Muhterem Ebubekir Sifil hoca, bugün ''Bazı cemaatler ve metotlar üzerine (1)'' başlıklı, okur sorularını cevapladığı makalesini şöyle noktalamış: ''Cemaatin, fakir doyurmak, kimsesize el uzatmak, gençlerin süfli hayat içinde kaybolup gitmesine mani olan çalışmalar yapmak gibi faydalı hizmetlerin altına imza attığı inkâr edilmemeli, ancak bu hizmetlerin, Dinlerarası diyalog gibi, ahkâm-ı İslamiye’nin tebdil-tağyir edilmesi gibi zararlı faaliyetlerin meşrulaştırılması sonucuna götürmemesi gerektiğine de dikkat çekilmelidir.''
Mükemmel bir tespit. Hatta bu tespit daha yukarıda şu nefis ölçü ile levahalandırılmış: ''Oysa maddi planda başarı ya da başarısızlık diye görülen şeyler, hiçbir zaman “meşruiyet”e gösterge olamaz, olmamıştır. Aslolan tamamen maddi araçlarla ölçülebilen “başarı” değil, maddi araçlarla değil, rıza-i İlahi’ye uygunluk ile ölçülen “muvaffakiyet”tir. Bunların arasındaki en büyük fark, “muvaffakiyet”in, Allah Teala’nın rızasına uygun, hayır ve taat anlamına gelen işleri/amelleri yapabilmeyi ifade ederken, diğerinde bu anlamların söz konusu olmamasıdır. (1) Arapça’da şerli/gayrı meşru bir iş yapıp sonuç alan kimse hakkında “muvaffakiyet/tevfik” kelimesi kullanılmaz.''
Güçlünün, süperin haklı sayıldığı, en azından taraftar bulduğu bir dünyada, bu cesur makalesinden dolayı hocamıza duayı bir borç biliriz.
Ölçü kaçınca başarı ile muvaffakiyet arasındaki o derin uçurum da anlaşılamıyor. Söz gelimi ABD Başkanı Bush, dünya derin devletine/siyonizme hizmet açısından (İran'ı vurup da gitseydi) tam ''başarılı'' sayılacaktı. Yada İslam ülkelerinde İslam'ı yürürlükten kaldırıp; kafir kanunlarını hakim kılmış birisi, ''birileri'' ve ''kendi idealleri'' açısından başarılıdır ama tağutlara karşı mertçe bir duruş sergilemeyen Bel'am kılıklı Proflar, ilahiyatçılar, hocalar ''muvaffakiyet'' elde edememişlerdir.Onların elde ettiği yalnızca dünyevi ''başarıdır'' kendi rahat yaşamları adına!Örneklere İslam tarihinden eklemeler yapmak mümkün.
Bu açıdan Muhterem Ebubekir hoca ''başarı'' ile ''muvaffakiyet'' kavramlarını konuya cevap verirken çok güzel bir şekilde ayrıştırmış. Y.Kerimoğlu'nun ''Kelimeler Kavramlar'' adlı eserlerini hatırlatan ve kavram kargaşasının beyinleri mefluç hale getirdiği günümüzde, bir cemaate karşı dik durabilmek ve hakikati haykırmak azim bir iman ve ilmi emanet duygusu yanında; karşı taraftan gelecek tepkileri göğüsleyebilecek sabrı da gerektirmektedir.
Yazının başında naklettiğim, cemaatın ''faydalı hizmetleri'' dinlerarası diyalog ve İslami esaslara aykırılığına asla perde olmamalıdır. O zaman birileri de vatan kurtarır ve kurtardıklarının yapamadıklarını kendisi bizzat yapar.Sapla samanı birbirinden ayıramazsak, M.İslamoğlu'nu tefsir alimi yaparız, ehl-i sünnete uymayan söylemlerini ıskalayarak kendi durduğumuz yeri kaybederiz de haberimiz olmaz. Keza H.Karaman'dan F.Gülen'e; S.Ateş'den, Y.Nuri'ye yada A.Hulusi'ye..sayamayacağımız pekçok ismin itikadımızı iğva ettiğini göremeyiz.
Artık dini onların gözlüğünden gören ve ismi konmamış mezheplerinin imamlarının zırvalarından hayatı yaşayanlara, hakikati anlatmaksa neredeyse imkansız hale gelir.''Kıyamet günü bütün insanları önderleriyle (imamlarıyla) çağıracağız. O gün, kimin amel defteri sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa uğratılmayacaklar.''(İsra : 71)
''Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir, o halde kiminle arkadaşlık edeceğinize çok dikkat edin'' (Hakim) Efendimiz sallahu aleyhi vesellem Hazretlerinin buyruğuna ne kadar dikkat edilse azdır. Arkadaş, sevilen ve gönül alış-verişi yapılan; sözüne değer verilen biridir. Bu arkadaş, internette bir site; gazetede bir köşe yazarı, televizyonda bir programcı yada bir kitap olabilir!
Ölüçümüz, ehl-i sünnete uygunluk, nakle bağlılık; edille-i şer'iyye tabir edilen 4 kaynağa sadakat, sahabe ve sadatlara hürmet esası ile fıkıh ilminden (dualarla) nasiplenmek olduğu sürece, inşallah salimen imanla ruh teslimi nasip olacaktır.