19 Ekim 2012 Cuma

Bazı kardeşlerimiz aklını başına alana kadar yazacağım


Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Şia, İslam Ümmeti'nin "azınlık" bir kesimini teşkil ediyor. Dinden çıktığı sadece Ehl-i Sünnet tarafından değil, diğer Şiiler tarafından da itiraf edilen Batınî fırkaları da hesaptan düşersek Şia'nın gerçek ağırlığının, bugünün dünyasında sahip olduğu özgül ağırlıktan çok daha az olduğu görülecektir.

Öte yandan özellikle gençler arasında etkisini gittikçe artırdığı gözlenen Vehhabi propagandası da denklemin diğer kısmını oluşturuyor. Bu fırkanın da -Kerrâmiyye gibi fırkaların devamı olduğunu dikkate alarak söylersek- özgül ağırlığıyla gerçek ağırlığı arasında dağlar kadar fark var.

Dikkat edilirse bu iki fırka (Şia ve Vehhabiyye) garip bir biçimde birbirinden beslenen, birbirine hayat veren iki oluşum olarak varlıklarını sürdürüyor. Şia, Amerikan ve Batı emperyalizmi söylemi ile Müslüman gençleri en azından duygusal olarak kendi safına çekerken, Vehhabiler, Şia'nın Ehl-i Sünnet karşıtı karakterini ön plana çıkararak kendi saflarını tahkim etmeye çalışıyor. Dolayısıyla ister onlar başarılı olsun ister bunlar, bu oyunun "kazanan" tarafını yine kendileri oluşturuyor.

Peki bu oyunun "kaybeden" tarafı var mı?

Ne yazık ki var: Ehl-i Sünnet. Yani bu ümmetin ana gövdesi, temel dinamiği, aslı, kökü...

Sanki Ehl-i Sünnet çizgi bu ümmetin temel karakterini oluşturmamış gibi,  sanki bu ümmet, Ehl-i Sünnet'in 1400 yıl boyunca sahabe ve selef ekseninde kurduğu dünyayı hiç tanımamış gibi...

Ne garip bir tecellidir bu! Bu topraklarda yaşayan insanlar, bizler, Osmanlı gibi bir mirasa emanetçi kılınmamışız gibi davranıyoruz. Osmanlı'nın bu ümmete bıraktığı ilim, itikad, medeniyet... mirası, yeni nesiller tarafından hakkı verilmiş bir miras mıdır? Bu mirasın neresine ne kadar vakıf olduk da onun "işe yaramaz" olduğunu ilan edercesine farklı mecralara sapıyoruz?

Hadise, bu ümmetin köklerinden kopartılması, aidiyetlerine yabancılaştırılması meselesidir. Defalarca yazdım, bir kere daha yazayım: Her iki fırkanın da arkasında devlet desteği var. Her iki fırka da kendi propagandalarını yapan ekipleri yetiştiren, bu iş için kurulmuş özel müesseselere sahip. Devasa bütçelerle ve son derece bilinçli, planlı, programlı hareket ediyorlar. Basılı, sesli, görüntülü medyasıyla, internetiyle ve diğer vasıtalarıyla dört koldan çalışıyorlar.

Sadece Ehl-i Sünnet bu anlamda derin bir mahrumiyet yaşıyor. Osmanlı'nın ilmî/itikadî çizgisine ve mirasına sahip çıkan, onu ihya ve idame ettirmek gibi özel bir amaçla icra-yı faaliyet eden bir müessese biliyor musunuz?

Bu topraklarda yaşayan insanların, bizlerin, bu mirasa karşı hiç mi borcumuz yok? Amede mahkûm ettiğimiz ya da edilmesine göz yumduğumuz bu miras bize bir emanettir. Bu ümmetin gerçek varlık zemini bu mirasta gizlidir ve bizdeki bu aymazlık devam edecek olursa, bir süre sonra İslam Dünyası baştanbaşa bizim varlığımıza kast eden "Müslüman"ların işgali altına girecek. Bu ümmet, Ehl-i Sünnet Kelamı deyince, Osmanlı deyince yüzünü buruşturan gençlerin sayısındaki hızlı artışı fark edip üzerine düşeni yapmaya başlayana kadar bu meseleyi yazmaya devam edeceğim...


Dr. Ebubekir Sifil


2 Ekim 2012 Salı

Dr.Ebubekir Sifil Hoca ile yapılmış önemli bir söyleşi.


“Ehl-i Sünnet istismar ediliyor”
“Ehl-i Sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü…”

Hayatını İslam’a göre şekillendirmek isteyen dindar bir Müslüman’ın yeni anayasadan beklentileri nelerdir?

Önümüzdeki 20-30 yıl için Türkiye’nin yönünü önemli oranda belirleyecek olan yeni anayasa çalışmaları devam ediyor. Bu denli önemli bir konuda hemen her kesim sesini yükselterek taleplerini dile getirirken bir kesim adeta görmezden geliniyor. Acaba hayatını İslam’a göre şekillendirmek isteyen dindar bir Müslüman’ın yeni anayasadan beklentileri nelerdir?

Dindarların talepleri, liberal ve demokrat aydınların şekillendirdikleri bir dünyanın parantezindeki unsurlardan biri olarak kalmaya mahkûm değildir. Kendine has ihtiyaç ve beklentilerini, kendi yöntemleri ile ifade edebilecek olgunluktadır. Belki geçmişin baskıcı dönemlerinin getirdiği ürkeklik, belki de “nasıl olsa hükümet bizim yerimize düşünür”kolaycılığı ama bu alanda dindarların sessizliği gözden kaçacak gibi değil. Merkez medya ya görmezden geliyor ya da tek tük talepleri iç sayfalardan veriyor. Yeni anayasa konusunda sesi belki de en fazla çıkması gereken kesim olan dindarların, hem bu sessizliğinin sebeplerini, hem de taleplerinin neler olabileceğini bu alandaki en yetkin isimlerden biri olan Ebubekir Sifil ile konuştuk.

Röportaj: A.Köktürk-G:Sönmez

Yeni anayasa çalışmaları başladı, devam ediyor, fikirler alınıyor. Yeni Anayasa için sizden de fikir alınsa kırmızı çizgileriniz neler olurdu?

En genel şekli ile şöyle cevap verirdim; Bu milletin aslı, özü, tarihi, inancı, kimliği ile karakter vasıfları ile örtüşen bir anayasa talep ederdim.

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönemde hassas merkezler var, sinir uçları var, buralardan “nasıl bir tepki alırız” diye bütün işler böyle yürüyor. Sadece yasama işleri değil gündelik hayat bile böyle yürüyor. “Aman bir yerlerden bir tepki almayalım” diye milletin üzerinde bir sindirilmişlik hali var. Cumhuriyetin başından beri böyle oldu.

Cumhuriyeti “çoğunluğun iradesi” anlamında bir idare şekli olarak millete uygulayanlar, milletin Kur’an okumasını yasakladılar, Kur’an’ı yasakladılar, Kur’an kurslarını kapattılar. Çok büyük bir baskı ve sindirme politikası uyguladılar. Bu politikalar milletin adeta genlerine işledi. Her hangi bir konuda bir adım atılacağı zaman “acaba bir yerlerden tepki alır mıyım” düşüncesi var. Bu ülkenin görünmez yerlerinde, bu ülkeyi görünmez eller idare ediyor adeta. “O eller ne yapar, ne düşünür” diye herkes aklının bir ucunda hesap yapıyor. Öyle bir anayasa yapardım ki, artık böyle bir hesap yapılmasın. “Görünür görünmez ellerin sizin mahrem alanlarınıza uzanabilecek kudreti, marifeti, yetkisi, yeteneği yoktur”  gibi bir garanti verirdim. Ne kadar mümkün bu? Cevap insanla ilgili. İnsan kendi korkularını ne kadar aşabiliyorsa bu, yasa yapma zeminine o kadar yansıyor. Biz ne kadar ürkek davranırsak o gayrimeşru faaliyetler de o oranda işin önünü açabilecek iradeyi buluyor.

ŞERİAT BİZİM ÜLKEMİZDE “CISS” BİR KELİME

Bu milletin dini inançları ile ilgili olarak, söz gelimi, en az İngilizler kadar özgürlükçü, en az İngilizlerin uygulaması kadar kendinden emin bir anayasa yapardım. 2000’li yılların sonunda İngilizler, Müslümanların kendi aralarındaki işleri kendi şeriat mahkemelerinde çözebilmelerine imkân sağladı. Bunu ne niyetle yaptığı konusunda farklı değerlendirmeler yapılabilir. Burada asıl üzerinde durulması gereken, ortaya çıkan “netice”dir. Bu uygulamalar o kadar başarılı oldu ki,  Gayri Müslimler bile kendi aralarındaki ticari bir takım anlaşmazlıkları o mahkemelere götürmeyi tercih ediyorlar artık. Çok hızlı sonuç alınıyor, çok adil yargılama yapılıyor çünkü. Gayri Müslimler bile buna ilgili göstermeye başladılar. Biz İngilizlerin yaptığını bile yapamıyoruz. Burası Müslüman bir ülke, Müslümanların kendi aralarındaki hukuku kendi inançları doğrultusunda görebileceği gerçeğini dillendirmekten korkuyoruz.

Bu ülkede “şeriat” diye bir kelime var,  bu ülkede bu kelimeyi ağzınıza aldığınızda bile diliniz yanar, “cısss” bir kelime. Çok sıkı-fıkı ilişkilerde olduğumuz İsrail’in de bir şeriatı var, şeriat devleti var. Kimse şeriat deyince Yahudilerin uyguladıklarını anlamıyor. Hep “kötü örnek” olarak ya İran ya Suudi Arabistan aklımıza geliyor.

“ÇAĞDAŞLIK” AYET GİBİ BELLETİLDİ

Devlet, milletin ortak iradesinin yansımasından oluşan bir mekanizmaysa, o devletin o milletin inançları, kültürü, beklentileri doğrultusunda bir yapı arz etmesi tabiîdir.  Müslüman bir millete Gayri Müslimlerin, İsviçre’nin medeni hukukunu ne diye dayatıyoruz? Hangi müslüman zina fiilinin suç olmaktan çıkarılmasına razı olur? Gerçekten bu milletin değerleriyle örtüşen bir durum mudur bu? Adına “çağdaşlık” denen ve “ayet gibi, vahiy gibi” belletilen bir şey var;“bunun kıstası da Batı’dır” diye öğretiliyor. İsviçre’nin medeni hukukunu, İtalya’nın ticaret hukukunu, bilmem nerden ne hukukunu almak zorundasın. Hayır, böyle bir zorunluluk olmamalıdır. Kendi medeni hukukumu, kendi ticaret hukukumu, kendi anayasamı bu toprakların beklentilerine, taleplerine, gerçeklerine göre yapmak zorundayım. Aksi halde meşruiyet tartışmalarının önünü alamazsınız. Bu milletin üzerinde, bu millete uygulamak için yasa yapan mekanizmalar, bu yasayı bu milletin hususiyetlerine değil de İsviçre’de yaşayan insanların hususiyetlerine göre yaparsa, meşruiyet problemini nasıl aşar?

“Konjonktürel olan-ideal olan” ayrımı konusunda ne diyebilirsiniz, sizce böyle bir ayrım var mı?

Böyle bir ayrım her zaman vardır. Başka hukuk sistemlerinde de vardır, İslam’da da vardır. Fıkıh, özellikle hukuk hakkında konuşulursa –Fıkha İslam hukuku denmesini doğru bulmuyorum çünkü ikisi iki ayrı şey–, insanın dünyasını ve ahretini tanzim eden, tahkim, tahsin eden bir sistem.  Fıkhı bir Müslüman, hayatına uyguladığı zaman hem dünyasını mamur ediyor, hem ahiretini garantiye alıyor. Böyle baktığınızda fıkıh sistemi içinde, Kur’an’da, Sünnet’te veya diğer delillerde (icma, kıyas ve tali deliler) bunların tamamı içinde ilkeler var, ilke değerinde hükümler var ve pratik hayatı düzenlemeye dönük hükümler var. Bunlar değişmez. Biz bunları 1400 yıllık müktesebatımız içinde “kaideleştirmişiz”.

İlkeler değişmez ama aktüele bakan kısımda değişebilir mi?

Pratikte bu ilkeleri gerçekleştirecek değişikliler yapılabilir; o ilkelerin maksadını bozmadan, değişik uygulamalara gidilebilir. Böyle bir cümle kurulduğunda, genelde cümleyi kuranın maksadına göre farklı sonuçlar ortaya çıkar:

‘ADAM ÖLDÜRENİ ÖLDÜRÜN’Ü DEĞİŞTİREMEYİZ

Muhafaza edilmesi gereken ilkeler nelerdir?

İslam 5 temel amacı garanti eder. Akıl Emniyeti-Nesil Emniyeti-Din Emniyeti-Can Emniyeti-Mal Emniyeti….

Diğer uygulamalar bunların yansınmalarıdır, pratiğe aktarılmış şekilleridir. Bir takım ayetlerde, bir takım hadislerde, uygulamalarda hep bu 5 ana maksat gözetilir. “Maksad”ı öne çıkarıp da “bu maksatları gözetmek için filan devirde falan hüküm uygulandı, şartlar değişti bu devirde başka bir hüküm uygulanır” demek mümkün değildir. Anayasanın başlangıç maddeleri gibi değiştirilmeyecek hükümler vardır. Bunlar insanın iradesi dahilinde olan şeyler değil. Nasıl bu 5 temeli değiştiremiyoruz, aynı şekilde bizi bu 5 temele götürecek vesile hükümleri de değiştiremiyoruz.

Mesela; Kur’an-ı Kerim’de emir buyurulan zekât ibadeti malın 40’ta birinden verilmek suretiyle yerine getirilir. Baktığınızda sanki zekât sosyal hayatta dengeyi korumak, muhafaza etmek için ibraz edilmiş gibi durur. Tam böyle değildir ama böyle bir misyonu da vardır. Şimdi bugün kalkıp da, “Geçmişte 40’ta bir nisabı iş görüyordu artık görmüyor” diyerek 40′ta 1 olan nisabı değiştirebilir misiniz? Değiştiremezsiniz, bu nisabı koyan Allah’ın ilmi, mutlak… O bu günü de biliyor, geçmişi de biliyor, geleceği de biliyor. Onun için bu zaman o zaman, konjonktürellik diye bir şey yoktur. Mutlak ilme dayalı olarak vaz edilmiş olan hüküm 40’ta bir ise 40’ta birdir, değişmez.

Kur’an’da hırsızlığın ya da haksız yere adam öldürmenin vb. müeyyideleri var. Bunlar ilke değerinde bir hükümdür değiştirilemez.

Üstelik “kısasta sizin için hayat vardır” diye bizi uyarıyor Kur’an-ı Kerim. Biz bunun yerine“artık bu geçmişte kaldı, çağdaş hukuk haksız yere adam öldürenin öldürülmesini değil başka bir ceza ön görür” diyerek bu cezayı değiştiremeyiz, değiştirmemeliyiz. Bu cezayı koyan her hangi bir konjonktürel duruma göre koymadı ve bizi de uyardı ki; “kısasta sizin için hayat vardır, uygulanırsanız keyfi öldürmelerin, fitnenin önüne alırsınız.”

Şu an önümüzdeki en az 30 yılı ipotek altına alacak bir anayasa çalışması var. Yönteme bakılırsa hükümet diyor ki gelin farklı kesimler bir araya gelip hazırlayalım. Ne kadar bizden olacağı tartışılır ama diğerleri katılsın gayreti var. Bu, anayasa çalışmalarına katılanlar açısından itikadı bir sorun da doğurmaz mı?

Bana anayasa konusundaki fikrimi sordunuz, ben de nasıl bir anayasa istediğimi söyledim. Her isteyen, her istediği hukuk sistemine kendi içinde tabi olsun. Çok hukukluluk sistemi… İngiltere örneğini onun için verdim. Anayasa olsun ve bu çok hukukluluğu garantiye alsın. Bundan korkmamıza gerek yok.

 LAİKLİK, BİR MÜSLÜMAN İÇİN ASLOLAN MIDIR?

“Laiklik orta noktada ve tüm inanışları koruyacak eşit uzaklıkta olacak” söylemi var? Korkulan şey ne?

Hukuk ve anayasa sürecinde “en ideal sistem laiklik olarak görülüyor. Herkesin anayasa-yasa karşısında eşit statüde bulunduğu ve aynı hükümlere tabi olduğu, devletin tüm inanç sistemlerine hatta inançsızlığa eşit mesafede bulunduğu bir sistem daha makul daha mükemmel” gibi gözüküyor.  Ben böyle bakmak zorunda olmadığımızı düşünüyorum.

Bir Müslüman için aslolan, bu dünyayı Allah rızası doğrultusunda yaşamaktır. Nasıl yapacağız? Bunun yolunu kendimiz arayıp bulmak gibi bir sıkıntıya düçâr edilmiş değiliz. Bu yolu da yine bizim temel referanslarımız gösteriyor. Bir bütün olarak fıkıh dediğimiz yapıyı, sistemi bireysel ve toplumsal hayata aktardığımız zaman biz Allah rızası doğrultusunda bir hayatı garanti etmiş oluyoruz.

Diğer hukuk sistemleri ile diğer inanç mensupları ile kesiştiği noktalar olmayacak mı? Elbette olacak… Bu durumda yapılması gereken şey bundan dönmek, iptal etmek değil. Hangi olay söz konusu ise o olay üzerinde çözüm bulmaktır.

Geçmişte Osmanlı sisteminde, bu ülkede yaşayan her hangi bir azınlık mensubunun hakkı, hukuku gasp edilmiş midir, böyle bir şey var mıdır? Dinini, kültürünü yaşamada, hayatı inancına uygun bir şekilde tanzim etme noktasında herhangi bir gayrimüslim’in hakkı gasp edilmiş midir? Bizim tarihimiz, belgelerimiz, arşivimiz ortada, geçmişimiz ortada, yaşanan hayat ortadadır. Hemen şurada, Üsküdar Kavacık’ta cami ile kilise yan yana bir arada, aralarında sadece bir duvar var. Biz sadece kendi hukukumuzu dünyevi ve uhrevi beklentilerimizi amaçlarımızı değil aynı zamanda bizimle bir arada yaşayan insanların inançlarını, hassasiyetlerini de muhafaza etmişiz.

Öbür türlü, Endülüs’e gidin, ayakta kalmış bir tane cami bulmanız çok zor. Bir müzelik el-Hamra vardır, onun dışında çok zor. Her şeyi ile bitirilmiş 8 asırlık bir medeniyet var orada. Ama Osmanlı’nın hakimiyet sahasındaki coğrafyada nereye giderseniz gidin, bütün azınlıklar kendi dilleri, kültürleri, inançları, ibadethaneleri ile ayaktadır. Varlığını muhafaza etmesi sağlanmıştır ve bu sayede bugüne kadar gelmiştir. Dolayısıyla herhangi bir hukuk sisteminin diğerlerini baskılamasından değil, ideal-tabii hukuk sistemi uygulandığında ortaya çıkacak mükemmel manzaradan bahsediyoruz. Ne var ki, ülke olarak geldiğimiz noktada biz bundan korkuyoruz, çünkü genlerimize böyle bir şey yerleştirildi. Bizi İstiklal mücadelesi vermek zorunda bırakan Batı, bize böyle bir şey işaret etti. “Size çağdaş hukuk lazım, bunun için bizim seviyemize gelin, bunun yolu da budur” diye yol gösterdiler, biz de gidiyoruz. Bu olup biteni sorgulamak gibi bir iradeyi de gösterebilmemiz lazım.

Sizce de bir aşırı pısırıklık yok mu? En basitinden Aleviler, cemevleri ibadethane olsun istiyor. Onlar bunu isterse tarikatlerin de “biz de tarikatlerin Diyanet’te temsilini isteriz demesi gerekmez mi?

Gerekir tabii. Az önce de ifade ettik. Türkiye’de dini hassasiyet sahibi kişi ve kesimler çok uzun yıllar baskı altında tutuldular. Sadece pratikleri değil, duyguları bile örselendi, zedelendi, yıprandı, ihmale uğradı ve kısmen dönüştü. Ama geldiğimiz noktada artık bu toprağı vatan yapan değerlerin öne çıkması, bu değerlerin hayata hakim olması, görünür olması talebini yüksek sesle dillendirmek lazım.

Çanakkale’de 250 bin insan şehit oldu. Mümkün olsa da o kabirleri açsanız, o insanları kaldırsanız, sorsanız; “Siz bu ülkede nasıl bir hukuk istersiniz, ne uğruna öldünüz?”diye. Size benim söylediğimi söyleyecektir. Farklı bir şey söylemeyecektir.

Gidin Sarıkamış’ta donan 90 bin askere, gence sorun; “Nasıl bir Türkiye nasıl bir memleket, vatan isterdiniz?” diye, yine bunu söyleyeceklerdir.

Bu bir anlamda ısmarlama, giydirilmiş, manipülatif düşünme, davranma biçimini, korkuları bir kenara bırakıp işin aslını yüksek sesle, cesaretle dile getirmek lazım. Bu bir iradedir, bir düşünce açıklama meselesidir ve bu yüzden kimsenin başına bir şey gelmemelidir, bunu yapmaktan da kimseye bir zarar gelmemelidir.

MÜSLÜMANLAR “ŞERİAT”A HAZIR DEĞİLLER

Muhafazakâr kesimler bile “şeriat” dediğinizde korkuyor. İnsanlar şeriat sistemine hazır mı?

İnsanlar öyle bir kıvama getiriliyor ki, kendi değerlerine yabancılaştırılıyor. Türkiye’de artık %99 Müslüman olduğunu söylediğimiz bu memlekette “şeriat ister misiniz?” diye sorsak, Müslümanların büyük bir çoğunluğu buna karşı çıkar. Çünkü içi doldurulmamış, hesabı verilmemiş kalıp yargılar üzerinden pratik algı kodları yerleştirildi bizim beynimize. “Şeriat” denilince herkes bir şey anlar hale geldi, bunu büyük ölçüde medya yaptı. Manipülatif efektler eşliğinde, gırtlağına kadar toprağa gömülmüş taşlanarak öldürülen kadınlar gösterildi. İnsanlar şeriat deyince bunu anlıyor. Oysa sorsanız, “bütün tarih boyunca, bütün insanlık boyunca İslam tarihi boyunca kaç kişi recm edilmiştir, kaç kişinin eli-kolu kesilmiştir?” diye alacağınız cevap çok komik rakamlardır.

Biz çağdaşlık uğruna idealleştirdiğimiz dünyanın insana bakışı ile bizim insana bakışımızı gerçek anlamda kıyaslayabilecek bir zihni dinginlikte, durulukta ve dirayette olabilsek arada kıyas kabul etmez uçurumlar olduğunu görebileceğiz. Yani, “Batılı için insan ne ifade ediyor?”, “Müslüman için insan ne ifade ediyor?”, bunu o tarihi tecrübeleri yan yana koyarak çok rahat görebiliriz. İki dünya savaşında ölen insanların sayısı 100 milyon. Sadece 2. Dünya savaşında 60 milyondan fazla insan ölmüş. Çağdaş, uygar dediğimiz insanların tarihlerine ve bugünlerine bakıyorsunuz… Bir TV kanalında Afganistan’da esir alınan Taliban askerlerine yapılan muameleleri gösterdiler. İnanın izleyemiyorsunuz. Kimi yerleri karartmışlar, buna rağmen izleyemiyorsunuz. O insanlara reva görülen muamele, o işkence… Kitlesel kıyımlar var. Irakta da başka yerlerde de gördük bu manzaraları.

Bu “çağdaş normlar” dedikleri şey, çağdaş olduklarını söylediğimiz toplumların kendileri için tasarlanmış şeylerdir. Onlar insanları iki gruba ayırmıştır. Birinci grup insan, büyük “İ” ile yazılıyor. O insan ABD’de örneğini gördüğümüz, WASP tarzı –White(beyaz), Anglo-Sakson, Protestan- o illuminati örgütünün ve ona bağlı olan yapıların öne çıkardığı, merkeze koyduğu insan bu. Dünyanın geri kalanı da “insanımsı”. Yani insanla hayvan arası, daha henüz gelişiyor, gelişmesi sürüyor. Fukuyama bir makale yazdı, “Tarihin sonu”, “tarihin sonu geldi, bitti” dedi. Bununla, “Biz gelişmede kalkınmada ilerlemede öyle bir noktaya geldik ki bundan ötesi yok. Biz evrimimizi tamamladık ve bizim için tarih bitti. Dünyanın geri kalanı, yani “insanımsılar” da bizim geldiğimiz noktaya gelmek zorundadır.” dedi. Biz evrim deyince sadece Darvin’e yükleniyoruz. Bu anlayışın sosyolojik, kültürel versiyonu da var. Batılı, dünyanın geri kalanını insanımsı görüyor.

Bu benim çok zoruma gidiyor. Batıya gittiğinizde birbirine saygı duyan insanlardan oluşmuş bir toplum görüyorsunuz. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, hakkını hukukunu çiğnemiyor. Ama buraya geldiğinde o adamlar hayvanlaşıyor. O kadar rahat hareket ediyorlar ki. Ben İstanbul’a taşınmadan önce otelde kaldırdım geldikçe, grup grup gelirlerdi tahammül edemez otele gitmezdim. Hayvanlar gibi davranıyorlar. Kendi memleketlerinde değil de burada neden yapıyorlar bunu? Burada “insanımsılar” arasında, bir kademe üstte yaşıyorlar, burada saygı gösterip rahatsız etmemesi gereken varlıklar yok. Burada küçük “i”li insanlar var, “insanımsı yaratıklar” var, onlar çok önemli değil. Onun için öyle davranıyor. Genetik, refleksif bir şey bu. Batı’nın mevcut dünya, insan, varlık anlayışı bu. Böyle iken bizim onların kendileri için, birbirlerini yeme sürecini sonlandırmak için, otuz yıl savaşlarında, yüzyıl savaşlarında ve nihayet iki dünya savaşında ortaya çıkan yıkımları, katliamları, kitlesel imhayı, tekrarlamamak için buldukları ve kendi pratiklerine dönük olarak tasarlanmış şeyleri ideal sistemler diye alıp kendi bünyemize taşımak zorunda değiliz. Benim kendi hakikatim kendi gerçekliğim var, kendi tarihim, müktesebatım var, kendi kavramların düşünce sistemlerim var. Buradan hareket etmeliyim.

Türkiye eskiye nazaran, görünürde daha etkin durumda. Bu noktada bir çıkış yapamaz mı?

Yapar da samimi bir şekilde önce kendi özümüze dönmesi lazım. Başbakan’ın Mısır’a gidip oradaki halka laiklik telkin etmesi, inandırıcılığını tartışılır hale getiriyor.  Bu topraklarda yaşayan insanların tarihlerinde ve din/hayat algılarında laiklik diye bir şey yok. “Biz yapıyoruz güzel oluyor, siz de yapın” düşüncesine çok fazla anlam veremiyorum. Oradaki insanlar için de karşılığı yok.

Aslına bakarsanız laikliğin bizde de bir karşılığı yok. Milletin kendini dışa vurabileceği bir zemine kavuştuğunda gideceği yer kendi benliğidir, geldiği yerdir, tarihidir, kültürdür, kimliğidir. Bu millet batılı olmayacak. Hiçbir zaman olmayacak. Siz ne yaparsanız yapın, Anadolu insanın kapısını çalıp bir lokma ekmek istediğinizde sizi tanrı misafiri kabul edip başköşeye oturtacak. Ve teknesinde ne var ne yok önünüze koyacak. Bu millet bu anlamda modernleşmez, çünkü genetik bir uyumsuzluk var… Modernleşmek demek;  bireyselleşmek, bencilleşmek demek.

Batı aile kurumu olarak, ahlaki olarak çökmüş durumda, adi uçlar artmış durumda… Bundan sonra Batı nereye gider?

Batı nereye gider? Bunun sonu toplumsal bir çözülmedir, kaostur yani. İnsanların değerlerini kaybettiği, bireyselliğin alabildiğine öne çıktığı bir sürecin ucu başka nereye çıkar? Kendi iç çatışmalarını bitirmek için, tüketim manyağı haline getirdikleri toplumlarına yeni tatmin imkânları sunmak için bu süreçte İslam dünyasına yeni saldırılar –tabii ki bahanelerini de üreterek!– beklenebilir. Bunu dikkatte tutmakta fayda var.

TÜRKİYE’Yİ NELER BEKLİYOR

Türkiye gibi ülkelerde ne olur? Geldiğimiz nokta geride bıraktığımız süreç ve önümüzde bizi bekleyen süreçte ne var?

Biz şehirleştikçe, şehirlileştikçe, bu kent kültürü denen şey bizi birbirimize yabancılaştırıyor, birbirimizden uzaklaştırıyor. Mahkemelerimizdeki davaların sayısı artıyor. Şu anda biz Avrupa’nın en büyük mahkemelerini yapmakla övünüyoruz.

 “Bizim geçmişimizde ne vardı?” diye baktığımızda fazla değil 100 sene öncesine baktığımızda her şey çok farklı idi. 1910 Balkan Savaşı öncesi Ahmet Cevdet Paşa üst düzey devlet görevlisi olarak Balkanlara gidiyor. Balkanları kaybetmeyelim diye. Bosna’ya gidiyor. Gezileri sırasında Bosna’ya Osmanlı’nın açtığı Ticaret Mahkemesi’nin 3 çalışanı geliyorlar “bir talebimiz var” diye. Diyorlar ki; “Biz burada Devlet-i Aliye’nin Ticaret Mahkemesi’nde görevliyiz, biz bu görevden alınmak istiyoruz.” Soruyor, “Şikayetiniz mi var?” Diyorlar ki “Bizim aldığımız para haram” , “Nasıl yani?” “3 yıl önce bu mahkeme açıldı biz 3 yıldır sabahtan akşama oturuyoruz gelen yok giden yok, davalı davacı yok. Bizi görevden alın, mahkemeyi kapatın.” Ahmet Cevdet Paşa Bosna esnafını geziyor “işin aslı nedir” diye. Bir toptancı dükkânına gidiyor, kendini tanıtıp soruyor, “siz nasıl alış veriş yaparsınız?” diye. Cevap: “Bize perakendeci esnaf gelir, ne almak isterse alır, biz onu pusula ile kaydederiz. Bir nüshası onda olur, bir nüshası bizde. Adam gider sattığını satar, sonra paramızı verir. Bazen bizim paraya ihtiyacımız olur, tahsildar çıkarılır, kimlerden alacağımız olduğu bellidir, gider ondan paramızı tahsil eder gelir.” Cevdet Paşa, “Senet sepet yapmaz mısınız?” diye soruyor, “yok” cevabını alıyor. “Aldığını inkâr ederse ne yaparsınız?” diye sorunca şaşırıyor esnaf, “olur mu beyim, insan aldığını nasıl inkar eder?” diyor. Paşa, “Ya ölürse alacağınızı nasıl alırsınız?” diye soruyor. Diyorlar ki, “Bizim verdiğimiz pusula onun terekesinden çıkar, varisleri bize onu öder.”

100 sene öncesinde yaşanan bir şey. Bu toplum böyle idi. Aradan üç kuşak geçti. Şimdi Avrupa’nın en büyük mahkeme binasını yapmış olmakla iftihar ediyoruz. Bu millet nereye gidiyor, nereye gidecek? Şehirleştikçe ahlaki yozlaşma, ruhi çözülme, bunalım artıyor, insanlar birebirine güvenmiyor, komşu komşuya kapısını kapatıyor, mahkemelerde davalar çığ gibi büyüyor…

Bu toplumda bizi bir arada tutan bir şey yok mudur?

Bu insanları bir arada tutan ne var? Hiçbir şey yok! Din deseniz, kimin hayatında ne kadar etkinse o kadar. Kültür deseniz kültür yok. Esas bu işlerin kökü kültürdür. Din inançtır, kalpte beyinde maneviyatta ruhta yerleşir ve dışarıya kendini kültür olarak vurur. Bu mimari olur, ev dizaynı olur, şehir kurma tarzı olur, komşu münasebetleri olur, insani ilişkiler olur… Kültürünü kaybetmiş bir toplum, bir insan ne olur? Ömer Hayyam’ın dediği gibi, “Ne tam gavur olur ne tam Müslüman”, böyle bir şey yani.

‘DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI TAMAMEN KALDIRILMALI’

Diyanet için ne diyebilirsiniz?

Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun Türkiye’deki dini hayatı kontrol ve denetim altında tutmak için oluşturulduğunu hepimiz biliyoruz, varlık amacı budur. Başına ne kadar ehil insanlar gelmiş olursa olsun, son tahlilde bu amaçla çelişen, çatışan bir şey bu kurumdan sadır olmaz, olmasını beklemek doğru değil. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumunun üstünde ona vaziyet eden mekanizmaların, onu müsbet istikamette yönlendirmesi halinde müsbet işler yapabilir. Aksi takdirde, sonuçta bir bakanlığa bağlı genel müdürlük seviyesinde bir kurumdur. Bağlı bulunduğu bakanlığın, o bakanlığı idare eden zihniyetin, onun bağlı olduğu daha üst mekanizmaların rağmına bir şey.

Özerk olması sorunu çözer mi?

Ben, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını isterim. Çünkü milletin kendi dini işlerini deruhte edecek olgunlukta olmadığını, henüz buluğa ermediğini düşünen kesimler için Diyanet zaruridir. “Bu millet kendi dini işlerini deruhte edemez. O seviyede, o gelişmişlikte, o dirayette değildir. Dolayısıyla milletin dini işlerini biz tedvir ederiz.” diyorlar. Ben de diyorum ki “Siz böyle yaptıkça bu millet kendi dini işlerini tedvir edecek olgunluğa hiçbir zaman ulaşamayacak.”

Ben Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kaldırılmasını, bunun yerine konuyla ilgili sivil yapıların bir araya gelip bir çatı kuruluş altında birleşip tıpkı basın kuruluşlarının sahip olduğu türden bir yapıya kavuşturulması gerektiğini düşünürüm. Basın nasıl özgürdür, hiç kimse basına bir şeyi telkin edemez, sansür diye bir şey yoktur, kimse gazete çıkarmak için bir yerden izin almak zorunda değildir… Bunun gibi. Ama bunlarla birlikte farklı gazeteler var. Basın sektörü tek bir sesten, monoblok bir yapıdan oluşmuyor. Gayet de güzel yürüyor. Peki basın alanında bu kadar akil baliğ olmuş bir toplum din alanında böyle olamaz mı?

Tarikatler, cemaatler, dinle ilişkili bir biçimde kendini din üzerinden ifade etmeyi tercih eden yapılar, kesimler, insanlar bir araya gelirler. Kendi sivil örgütlenmeleri içinde bir üst otokontrol mekanizması da sağlayan bir üst kuruluşa, bir çatı yapıya meseleyi kavuştururlar. Ve o yapı içerisinde icra-i faaliyet ederler. Gayet de güzel yürür. Bu durumda işte Aleviler, gayrimüslimler de istedikleri gibi kendi inançları istikametinde örgütlenip hareket etmekte serbest olurlar, mesele bitmiş olur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkezden dikte ettiği bir hutbeyi, bir imam efendi okumak zorunda. Bunu dinin hangi ilkesiyle, hutbenin hangi rüknüyle ya da şartıyla izah edebilirsiniz? Bunun izahı yok. Kötü şeyler mi söylüyor? İyi de olsa “bir merkezden yönlendirilmek” hutbenin tabiatıyla örtüşmüyor.

İddia ve kumar türü konular tartışılıyor. Kumarı oynatan devlet, Diyanet’e kumarın haram olduğunu anlatan hutbe verdiren yine devlet…

Çok ironik şeyler bunlar. “İçki haramdır” diyorsunuz, devlet içki üretiyor… Devlet kendisi bir taraftan içki üretiyor, öbür taraftan Diyanet “içki haramdır” diyor. Devlet kumar oynatıyor… Ben bunların tartışılmasından yanayım.

Devlete meşruiyet de veriyor. İşin bir de o yönü var…

Bakın, üniversiteler gibi pek çok örgüt “YÖK’ü istemiyoruz” diyor. “Üniversiteler kendilerini idare edebilecek olgunluktadır, erişkinliktedir. Dolayısıyla YÖK gibi bir koordinasyon kuruluna ihtiyaç yoktur.” Diyor. Ben de aynı şeyi dini hayat için söylüyorum. Eğer cemaatler, tarikatlar, kendini din üzerinden ifade eden örgütler, yapılar, insanlar, kesimler… kendi dini hayatlarını kendileri tedvir edemezler diye düşünüyorsak bunun bir sebebi de bizim meseleyi yıllardır hep Diyanet üzerinden götürme ısrarında olmamızdır. O yapının önünü bir açın bakalım. İnsanlar bu konuda bir tecrübe edinsinler. Her şey tecrübeyle yürüyor. Tecrübe etsinler. Kendi pratiklerini oluştursunlar. Yolda yürürken nelerle karşılaşıyorlar, ona göre daha kamil, daha olgun, daha iş görür bir yapı zaman içinde oluşacaktır. Ama bunun önünü tıkayarak, “bunlar az gelişmiş” ithamını sürdürmek anlamsızdır.

 ‘TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNUNA MUHALİFİM’

Eğitim sistemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması düşünülüyor ve görünen o ki çıkarılacak. Siz ne düşünüyorsunuz bu tartışmalarla ilgili?

Ben Tevhid-i Tedrisat Kanununa muhalifim. Tevhid-i Tedrisat bu memleketin gerçekleri ile örtüşen bir kanun değil. Ve de, ne hikmetse hep mütedeyyin insanların aleyhine işlemiş bir kanun. Bu insanlar, bu memleket Müslüman. Sokağa çıkın, önünüze gelen insanlara sorun, dinle diyanetle çok ilişkisi olmasa bile, ibadetlerine çok düşkün olmasa bile kendisini Müslüman olarak ifade eder. Kendisini Müslüman olarak ifade eden bir insanın, Müslümanca bir eğitim sistemi talep etmesinden, Müslüman gibi eğitim alma hakkını kullanmasından daha tabii ne olabilir? Benim bu hakkı nasıl alacağıma başkaları niçin karar veriyor?

ÇOCUĞUM HAFIZ OLSUN İSTİYORUM, AMA…

Sistemin dayattığı eğitimi herkes almak zorunda mı?

Tevhid-i-i tedrisat kanunu kaldırılmalı ve adamakıllı yapılar içerisinde, herkes belli ilkeleri, esasları gözeterek istediği eğitimi alabilmelidir. Yani “toplumun cahil kalmaması için onlara yol gösterici, rehberlik edici bir yapıdan ne zarar gelir” diye düşünebiliriz. İlk etapta bunu makul de karşılayabiliriz. Ama bu yapı bize yol gösterici olmaktan çıkıp dikte edici pozisyona girince burada her şey birbirine giriyor. Ben çocuğumu hafız yapmak istiyorum mesela. Hafız olarak yetiştirmek istiyorum, bu benim en tabii hakkım olmalı. Niye benim çocuğum “dört artı dört artı dört” ya da “dört artı üç” ya da bilmem kaç artı kaç şeklinde zorunlu eğitime tabi tutulsun. Benim çocuğum bir yandan hafızlık eğitimi görürken bir yandan da temel bilgilerini alsın. Bunun mekanizması oluşturulabilir. Bu çok kolay ve mümkün. Batı’da bunun örnekleri var. Ama bunun önünü tıkarsanız, “Siz şöyle bir eğitimden geçmek zorundasınız yoksa adam olamayacaksınız” gibi dayatmalarla, dikte tavırlarla bir yere gidilmez. Bu milletin talepleri daha ne kadar bastırılacak?

Benim çocuklarımdan en azından birisinin hafız olmasını çok isterim. Ama şu an fiilen böyle bir imkânımız yok. Hafız olsa kaçak bir iş yapmış olacağım.

İLAHİYAT FAKÜLTELERİNDEN BOL BOL DİN TENKİTÇİSİ YETİŞİYOR

Geleneksel eğitim kurumlarının (Külliyelerin, tarikatlerin, tasavvuf kurumlarının) tarih içinde hayli yıprandığı da yapılan eleştirilerden. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz?

İnsanın olduğu her yerde her zaman arıza vardır, her zaman eksiklik, hata, yanlışlık vardır. Bunun böyle olması, oranının şöyle ya da böyle olması hiçbir zaman kökten kazınmasını gerektirmez. Hata varsa ıslah edersiniz, arıza varsa tamir edersiniz… Bu böyle oldu diye bunu kökten kaldırırsanız, medreseyi kaldırıp yerine ilahiyat fakültesini kurarsanız, “alim yetişmez, din münekkidi yetişir.” Bu merhum Ali Fuat Başgil’in tespitidir. Türkiye’de ilk ilahiyat fakültesi açıldığında müfredatına bakmış, kuruluş mantığına bakmış, demiş ki, “Bu okullardan din alimi yetişmez, din münekkidi (din tenkitçisi) yetişir.”

İlahiyat fakültelerinden bol bol din tenkitçisi yetişiyor. Tefsir kürsülerinde tefsirin altını oyan, hadis kürsülerinde hadisleri tenkit eden, fıkıh kürsülerinde fıkhı tahrip eden insanlar var. Vaziyet bu. Kuruluş mantığı neyse o mantığa göre insan yetişiyor. Tabii ki hepsini kastetmiyoruz. Aralarında istisna olanları tenzih ederek söylüyoruz. Ama medrese böyle değildir. Medrese alim yetiştirmek için kurulmuş ve o esaslar doğrultusunda o mantıkla içi doldurulmuş bir müessesedir. İslam alimi oradan yetişir. Medreseleri ıslah diye bir şey Osmanlı’da da belli bir dönemden sonra gündeme gelmiş bir meseledir. Ama unutmayalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş alimlerin yazdığı eserler bile bugün bizim ilahiyat fakültelerimizde kaynak olarak kullanılıyor.

BİZİM MEDENİYETİMİZ “FIKIH MEDENİYETİ”DİR

İslami bilimler içerisinde en canlı, en geniş birikimimizin şeriat, hukuk, fıkıh alanları olduğunu iddia edenler de var. Bu konularda neler söyleyebilirsiniz?

Bizim medeniyetimiz için “Fıkıh medeniyeti” derler, doğrudur. Fıkhın hayatın bütün alanlarına sirayet ederek, vaziyet ederek, hakim olarak hayatı yönlendirmesinde şaşılacak bir şey yok; çünkü fıkıh, dini kavrayış sisteminin kendisidir. Nedir fıkıh? Bir şeyi inceden inceye dirayetle kavramak, künhüne vakıf olmak demektir. Dolayısıyla dinde fıkıh sahibi olanlar dini derinlemesine ve dirayetle  kavramış olan insanlardır. Efendimiz (A.S.) ‘ın   Abdullah bin Abbas (RA)’a bir duası var: “Allah’ım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret” diyor. Fıkıh sahibi olmak, hayatı temel referanslar ekseninde anlamak, algılamak, yorumlamak ve  açıklamaktır. Onun için bizim geçmişimizde bazı fakihlere, bazı fukahaya “fakihü’l-beden” ya da “fakihü’n-nefs” derlermiş. Yani bu adam bütün hücrelerine kadar fıkıhtır; oturması fıkıh, kalkması fıkıh, tepkileri fıkıh, refleksleri fıkıh … Canlı bir fıkıh adamı yani. Canlı bir dini kavrayış var burada, dinin ete kemiğe bürünmüş hali var. Hayata fıkhın vaziyet etmesi çok tabii bir şey.

Bu geçmiş birikimimiz günümüzdeki tartışmalara da katkı sağlayabilir mi?

Onu yeniden, kendisi olarak, manipüle etmeden, yönlendirmeden, subjektif yorumlara kurban etmeden, kendisi olarak bizatihi öğrenir ve onun sadık ve mütevazi birer talebesi olarak dizinin dibine çöker, onu öğrenmek için ona kendimizi açarsak o da kendisini bize açacak ve biz hayatımıza ne kazandırdığını o zaman anlayacağız. Biz fıkhı teorik bilgiler olarak öğreniyoruz. Bakın bu önemli bir şey çünkü sokaktaki hayatta, hayatın görünen yüzünde fıkhın tezahürleri yok, fıkhın inşa ettiği bir hayattan bahsetmiyoruz. Seküler bir hayattan bahsediyoruz ve burada masabaşı faaliyetlerle öğrenilmiş bir fıkıhtan bahsediyoruz. Bu ikisi birbirinden bu kadar kopuk olmaz, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Fıkıh hayatın içinde olacak; hayatı inşa eden, hayatı dizayn eden bir mekanizma olarak, bir öz olarak hayatın içinde olacak. O zaman biz işte o Ahmet Cevdet Paşa’ya gidip, “bizi bu görevden al” diyen insanların olgunluğuna, kemaline kavuşuruz. Bu ancak bu şekilde mümkün. Yoksa bu teorik tartışmalar alır başını gider. İşin içinden çıkamayız.

Bizim ilim adamlarımızın bir kısım akademisyenlerimizin yaptığı iş budur. Ezber ve masabaşı çalışmalarla İslami ilimleri ve fıkhı tartışma konusu yapıyoruz. İyi de birisi dışarıdan gelse ve dese ki “Kardeşim, siz bu fıkhı uyguladınız da mı bu sonuçları aldınız, bunları söylüyorsunuz? Bir uygulayın bakalım… Uygulayın, bu sonuçları alırsanız ondan sonra konuşalım.” Uygulamadan, “bu böyle olursa böyle olur” gibi kurgularla, subjektif akıl yürütmelerle, fıkıh hakkında İslami ilimler hakkında akıl yürütüyoruz, bir takım sonuçlara varıyoruz. Buradan bir takım teoriler üretiyoruz… Aslı astarı yok.

Ama bunları talep etmeyen bir muhafazakar toplum var. İktidarın verdiği rahatlıkla yaşamayı tercih eden ve memnun kalan, şu anki durumun çok iyi olduğunu söyleyen…

Bu toplumu biz kendi haline bırakmadığımız için bu böyledir. Toplum Cumhuriyet Türkiye’sinde her zaman, her iktidar döneminde bir şekilde yönlendirilmiş, bir yerlere kanalize edilmiş. Kendi iradesiyle başbaşa bırakılmamış, kendi aidiyet, mensubiyet ilişkilerini kurmasına müsaade edilmemiş çünkü devlet-millet ilişkisi bu modernleşme projeleri çerçevesinde hep manipülatif olmuş, hep yönlendirmeli olmuş. Kendi haline tabii seyrine bırakılmamış. Onun için millet şu an böyle. Evet, yüzde 99 Müslüman ama “şeriat ister misiniz?” dendiğinde, “Hayır” diyorlar. Onlara bu medyatik bombardıman, şeriatın ne olduğunu olduğu gibi anlatma biçiminde tezahür etseydi, o şekilde yapsaydı bu insanlar şeriatın ne olduğunu öğrenecekti ve tepkileri farklı olacaktı. Şimdi “şeriat” dendiğinde o insanların aklına o dediğimiz manzara ve bir takım adresler geliyor. Onlar da onlara bakarak, “şeriat budur, dolayısıyla bunu istemiyorum” diyor. Ama deseniz ki “Şeriat bu değil. Bakın mahkemeler kapanacak. Şeriat olunca birbirinizin kapılarının bekçisi olacaksınız. Kimse kapısına 3-5 tane kilit yaptırmayacak, komşuya emanet edip gidecek. Birinin dükkanından alışveriş ettiğinizde ‘öbür alışverişi de komşumdan yapın, ben siftah ettim’ diyecek, komşusuna yönlendirecek…” Budur, yani Allah’ın iradesidir. Allah’tan korkan, kuldan utanan, hesap günü şuuruyla hareket eden, hukukullahı ve hukukul ibadı ayakta tutan bir insan ve toplum…

EHL-İ SÜNNET ANLAYIŞI YIPRANDI

Ehl-i Sünnet dışı bir kesim var. Amaçları hakkında ne diyebilirsiniz?

Amaçları hakkında bir şey diyemem. Niyet okuması olur. “Bunlar şöyle hain, böyle satılmış, böyle bilmem ne insanlar” diyemem. Bu samimi kanaatimdir.

Muhalif davranmak insana etiket sağlar, insanı görünür kılar, meşhur kılar. Bir kitap yazarsınız yüz bin satar… Muhalif şeyler söylemenin böyle bir avantajı vardır. Sizi meşhur eder, size para sağlar, size etiket sağlar, ekonomik-siyasi anlamda bir ikbal sağlar… Böyle şeyler oluyor bu memlekette. Ama “hepsi böyledir” diyemem, bir kısmı gerçekten samimi de olabilir. Ehl-i Sünnet dışı akımların tarihte olduğu gibi bugün de “hepsi sinsidir, hepsi haindir, hepsi vatanı milleti satmak üzere yola çıkmıştır” diyemem. Tarih içinde öyle ehl-i bidat var ki, mesela bizim Mutezile diye yerden yere vurduğumuz akım içinde öyle insanlar var ki İmam Ebu Hanife için söylenen “kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmıştır, gece uyumamıştır, çalışmıştır, ibadet etmiştir…” tarzındaki şeyler Mutezile’nin ileri gelenleri için de söylenir. Adam Irak coğrafyasından Medine coğrafyasına on kere yirmi kere yürüyerek hacca gitmiş gelmiş. Hayatını ilme vakfetmiş, Mutezile’nin önderlerinden, Hasan Basri’nin talebesi bir zat var. Bu zat, münakaşa yoluyla, fikri mücadele yoluyla binlerce gayr-ı müslümin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Ama bu onu ehl-i bidat olmaktan kurtaramadı. Gene ehl-i bidattır. Biz Ehl-i bidat derken bunların tamamının öyle hin, sinsi, ruhunu satılığa çıkarmış adamlar  olduğunu söylemiyoruz. Bunların büyük çoğunluğu samimi insanlar. Takva sahibi, zühd sahibi insanlar. Ama istikametleri bozuk. Akideleri bozuk. Onun için ehl-i bidat olmuşlar.

Günümüzde Ehl-i sünnet anlayışının yıprandığını düşünüyor musunuz?

Maalesef düşünüyorum. Vakıa bize bunu gösteriyor çünkü Ehl-i sünnet kendini üretken kılan bir mekanizma iken biz onu sürekli tükettik. Ehl-i sünnet söylem kendi kendisini tüketti, yıprattı, gözden düşürdü, çok kötü örnekler gördük gerçekten. Ehl-i sünnet kavramını diline dolayarak bir takım şeyler yapan insanların toplum üzerindeki imajları, intibaları çok kötü -bir kısmının tabii.- Dolayısıyla bu hem “Ehl-i sünnet” kavramını yıprattı hem de muhteva olarak bunun içinde ne olup bittiği konusunda bir imal-i fikir yapılmadığı için bunu tükettik biz.

Günümüz  Ehl-i sünnet  dünyasında ilmi, itikadi, dini hareketler, cereyanlar, oluşumlar hakkında ne söyleyebiliriz? Bizi Ehl-i sünnet olarak farklı kılan bir söylemimiz var mıdır? sorusunu sorsak genellikle olumsuz cevap alırız. Mesela şöyle desek: “Tüm bu oluşumlar çerçevesinde İran’daki bir şii Müslüman ile Türkiye’deki bir sünni Müslümanın tesbitleri arasında nasıl bir farklılık vardır?” desek kolay kolay farklılık gösteremeyiz; çünkü söylem, fikir kendini ehl-i sünnet patenti ile o doğrultuda şekillendirmemiş. Çok genel-geçer,  bir söylem var, bunun ehl-i sünnet ya da şii karakterli olması pek bir şeyi değiştirmiyor. Ama meseleye ehl-i sünnet zemininde baksanız, tepkileriniz, tespitleriniz o zeminde şekillense çok farkı bir şey çıkacak ortaya. Mesela biz, “Kuran’ın tarihsel bir metin olduğunu” söyleyenlere tepki verirken bir ehl-i sünnet olarak mı tepki veriyoruz, yoksa Müslümanların genel anlayışını esas alarak mı tepki veriyoruz?

“Hadis rivayetlerinin çok kuşkulu olduğunu, hadislerin oluşturduğu alanın çok tekinsiz bir alan olduğunu” filan söylerken neyi esas alıyoruz, ayağımızı nereye basıyoruz? Ehl-i sünnet dışı bir zemine basıyoruz. Bu kesin. Ehl-i sünnet olarak baksak farklı bir şey söyleyeceğiz. Bu, aktüel hemen her İslami konu için böyledir. Ama bu iradeyi gösteremiyoruz. Ehl-i sünnet olmak bize sadece muhafazakâr çizgimizi korumada ve o çizgi üzerinden ekonomik, sosyal, siyasi bir takım işler yapmaya zemin hazırlıyor. Bunu mümkün kılıyor. Bu söylemin bizim için aktüel değeri bu. Atamızdan, dedemizden gördüğümüz bir şeyi muhafaza hassasiyeti de eklenebilir buna belki, ama bu kadar!..

Ehl-i sünnet tarih içinde kendini hep canlı tutmuş, hep update etmiş, hep güncellemiş… Yeni durumlara karşı ayağının birini pergel olarak sabitlediği noktada ne söylemesi gerekiyorsa onu söylemiş bir hareket. Onun için bizim özellikle akaid ve kelam konusunda eser vermiş alimlerimiz kendi yaşadıkları dönemdeki bidat faaliyetlerle ile ilgili kitaplar yazmışlar. Yani günümüzde ehl-i sünnet dışı şu oluşumlar var, bunlar şunları söylüyor, temsilcileri şunlardır, grupları şunlardır diye her biri kendi döneminin fotoğrafını çekmiş.

Ama modern döneme gelince bitmiş bu faaliyet. Artık hiçbir ehl-i sünnet alim kendi dönemi için  “Fırak” kitabı yazmıyor. Dolayısıyla günümüzde hangi cereyan ehl-i bidatın patentini taşıyor, hangi cereyan ehl-i sünnettir yahut ehl-i sünnet bu yeni oluşumlara karşı ne söyler, bu konuda bir fikir berraklığı bir netlik yok. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen insanlara çok büyük bir yük, çok büyük bir mükellefiyet düşüyor burada. “Ben ehl-i sünnetim, Allah bir, peygamber bir” demek yetmiyor. Aktüel tartışmalara, dini ve itikadi problemlere ehl-i sünnet zeminde cevaplar üretmek zorundayız.

Bu ülkenin ilahiyat fakültelerinin kelam ana bilim dallarında ekmek yiyen insanlar, bu milletin vergileriyle ekmek yiyen insanlar bu milletin inançlarını tahrip etmekle meşgul.

Bu konularda pozitif tepkiler vermesi gerekenlerin tutumu bazen olması gereken ile çok zıt olabiliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Türkiye’de Müslüman halk kendi duygularını düşüncelerini hassasiyetlerini sonuç getirici şekilde dışa vuracak reflekslere sahip olmadı; hep yönlendirilmiştir. Sorsanız, “Efendim reyting neticeleri. İnsanlar bunu istiyor biz de bunu yapıyoruz” gerekçesiyle bu rezaleti sergileyen insanlar, çevreler, toplumun gerçekten bu anlamda dirayetli bir karar mercii olduğunu düşünerek mi bunu yapıyor, yoksa zaten kendi yönlendirdikleri bir toplumun netice olarak kendisine yansıttığı şeyi baz alıp işini yürüten, yani kendi çalıp kendi oynayan mekanizmalar mıdır? İslami kesim dediğimiz kesimde bir duyarlılık kaybı yok mu? Elbette var. Bu işin tabiatında var. Çünkü sürekli olarak seküler politikalara maruz bırakılmış, dini hayatı tahkim edileceğine dinle ilişkisi, irtibatı dolaylı ya da doğrudan, bilinçli ya da bilinçsiz hep zedelenmiş, yıpratılmış, hırpalanmış bir toplumdan bahsediyoruz.

Bakın mesela bir “mahalle” kavramı vardı, bu toplumun dini kültürel hayatı içerisinde. O mahallede yaşayan delikanlılar o mahallenin namusunun bekçisi idi. O mahallede herhangi bir gayrı meşru duruma onlar izin vermezdi. “Külhanbeyi” diye bir tip vardı mesela. Kimdir bu adam? Bu adam ibadetlerine filan çok bağlı olmasa da, bu konuda çok titiz olmasa da, toplumun kültürel genlerini muhafaza anlamında kendine durumdan vazife çıkarmış tiptir. Mahallenin namusu ondan sorulur. Kimse kimsenin penceresinden içeri bakamaz, kimse kimsenin namusuna yan gözle bakamaz, kimse kimseyi aldatamaz, dolandıramaz… Bunlar onun bekçisidir. Bizim o toplumsal, kültürel yapımız dağıldığı için şimdi bakıyorsunuz.

Konfüçyüs’un çok doğru olarak söylediği gibi, ”Bir toplumun kaderi benim ellerime verilse, ilk işim isim ve kavramları değiştirmek olacaktır” demiştir. İsimler ve kavramsallaştırma çok önemlidir çünkü kelimeler insanların düşünme biçimini belirler. Bir hakimin mahkemede yaptığı şey, karşısına gelen olayın “adını koymak”tır. Olayın adı konulduktan sonra cezası zaten kitapta yazmaktadır. Bizim de önce kelimelerimizi değiştirdiler. Kelimelerimizin değişmesi ilk olarak teknolojiden başladı. Ardından hayatın diğer bölümlerinde de Batılı kavramsallaştırmaların yaşantımıza girdiğini gördük. Bundan sonra Batılı gibi yaşamaya da başladık çünkü onlar gibi düşünüyorduk. Bunun da sebebi artık hayatımızda kendi kavramlarımıza yer kalmamış olmasıydı.

Hayatımıza hakim olan modernizmin, en temel kurumlarımızdan ailenin bile çatırdamasına sebep olduğu görülebiliyor artık. İşin en kötü tarafı ise, yeniden kendi kavramlarımızla, kendi düşünce dünyamızla ve referanslarımızla düşünme çabalarının önünde koca bir “önyargı duvarı”nın dikilmiş olması. En dindar görünene bile “bu kitaptandır” dediğiniz şeyler, neredeyse “uzaydan gelmiş ucube” tepkisiyle karşılaşıyor.

Ebubekir Sifil hocamızla, bu önyargı duvarlarının en yüksek ve katı olarak dikildiği alanların başında gelen kadın ve İslam konusunu konuştuk. Bu “önyargı mayınları”na çarpmamaya da özen göstererek, sadece kitapta yazanı anlama gayretiyle konuyu bir miktar aralayabilmişizdir umarız.

Ali Bulaç’ın son dönemde gündeme getirdiği bir konu çok tartışıldı. Bulaç, kadının sosyal hayata teşvik edilmesine karşı çıktı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ali Bulaç doğru söylüyor. Biz genellikle meseleyi kadın-erkek eşitliği üzerinden tartışmayı tercih ediyoruz, ama meselenin aslında şöyle bir hakikati var, bunu ıskalıyoruz: Kadın iş hayatına girdiğinde, ekonomik ve sosyal hayata girdiğinde erkekten geri kalıyor mu? Kalmıyor. İslam da bu anlamda kadının -haşa- “geri zekâlı bir varlık olduğunu, yeteneksiz bir varlık olduğunu” söylemiyor zaten. Fakat ısrarla bizi kadının ekonomik-sosyal hayata çıkartılmaması gerektiği noktasına çekiyor İslam.

Osmanlı’da ve daha önce -Asrı Saadet’e kadar götürebilirsiniz bunu- ekonomik hayata fiilen katılmış kadınlar yok mudur? Vardır. O hayat bu kadınları dışlamamış. Abdullah bin Mesud’un mesela –çok ileri gelen alim sahabilerden birisi, ilk Müslümanlar’dan- çok zengin bir hanımı varmış. Abdullah bin Mesud zaten fizik olarak çalışmaya çok uygun olmayan bir insanmış. Ama hanımı çok zenginmiş, ekonomik durumu çok güçlüymüş. Hanımı çalışır, pazarda üretir, satar, ona da çocuklarına da hanımı bakarmış. Fakat böyle olmasına rağmen İslam’ın kadın ve erkekle ilgili hükümleri konusunda onları anlama, özümseme ve pratiğe aktarma konusunda bir sıkıntı yaşamamış onlar. Çünkü biliyorlar ki İslam’ın bu hükümleri aslında bizi bir şeye yönlendiriyor.

Kadının islam’da bir temel fonkisiyonu var; o da çocukları, gelecek nesli yetiştirmektir. Ailenin önemini Batı yeni fark etti. Yeni gelişmeler araştırmalar gösteriyor ki çocuğun öğrendiği, hafızasına, ruhuna nakşettiği en kalıcı bilgiler 0-6 yaş arası aldığı bilgilerdir. Bu yaşta tüm bilgileri  kim veriyor çocuğa? Anne veriyor . Sabah 8 akşam 8 çalışan akşam posası çıkmış halde eve gelen baba mı veriyor, hayır.  İslam’ın kadınlar hakkındaki hükümleri bize dolaylı olarak kadını bu görevinden  uzaklaştırmayın diyor.

Kadın çalışma hayatına gererse onun nesil yetiştirme görevini kim yapar, kreşler. Ama bu yaşta verilenler anne sütü gibidir. Annenin verdiği bilgiyi şefkati başka kim verir . Anne şefkatinden mahrum kalmış çocukların ileride bunalımlı, problemli insanlar olarak toplumun başına ne büyük sıkıntılar açtığını modern zamanlarda fazlasıyla tecrübe ediyoruz değil mi? İslam bize diyor ki geleceğinizi tehlikeye atmayın, kadının yeri evinin içidir , çoluk –çocuğun terbiyesidir ahlakıdır. Toplumun geleceğinin inşasıdır yani.

Kadının yeri evidir, evi mahremdir. Kadının kıldığı en üstün/ faziletli namaz evinin en gizli yerinde kıldığı namazdır. Efendimiz (s.a.v) böyle buyurmuş. Biz son dönemde ne yapıyoruz? Erkekle eşitleme adı altında kadını aslî misyonunda uzaklaştıran modernizmin ekmeğine yağ sürerek kadının “dışarıdaki” hayatını pekiştirme anlamına gelecek şekilde kadınlara özgü camiler açmayı planlıyoruz!..

Keza kadının şahitliğini tartışıyoruz. Diyoruz ki: İki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk tutulmuş. Acaba niye böyle olmuş. Kadın geri zekâlı olduğu için mi? Haşa. Ezber, hafıza kapasitesi zayıf olduğu için mi? Hayır, öyle de değil. Bunun tam aksini biz de biliyoruz. Peki, İslam neyi öngörmüş?

Bir erkeğin şahitliğinin iki kadının şahitliğine eşit olmasındaki amaç nedir?

Hasbel kader aranızdaki ticari ilişkilerde iki erkek şahit bulamazsanız, bir erkeğin yanına biri unuttuğunda diğeri hatırlatsın diye iki kadın şahit ekleyeceksiniz. Burada “kadının unutması/yanılması”  kısmı üzerinde dikkatle durmamız gerekiyor. Bu şu demektir: Kadın öyle bir hayat yaşayacak ki, kendi aslî misyonu içinde öyle yoğun ve meşgul olacak ki, meşguliyetinden ve yoğunluğundan, şahitlik konusu olan şeyi unutabilecek… Çünkü kadın, toplumun geleceğin inşası gibi son derece hayatî ve kritik bir rol/sorumluluk üstlenmiştir. İşte o sorumluluğu yerine getirirken kadınlarndan biri söz konusu şahitlik konusu olan ticarî muameleyi bütün detaylarıyla hatırlayamayabilir. İşte böyle durumlarda, biri unuttuğunda diğeri hatırlatsın diye iki kadın şahit denilmiştir.

Kadını tamamen eve kapatmak mı çözüm?

İslami ilimlerle meşgul olmuş kalbur üstü alimlerle yarışmış kadınlar var. Sanatta meslek icrasında yarışmış kadınlar var. Kadının evin içinde, çocuk yetiştirmekle sorumlu olması, İslam kadını bir odaya hapsetmiştir anlamına gelmiyor. İslamî hayat evin dışında ne kadar canlı ise, içinde de o kadar canlıdır. Ev içi dediğimiz alanın bir sosyal hayatı, ibadet hayatı, eğitim hayatı vardır. Hapis anlamına gelmiyor. Kadın ev içinde o misyonu sekteye uğratmayacak her şeyi yapabilir. Kocaman bir alandan bahsediyoruz. Bunun kendine mahsus bir kültürü vardır. Hayli geniş bir konudur burası, ayrıca konuşmak lazım.

Kadına şiddet konuşuluyor?

Meseleyi İslam nazarından değerlendirmek gerekir. Şiddet diye bir kavram var. Bunun bizim dini terminolojimizde, algımızda denk düştüğü bir yer var mıdır?

Boyum uzun gözüksün de Efendimiz savaş listesine  beni de yazsın diyerek  ayak uçlarına basarak yükselmeye çalışan sahabîleri düşünün. Böyle savaşlara gitmiş çok gençler var. Çanakkale’de de aynı şekilde gençler var. İzmir’de bir okulda öğrencilerin tamamı Çanakkale’de şehit olmuş.  O okul eğitim yıllarından birinde hiç mezun vermemiş. Çünkü öğrencilerin tamamı şehit!.. Bugünün kavramları ile bakarsak buna “çocuk istismarı” dememiz gerekir. Günümüzde müthiş kavram kargaşası var

Efendimiz buyurmuş ki; “Çocuklarınıza namazı emredin. 10 yaşına geldiğinde kılmıyorsa hafifçe vurun”. İşte şimdi bu aile için şiddet demek oluyor. Ben bir Müslüman olarak hayatın İslami kavramalar ekseninde şekillenmesini istiyorum. Dinin kendi kavramaları ile algılanıp yürütülmesini istiyorum. Başka türlü kendi kavramlarımızla savaşıp duracağız.

-Serkeşlik  etmesinden korktuğunuz kadınlara nasihat edin. Yani yola gelmiyor, dikleniyor ne yapacaksınız, nasihat edin.  Nasihat dinlemeyip diklenmede inat edince yataklarınızı ayırın. Yine olmadı o zaman dövün. Kur’an’da geçmiyor hadislerden öğreniyoruz ki buradaki “dövün”den maksat, “hafifce dövün” demektir. İz bırakmayacak şekilde, hasar vermeyecek şekilde. Bunu anlatırken sahabe bir misvak alıp bununla hafifce iz bırakmayacak şekilde vurmak olarak tarif ediyor.

Erkeğin kadına el kaldırdığı aşama, iplerin koptuğu aşamadır. Kadının kadınlık onurunun zedeneleceği aşamadır. Bu aşamada kadın ya kendine, ailesine ve kocasına olan saygısını muhafaza edip geri adım atacak. Ya da gemileri yakacak. Bu aşama olduğunda artık öyle bir yere geliyor ki, kocası dövüyor, kadın bildiğini okumaya devam ediyor. Bu sözün bittiği nokta.

Mesele sloganlar üzerinden götürülemeyecek kadar önemli. Bu gibi meselelerin toplum karşısında, medyada tartışmak çok yanlış. Bunun bir kültürü vardır ve yukarıda zikrettiğim ayetteki durum (önce nasihat etme, sonra yatağında yalnız bırakma…) o kültür içinde tabir caizse “işe yarayan” tedbirlerdir. Kültür değişimi içinde, bu söylenenlerin anlamını kaybettiği, hatta “saçma şeyler” olarak görüldüğü yeni algılar oluşuyor. Bu yeni algıları “kültür değişimi” dediğimiz o bütün yapı içinde ve külli bir bakış açısıyla konuşmak gerekir ki, kadınla ilgili bu hükümler de orada anlamlı yerini bulsun, herşey yerine otursun. Yoksa modern hayatın oluşturduğu algı yapısı içinde bu meseleleri medya zemininde konuşmak ve hele de tartışmak kesinlikle yapılmaması gereken bir şey…

Kaynak: haber5.com

2 Eylül 2012 Pazar

İran'ın varlık zemini / Dr.Ebubekir Sifil


Her yeni gün İran, Sünni coğrafyadaki ve bu cümleden olarak ülkemizdeki kredisini biraz daha tüketiyor. Bilhassa Suriye meselesinden sonra "İslam Cumhuriyeti" imajının içinin hızla boşaldığını görüyoruz.

Suriye, İran'ın samimiyetinin test edildiği bir turnusol kâğıdı oldu; hatta sadece "samimiyetinin" değil, "makuliyetinin" ve "makbuliyetinin" de...

Bir yandan Sünni-Şii kardeşliğinden dem vururken diğer yandan kitabî Şiilik içinde bile "gulat"tan sayılan bir fırkaya inat ve ısrarla destek;

Bir taraftan anti-emperyalist bir çizginin bayraktarlığını dillendirirken diğer taraftan Rusya ve Çin gibi iki emperyalist devletle iş tutmak; hatta Irak ve Afganistan'ın işgalinde bizzat Amerika ve Batı'yla fiilî işbirliklerine gitmek...

Bütün bunların izah edilebilir yanı olmadığını gün geçtikçe daha fazla sayıda insan görüyor ve anlıyor.

Peki İran bütün bunları niye yapıyor?

Devrim'den sonra kendisine kalbî ve fiilî destek sağlayan Ümmet'in nefretini üstüne çekme pahasına bu çıkmaz yolda niçin ısrar ediyor?

Bu sorunun benim bulabildiğim ir tek cevabı var: İran, tarihsel Şii refleksiyle hareket ettiği için...

Şöyle bir geriye dönüp tarihe baktığımızda önümüze çıkan iki fotoğraf bugün yaşadıklarımızı yeterince ikna edici biçimde açıklıyor: Fatımî tecrübesi ve Safevî tecrübesi.

Her iki tecrübe de açık bir şekilde gösteriyor ki tarihte Şii refleks sürekli biçimde Ümmet'e yönelik yıkıcı, bölücü, tahrip edici bir karakter taşıyor. Fatımîler İsmailî batınîliği niçin destekledi? Karmatîlikle Ehl-i Beyt'in ne alakası vardı?

Keza Safevîlik! Niçin Safevî daileri sürekli biçimde bünyeyi içeriden kemirmenin ve zayıf düşürmenin peşinde oldular?

Makul ve mantıklı düşündüğümüzde İran'ın, Ümmet'e Şiilik ihracı yerine Ümmet'in diğer kesimleriyle ortak noktaların çoğaltılmasına çalışması gerektiği sonucuna varıyoruz. Özellikle de uluslar arası arenada tek başına bir İran'dansa, Ümmet'in fiilî ve kalbî desteğini arkasına almış bir İran'ın daha muvaffakiyet şansının daha fazla olduğu gerçeği ortadayken...

Ama -yukarıda da söylediğim gibi- İran için tarihsel Şii refleksleriyle hareket etmek, yegâne varlık alanını tahkim etmek anlamına geliyor. Şii karakteri muhafaza ederek hareket alanını genişletmek Ümmet adına değil, ama Şiilik adına hareket eden İran için daha anlamlı geliyor.

Bütün bunları anlamak mümkün de, bunca çıplak gerçeğe rağmen İran meftuniyetinden kurtulamayan Sünnîlerin durumunu izah etmek mümkün değil. Ayetullah Fadlullah'tan, Ahmed el-Kâtib'den ve diğer Şiilerden daha fazla Şiilik meftunu Sünniler'den bahsediyorum...
28.08.12/ Milli Gazete