmalar da kendisini hissettirir biçimde gelişmiştir. Burada her iki noktanın da tafsilatına girmeden bu kadarla yetiniyoruz. Ancak hemen ekleyelim ki bu sözlerimizden, yeni müçtehid yetişmemesini tasvip ettiğimiz gibi bir anlam çıkarılmamalıdır!

Öte yandan yazar, “İslam devletinin sona ermesi ve saltanatın başlaması ile fıkhi mezhepler ortaya çıkmış...” diyerek mezhep vakıasını da saltanatın eseri olarak göstermektedir. Halbuki, sahabenin kıyas ve rey’e başvurduğunu gösteren yığınla hadise bulunmaktadır. Allah (cc) hepsinden razı olsun onlar, hakkında nass bulunmayan konular karşısında takibedilecek yol bakımından üçe ayrılmışlardır. Bir kısmı böyle bir olay karşısında kıyas’a başvururken, bir kısmı maslahat’ı esas almış, bazıları da sadece Kur’an ve Sünnet sınırları içinde hareket etmişlerdir.”5 Sahabenin, olaylar karşısındaki bu farklı tutumları yanında, delâleti ve sübuti zannî olan nasslar da içtihat (ve dolayısıyla mezhep) vakıasını sadr-ı evvelden itibaren gündeme sokmuştur. Demek ki, zaman olarak saltanatın başlamasından sonra ortaya çıkan şey, bizatihi mezhepler değil, özellikle İmam Şafi’i (rh. a) ile sistemleştirilen ve geliştirilen Usul-i Fıkıh prensipleridir! Dolayısıyla bu iki olay arasında yazarın yaptığı gibi zorlama bir ilişki aramanın anlamı yoktur.

Yazar devam ediyor: “... Ancak bu fıkhi sebepler, farklı zamanlarda, değişik bölgelerde ve değişik şahıslar etrafında oluşturulduğu için, İslam dünyası iktisadi, sosyal, siyasi ve hukuki alanlarda bir birlik meydana getirememiş, dolayısıyla İslam’ın hayata uygulanması ile ilgili her alanda görüş ayrılıkları meydana gelmiştir..”

Oysa mazisi sahabe dönemine kadar uzanan fıkhi mezhepler arasındaki ihtilafın sadece cüz’i bir kısmını oluşturan zaman ve bölge farklılığının, yazarın ileri sürdüğü “resmi içtihad” mekanizmasının işlemesi halinde de devam etmeyeceğini kim garanti edebilir? Esasen mezhep imamları arasındaki üstad-öğrenci ilişkisinin varlığını koruduğu göz önünde bulundurulursa, özellikle dört mezhep imamının yaşadığı dönemde mezheplerin birbirinden habersiz ve kopuk olmadıkları anlaşılır. Kaldı ki fıkhi mezheplerin, Kevserî merhumun dediği gibi, meselelerin üçte ikisinde ittifak halinde olan bir aile mesabesinde olması bir yana6, ihtilaf ettikleri konularda da fıkhın gelişmesine ve tek düzelikten kurtulmasına vesile oldukları da inkâr edilemez! Evet, onlar arasındaki bu ihtilaf bir rahmettir! Yazar bu konuda da şunları söylüyor:

“... Bu ayrılıkları rahmet olarak niteleyenler varsa da temelde bunu rahmet olarak kabul etmemek gerekir. İslam dünyasının dağınıklığı ve bir türlü toparlanamaması nasıl rahmet olabilir? (..) Fıkhî ve itikadi mezheplerdeki farklılığı ve bunların doğurduğu dağınıklığı, kanaatimizce İslam devletinin yıkılışından sonra ortaya çıkmış bir vahim durum olarak nitelemek daha gerçekçi bir yaklaşım olsa gerekir..”

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, fıkhî mezheplerle itikadi mezhepler arasındaki ihtilaflar, kesinlikle birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Çünkü itikadi mezheplerde bilindiği gibi deliller kesindir. Hz. Peygamber (sav) ve ashabının (ra) yolu olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat prensiplerinden taviz vermeye kalkışmak hiç kimsenin yetkisi dahilinde değildir! Bunu böyle belirttikten sonra gelelim fıkhî mezheplerin durumuna. Bu mezhepleri birbirine yaklaştırmaya çalışmak, yine merhum Kevserî’nin dediği gibi mevcut olan bir şeyi elde etmeğe çalışmak olduğundan, beyhude bir çabadır. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi fıkhî meselelerin 2/3’sinde görüş birliği içinde olan bu mezhepler, zaten bir aile gibidir. Geri kalan 1/3’e gelince, bu alandaki ihtilaflar da şu noktalardan kaynaklanmaktadır:

a- Nassın sübut veya adem-i sübutundaki ihtilaf,

b- Nassın anlaşılmasındaki ihtilaf,

c- Tearuz halindeki nasslar karşısında takibedilen yollardaki ihtilaf ve

d- Usul kaidelerindeki ve bazı istinbat kaynaklarındaki ihtilaf.7 Ki “resmi içtihad” bile bu ihtilaf sebeplerini ortadan kaldıramaz.

Ümmetin alimlerinin ihtilaflarının rahmet oluşuna gelince, hadis konusundaki teşeddüdü ile bilinen el Aclunî’nin, hakkında verdiği -buraya alınamayacak kadar uzun- izahatın okunmasını salık veriyor8 ve İmam Mâlik’in, Kasım b. Muhammed’in Ömer b. Abdulaziz’in ve daha başkalarının, ihtilaflın bir rahmet ve genişlik olduğunu teyid eden ifadelerinin hatırlanmasını tavsiye ediyoruz. 9

Öte yandan mezhepleri, ortaya çıkmak için adeta saltanatın başlamasını kollayan birer karışıklık unsuru ve “bir vahim durum” olarak nitelemek, İslam fıkhına karşı işlenen bir cürümdür.

Sözlerimizi daha fazla uzatmamak için, yazarın değindiği bir-iki önemli noktayı daha ele alarak konuyu bağlamak istiyoruz.

6- Yazar şöyle diyor: “İslam devleti, diğer uygulamalarda olduğu gibi ibadetlerde de birliği muhafaza ediyordu. çünkü devlet, ibadet işlerine de bakıyordu. İbadetle ilgili hükümler yine şuradan geçiyordu. Fakat devletin sona ermesinden sonra ibadetlerdeki bu birlik de bozulmuş, farklı ekoller ve farklı şekiller ortaya çıkmıştır..”

Doçentimiz kusura bakmasın ama, bu sözler de gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Çünkü vereceğimiz örnekler ve sunacağımız deliller bize, onun söylediklerinin aksini ifade etmektedir:

a- Besmele’nin Kur’an’dan bir ayet olup olmadığı ve dolayısıyla farz olan kıraatten sayılıp sayılmadığı konusundaki sahabe ihtilafı: Hz Enes (ra)’den, Hz. Peygamber (sav) ‘in, namazda nasıl okuduğu sorulunca, “Çok uzun okurdu” diyerek besmeleyle başlamış ve Fatiha suresini okuduktan sonra, Resululah (sav)’ın okuduğunu ben de aynen size okudum” demiştir.10 Ancak yine Hz. Enes (ra), Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (ra)’ın arkalarında namaz kıldığını ve onların kıraatte yalnız “Elhamdü lillahi rabbi’l âlemîn” ile başladıklarını söylemiş, Müslim’in rivayetinde ise, “Onlar, kıraatin ne başında ne de sonunda besmeleyi okumazlardı” demiştir.11

b- Kazaya kalan Ramazan orucunun, Hz. Ali ve İbn-i Ömer (ra)’e göre, daha sonra aralıksız olarak tutulması farzken, bu konuda Ebu Ubeyde (ra)’den rivayet edilen hüküm ise, “Allah (cc) Ramazan orucunu kazaya bırakan özürlülerin, oruçlarını diğer bir vakitte kaza ederken zorlukla karşılaşmalarını istememiştir. Dileyen aralıklı, dileyen de aralıksız Ramazan orucunu kaza eder” şeklindedir.12

c- Kur’an’da, boşanan kadınların iddet sürelerinden bahsedilirken kullanılan “kur'” kelimesine, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn-i Mes’ud ve Ebu Musa (ra), “O hayz’dır.”derken, Hz. Aişe (r.anha), İbn-i Ömer ve Zeyd b. Sabit (ra), “O tuhr’dur” demişlerdir. Dolayısıyla böyle bir kadının, beklemesi gereken iddet süresi de her iki gruba göre değişik olmaktadır.13

d- Seferde namazın kısaltılarak kılınabilmesi için gidilmesi gereken asgari mesafe, Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer ve İbn-i Abbas (ra) göre bir gün iken, İbn-i Mes’ud (ra)’a göre 3 gündür.14

e- İmamın arkasında kıraat edilip edilmeyeceği konusunda da sahabe ihtilaf etmiştir. İmam Tahavi; Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Cabir b. Abdullah (ra)’ın namazda imama uyanın bir şey okumaması yönünde fetva verdiklerini rivayet etmiş,15 İbn-i Mes’ud (ra) da aynı şeye kail olmuştur.16 Ebu Hureyre de bu konuda şöyle demiştir: “Biz vaktiyle imamın arkasında okurduk. Sonra “Kur’an okunduğunda onu dinleyin ve susun” ayeti indi.”17 Hatta imamın arkasındaki cemaatin bir şey okumayacağı, sahabenin büyüklerinden 80 kişiden rivayet edilmiştir.18 Bununla birlikte Tirmizi bu konuda şöyle demiştir: “Sahabeden, Tabiîn’den ve onlardan sonrakilerden ilim ehli çoğunluğun görüşü imamın arkasında kıraatin okunacağı şeklindedir.”19

f- Rükûya varış ve rükûdan doğruluş tekbirlerinde ellerin kaldırılıp kaldırılmayacağı hususunda da sahabe arasında ihtilaf olmuştur. Buhari “Sahih”indeki rivayetinden başka, “Ref’ul Yedeyn fi’s Salât” adında bir kitap yazmış ve burada 17 sahabiden, ellerin kaldırılacağını rivayet etmiş, keza Tirmizî; İbn-i Ömer, Cabir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Enes, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr ve sahabeden daha başkalarının (ra) bu görüşte olduğunu söylemiştir.20 Bununla birlikte “el Bedâyi”de İbn-i Abbas (ra)’ın, cennetle müjdelenen 10 zatın, iftitah tekbiri dışında ellerini kaldırmadıklarını söylediği belirtilmiştir. Ayrıca İbn-i Mes’ud, Cabir b. Semure, Berâ b. Azib ve Ebu Saîd (ra) de aynı kavil üzeredirler.21

Sahabenin birbirlerine muhalefet ettikleri alan, yalnızca ibadetlerle de sınırlı değildir. Muamelat ve Ferâiz’de de ihtilaf ettikleri bir gerçektir. Ahkam kitapları bunların anlatımıyla dolu olduğu için örnekleri çoğaltarak sözü uzatmayı gereksiz görüyoruz. Zaten yukarıda da değindiğimiz gibi mezheplerin ihtilaf ettikleri bir çok husus, sahabenin o noktalarda ihtilaf etmiş olmasına dayanır! Dolayısıyla, aralarında istisna teşkil edenleri bile hariç tutmadan tüm sultanları baskıcı, despot ve fikir özgürlüğüne karşı ilan ederken sahabeyi de, her şeyi devlet tarafından düzenleyen, muhalif bir ses bulunmayan tekdüze bir tavrın uygulayıcısı olarak takdim etmek, bir çelişki olduğu kadar, fer’i konulardaki ihtilaflar açısından da gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir! Hilafetten saltanata geçişin getirdiği olumsuzlukları anlatmak için bu türlü zorlamalara baş vurmaya gerek yoktur. Ama yazarın asıl meselesi mezhepleri karalamaksa saltanatı bahane etmesinin bir anlamı yoktur! Hele mezhepleri, ümmetin dağınıklığının bir sebebi olarak göstermek, İslam fıkhına vurulan en büyük darbelerden biridir. Çünkü bu ihtilaflar sahabe zamanında bile mevcutken, hatta bizzat Hz. Peygamber (sav), içtihadı teşvik ederek ashabının fer’i konulardaki ihtilafını “rahmet” olarak nitelendirmişken22 ümmetin dağınıklığını bu ihtilaflara bağlamak, gerçekleri tersyüz etmekten başka bir anlam taşımaz!

7- “Fıkıh kitaplarında baskı ve zulüm karşısında müslümanın nasıl bir tutum içinde bulunması gerektiği ile ilgili bahislerin bulunmaması ..” diyerek fıkıh kitaplarına olan vukufiyetini (!) gözler önüne sermektedir yazar. Bu konuda yazara söyleyebileceğimiz tek şey, -örnek olarak hepsi de saltanat dönemlerinde kaleme alınan, İmam Kâsânî’nin “el-Bedâi’us-Senâi’” (7/175/vd.), el-Meydânî’nin “el-Lübab” (4/107 vd.), İmam Merginânî’nin “el-Hidâye” (3/277 vd.), İbn-i Humam’ın “Fethu’l Kadir” (7/299 vd.), Molla Hüsrev’in “Düreru’l Hükkâm” (2/269 vd.) adlı eserlerinde, verdiğimiz cilt ve sayfalarda yer alan “İkrah” bahislerine bir göz atmasıdır. Alimleri, sultanlardan korkarak İslam’ın hükümlerini gizlemekle yahut “..inanç kitaplarında, zalim de olsalar devlet adamlarına itaat etmek gerektiği, 24 saat hükümetsiz kalmaktansa zalim idarecilerin zulmüne karşı direnilmemesi gerektiği ile ilgili bilgilerin yer alması..” diyerek dalkavuklukla suçlayan yazar acaba İbn-i Abidin’in (ve aynı doğrultuda hakkı söylemekte gözünü budaktan sakınmayan yiğit fakihlerin) yaptıklarını yaparak, “Zamanımız sultanına adil diyen kafir olur” diyebilmiş midir? İnanç kitaplarında yer verilen ifadelere gelince, yazara, bunları söylemeden önce hiç olmazsa Buhari ve Müslim’e bir göz atma sorumluluğunu hissetmesi gerektiğini hatırlatırız.

--------------------------------------------------------------------------------

DİPNOTLAR

1 M. Yusuf Musa, “Fıkhî İslam Tarihi”, s.71 vd.

2 Şah Veliyullah Dehlevî, “el-İnsaf”, s.24-25.

3 Kevserî, “Makâlât”, s.133.

4 Abdulgânî en- Nâblusî, “el-Hadîkatü’n Nediyye”, 1/143.

5 İbn-i Kayyım, “İ’lâmu’l Muvakki’în”, 1/176 vd. ayrıca M. Ebu Zehra “Mezhepler Tarihi”, s.62.

6 Kevserî, a.g.e., s.151

7 M. Ebu’l Feth el-Beyanûnî, “Dirâsât fî İhtilâfâti’l Fıkhiyye”, s.13.

8 el-Aclunî, “Keşfu’l Hafâ”, 1/66 vd.

9 el Aclunî, a.g.e., aynı yer.

10 Sabunî, “Ahkam Tefsiri”, 1/33. Buhari’den naklen.

11 Sabunî, a.g.e., 1/34. Buhari ve Müslim’den naklen.

12 Fahruddin er-Râzî, “Mefâtîhu’l Gayb”, 5/85.

13 Kurtubî, “el-Câmi’ li Ahkmi’l Kur’an”, 3/113

14 Sabunî, a.g.e., 1/451. İmam el-Cessas, İbn-i Ömer’den de bu surenin üç gün olarak rivayet edildiğini belirtir. Bkz. “Ahkâmu’l Kur’an”, 3/235.

15 İmam Tahâvî, “Şerhu’l Asâr”, 1129.

16 İbn-i Mes’ud (ra)’ın bu konudaki fetvası ve diğer rivayetler ve asar için bkz. Zeylâ’i, “Nasbu’r Râye”, 2/10 vd.

17 İbn-i Abidin, “Reddu’l Muhtar”, 2/377.

18 A. Davutoğlu, “Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi”, 3/63.

19 el-Beyânunî, a.g.e., s.38.

20 “Tecrid Tercemesi”, 2/699

21 A. Davutoğlu, a.g.e., 1/147.

22 el Aclunî, a.g.e., 1/147.

GİRİŞİM - Ağustos 1989